11 Ağustos 2022 Perşembe

KIRKLARELİ’ DEN PORTRELER ABDULLAH NACİ ERÇETİN PEK ÇOĞUMUZUN MANDOLİN ÖĞRETMENİ ve KÜTÜPHANE MÜDÜRÜMÜZ


 Ahmet Rodopman 

Hatırlatıcı bir resmini henüz bulamadığım, ama pek çoğumuzun hafızalarında olan Çocuk Kütüphanesi müdürü ve Kırklareli’ deki pek çok çocuğa müzik bilgisi ve sevgisi aşılayan mandolin öğretmenimiz Abdullah Naci  Erçetin’ i anımsadınız sanırım. Mandolin, çocuk kütüphanesi ve sevgili kızı Candan Erçetin’ in resimleri zaten yeteri kadar ip ucu vermiştir hatırlamanıza. Ama resmi elinde bulunan bir arkadaşımız bana internet yoluyla gönderebilirse çok sevinerek biyografisine eklerim.

Kırklareli’ de tanıdığımız her biri birbirinden değerli, dürüst ve insancıl olan Köy Enstitülü öğretmenlerden biri olarak hepimizin gönlüne girmiştir. 1957 den 1976 yılına kadar neredeyse mandolin’ i Kırklareli’ nin milli enstrümanı olarak görmemizi sağlamıştı.

Değeri yıllar sonra daha da iyi anlaşılacak olan sevgili Abdullah Erçetin 20 yıla yakın tek başına bir ordu gibi çalışarak küçüklere müzik bilgisi ve zevkini aşılamıştır. Aynı zamanda da çocuk kütüphanesinde onca çocukla baş edip her birinin isteklerini yerine getirme, ödünç kitap verip takip etmeyi de başarabilmiş küçük şehrin büyük insanlarından biri olmayı başarmıştır. Ondaki bu çalışma disiplini ve fedakarlığı Köy Enstitülerindeki yapma ve yaratma duygusundan mı kaynaklanıyordu yoksa kendine has bir insan severlik ile birlikte ülkesi için daha çok şeylere değer gördüğü çocukları eğitmek, onlara bir şeyler öğretebilmek tutkusundan mı kaynaklanıyordu bilemiyorum. Yıllarca bıkmadan usanmadan bu görevini içtenlikle yapmış olmanın huzuru ile yatıyordur şimdi gittiği yerde diye düşünüyorum. Onu kendi cennetinde daha da mutlu etmek istiyorsak onun ve önderi Mustafa Kemal Atatürk’ ün istediği gibi birer fert olmalı ve yeni bir nesil yetiştirmeliyiz

Abdullah Naci Erçetin bizim kuşağın olduğu gibi benimde en değerli portrelerimden biri olarak kalmıştır hafızamda. Onu çok daha ayrıntılı olarak yazmak isterdim bu bölümde ancak ne yazık ki istediğim kadar veriye ulaşamadım. Şimdiye kadar da Abdullah beyle ilgili yazılmış bilgi elde edemedim. Onu en iyi anlatan sevgili kızı Candan Erçetin olabileceğini düşünerek, onun babasının ölümünde tabutu başında verdiği şu önemli saptamalarını vermekle yetinmeyi düşündüm. Kırklareli’ nin yetiştirdiği bu değerli insanın hepimizin üzerinde emeği ve verdiği değeri düşünerek saygı ve minnettarlık duygularıyla anıyorum. Kentimize değer katan kahramanlar asla unutulmamalıdırlar.

1927 yılında Kırklareli İnece köyünde doğan efsane müzik öğretmenimiz Abdullah Erçetin, 2 Haziran 2010 günü 83 yaşında hayata gözlerini yummuştur. Kırklareli’ de Büyük Camii ‘ de kılınan öğle namazından sonra doğduğu topraklar olan İnece beldesinde toprağa verilmiştir.

Candan Erçetin, ebediyete yollarken, babasının mükemmel bir Cumhuriyet çocuğu olduğunu ifade ederek, “Atatürk ilkelerine bağlı Cumhuriyetçi gençler yetiştirdi. Yaşlılığın getirdiği zorluklar nedeniyle vefat etti” ğini belirttiği konuşmasında, babasının son bir aya kadar sağlık durumunu iyi olduğunu söylemiştir. Yaşı nedeniyle son zamanlarda kemik erimesi tedavisi de gördüğünü belirten Erçetin şunları ilave etmiştir. “Babam mükemmel bir Cumhuriyet çocuğuydu. Atatürk ilkelerine bağlı Cumhuriyetçi gençler yetiştirdi. Bu konuda çok özveriliydi. 1957 ile 1976 yılları arasında müzik öğretmenliği yaptı. Babam duyarlı bir insandı ve öyle yaşadı. Son zamanlarında dahi, siyaset, ekonomi ve güncel olayları takip ediyordu. Ben çok mutluyum, öyle bir babanın eğitiminden geçtiğim için. Sanıyorum Köy enstitülerinin son kalan birkaç neferinden biriydi.

Yolun ışıklarla dolsun, mekanın Cennet olsun kentimin vefakar, cefakar Cumhuriyet öğretmeni. Seni unutamayız .


İKİ ŞEHRİ BAĞLAYAN TARİHİ BİR CADDE TIRNOVA CADDESİ


 Ahmet Rodopman 

Ömrümün ilk 18 yılını geçirdiğim bu cadde hala sık sık rüyalarıma girmekte. Evimiz tam da Tırnova Caddesinin, Yanık Kışla Caddesi yol ağzında idi. Kadı Camii, Kadı Çeşmesi ve Ahmet Mithat İlkokulu karşısında yaşı tahminen 200-300 yıllık bir evde doğup büyümem beklide eskiye ve eski eserlere bu kadar hassasiyetimi de oluşturmuştur diye düşünüyorum. Çocukluğum Balkanlardan odun ve tomruk getiren kamyonları seyredip, gelip geçen insanlara pencerenin önün de oturup, öyküler yazarak, yakıştırarak  geçmişti. Biraz daha büyüyüp meraklarım artınca neden bu isim konulmuş diye sorduğum da, ‘’Bulgaristan’ da bir şehirmiş’’ yanıtını alırdım. Doğruydu. Ama bana yetmemişti hiç bir zaman. Bulgaristan’ ın neresinde, nasıl bir şehir, neden onca şehir varken bu şehir ismi verilmişti ? Sanırım  Kırklareli’ nin ilk ve en önemli caddesi olarak hizmet vermişti uzun süre. Hatta bir ara 1960 larda, transit turist yolu olarak düşünülüp, genişletilmeye çalışılmıştır. Yıllar boyunca aklımı kurcalayan bu sorulara yine en değerli arkadaşlarım olan kitaplarım yanıt verdiler. Edindiğim bilgiler bana göre ilginçti. Hele tarihsel ve toplumsal bağlantıları da kurunca daha bir anlamlı geldiler.

Biliyorum. Bazı arkadaşlarım yine uzun yazmışsın diye bana gönül koyacaklar. Ama nasıl kısa yazabilirim ki, biri 8.000, diğeri 5.000 yıllık bu iki şehrin hikayesini. Neresinden başlasam uzun olacak, ama neresini kısaltabileceğimi bende karar veremiyorum. Ancak okuyunca tamamını, sizlerde neymiş bu Tırnova. Neden şimdiye kadar öğrenmemişim diyeceksiniz.

Tırnova tek başına ne anlama geliyor bilemiyorum. Bulgarca da Tarnova olarak geçiyor. Yaklaşık günümüzden 5.000 yıl gerilere tarihlenen bu şehre, ne zaman ve ne için bu ad verildi bulamıyorum. Ancak, tarihsel bilgilerim ve duygusal bakışım sanki Tırnova’ nın çok eski Türk boyları yerleşimi olduğu hissini doğuruyor bende. Nerelerden geldikleri bilinmeyen Trak Boylarının mı, yoksa Karadeniz’ in kuzeyinden gelip Balkanlara sarkan eski Türk kavimlerinin bir yerleşkesi mi olduğunu bilemiyoruz. Ama isim olarak Türkçe ses uyumuna uygun bir söylenişi olduğu gibi, Türklerin yerleşim için seçtikleri diğer beldelerin özelliklerini de kapsıyor. Veya ben öyle düşünüyorum ki Istranca sıra dağlarının güneyine yerleşen Trak Boyları pek çok yere ulaşabildikleri gibi sıradağların kuzeyine de gidip Tırnova’ yı bir yerleşke olarak kurup orada yaşamış olabilirler.

Benim de küçükten beri ilgimi çeken yanları; Kırklareli’ nin coğrafi olarak kuzey doğusunda kalan Tırnavo’ nun özellikleri Kırklareli’ ye çok benzediği için sanıyorum. İki şehirde iki tepe üzerine kurulmuş ve ortalarından birer su yolu geçmekte ve bu suyolunun kenarında uzanan tarihi yolla birbirine bağlanıyorlar.

Nasıl ki Kırklareli Kırklar Tepesi ile, Yayla tepesi ve aralarından akan Bağlıca Deresi ile ilk insanların beğenerek yerleştikleri bir yerse, Tırnavo şehri de Tsarevets ve Trapezitsa tepeleri ile bu tepelerin arasından akan Yantra Nehri’ nin oluşturduğu bir başka yerleşim yeri. Resimlerine bakınca da bu benzerlikler açıkça görülüyorlar. Hele beni en şaşırtan benzerliklerinin başında; Kırklareli’ de Kırk Şehitler Tepesi olduğu gibi, Kırk Şehitler Camii olması ve bununla ilgili onlarca menkıbe ve efsane yazılmasının yanı sıra, Tırnova’ da ise, Kırk Şehitler Kilisesi’ nin bulunması oldu.

Tırnova Caddesinde Kırklareli Merkezinden başlayarak Tırnova şehrine yapacağımız yolculuğumuza çıkmadan önce Tırnova ile ilgili bazı bilgilerimizi tekrar gözden geçirmemiz iyi olur sanırım.. Şöyle tarihin derinliklerine doğru giderek şehri biraz tanımaya çalışalım diye düşünüyorum.

Tırnova’ da yapılan arkeolojik kazılar bu bölgenin M.Ö 3.000 yıllarından başlayarak sürekli bir yerleşim alanı olduğunu bize belirtiyor. Şehirde bulunan eski paralardan bu topraklarda kimlerin yaşadığını anlıyoruz da, kimlerin kurduğuna dair pek ip ucuna rastlayamıyoruz. Roma Dönemi kalıntılarına yer yer rastlansa da, Tırnova’ da Kırklareli gibi istilacıların, göçmenlerin bir geçit yeri olduğu için yerleşik bir kültür bırakmamışlardır. Bir Roma kenti olarak uzun yıllar yaşayan Tırnova, Orta Çağ boyunca küçük fakat kanlı bir geçmişe sahip. II. Bulgar İmparatorluğunun merkezi durumunda olmuş, doğal savunma olanakları nedeniyle pek çok savaşlardan uzak kalmıştır.

Tırnova ilk kez Yıldırım Beyazıt zamanında veziri azam Candarlı Ali Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılmış, ancak kısa bir süre sonra Çar Şişman Ivan’ a anlaşma gereği geri verilmiştir. 1393 yılında bizzat Yıldırım Beyazıt’ ın kuşatması sureti ile ikinci kez alınmış ve 485 yıl Osmanlı İmparatorluğunun kuzey Balkanlar’daki önemli bir yol kavşağı ve şehri olarak kalmıştır. 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus savaşından sonra kurulan Bulgar Krallığına bırakılmıştır.

Osmanlı’ nın hakimiyeti altında geçen bu 500 yıla yakın süreçte Tırnova en görkemli günlerini geçirmiştir. Merkezi konumda olması nedeniyle ticareti gelişmiş, Macaristan’ dan, İtalya’ dan tüccarlar gelip yerleşerek, çok değişik ürünlerin toplanıp dağıtıldığı işlek bir Pazar haline gelmiştir. Bu yıllarda güneye ve kuzeye ulaşan yolların da kavşak noktalarında olmaları nedeni ile Kırklareli’ de büyük bir atılım yaparak ticaret yolları ile ilgili olarak gelişme kaydetmiştir. Kırklareli’ de de Rum ve Yahudi tüccarlar gerek bölgenin tarım ürünlerini pazarlama, gerekse İstanbul ve Edirne’ den gelen yabancı malların Tırnova pazarlarında satışı ile oldukça büyük birikimler sağlamışlardır. Benzerliklerinden ikisi de aynı yıllarda Kırklareli ve Tırnova’ da ipek böceği yetiştiriciliği ile ipek ve bağların kurulması ile üzümcülüğün ve şarapçılığın geliştiğini görüyoruz. Hatta 1890 larda Şark Demiryolları şirketince Kırklareli’ den Tırnavo’ ya uzanacak demir yolu bağlantısı bile düşünülmüş ancak Balkan Savaşlarının çıkması nedeniyle yapılamamıştır.

Tırnavo’ nun bir tiaret merkezi olarak ilerlemesi ile nüfusu bir hayli artmıştır. Osmanlı’ nın yıllık defter kayıtlarına göre 1600 lü yıllarda toplam nüfus 10.000 civarında iken 1850 li yıllara gelindiğinde 15.000 i geçtiğini düşünürsek, Kırklareli’ nin nüfusundan her zaman iki, üç kat fazla olduğunu anlayabiliriz. Genellikle bu nüfusun % 45 i Müslüman olmasının yanında diğer bölümünü Bulgarlar, Rumlar ve Yahudiler oluşturmaktadır.

Dengeler, zenginlikler ve güzel günler bu şekilde sürerken hiç yoktan çıkan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı her şeyi altüst ettiği gibi Tırnova’ yı ve bağlı olarak da Kırklareli’ yi tarumar etmiştir. Bir yıl süren ve önce Ayastefenos ardından Berlin Antlaşmaları ile Tırnova tamamen elden çıkmıştır. Kırklareli’ nin de Tırnova ile olan tüm ticari ilişkilerinin sona ermesi ile her iki şehirde büyük bir nüfus ve varlık eksilmesine uğramıştır. Bu durumu her iki şehirde zenginliğin göstergesi olan büyük ve güçlü yapılar azalırken, başlayan Balkan göçleri ile de Müslüman nüfus, dini yapı ve gelenekler yok olmaya başlamıştır. 1878 yılında yapılan Berlin Anlaşması sırasında Tırnova’ nın toplam nüfusu 11.314 kişi olmasına karşın Müslüman sayısı 688 e inmiştir.

Savaş sonrası kurulan Bulgaristan Presliğinin ilk başkenti ve oluşturulan Bulgaristan Meçlisinin ilk kurulduğu yer olmasının yanında, ilk Bulgaristan Anayasası olan Tırnova Anayasası da burada yapılmış ve uygulamaya sunulmuştur. İlerleyen yıllarda Bulgaristan’ ın şekillenmesine bağlı olarak başkent Sofya’ ya taşınmış, Tırnova ise turizm, el işleri ve sanayi ürünleri imalatı konusunda önemli yol kat etmiştir. Ancak bu yıllarda gösterdiği gelişmelerden ne yazık ki Kırklareli’ nin payına bir şey düşmemiştir. Hatta Dereköy sınır kapısı bile 1970 ler gibi son zamanlarda açılabilmiştir. Geçmişteki o güzel ve bereketli yıllardan geriye hala en eski ve anlamlı olan Tırnavo Caddemiz kalmıştır.

Tırnova Caddesinin Kırklareli’ de kalan başlangıcı 1915 yılında efsane belediye başkanımız olan Muhittin Özenbaş’ ın büyük gayreti ile Avusturyalı bir mimara modern şehircilik anlayışına göre çizdirdiği plan gereği, Büyük Cami ve Arastanın bulunduğu Cumhuriyet Meydanından başlamaktadır. Bu planda, Cumhuriyet Meydanından başlayıp güneş ışınları gibi yayılan 7-8 cadde daha oluşturulmuştur. Halen de bu düzen varlığını zor da olsa korumaktadır. Tırnova Caddesinin başlangıcı bugün Yapı ve Kredi Bankasının karşısındaki Şevket Dingiloğlu Parkının köşesinde yer alıp geriye doğru büyük bir alanı içine alan Trakya’ nın meşhur Macaraki ailesine ait olan büyük Menzil Hanından başlamaktadır. Bu han Kırklareli’ den Bulgaristan, Romanya, Eflak, Boğdan, Moldava, Basarabya, Ukrayna’ ya varıncaya dek kullanılan yolun en büyük hanı olmasına karşın, bu yolun işlevsiz kalması ile çalışamayınca belediye tarafından istimlak edilmiştir.

Sağa ve kuzeye doğru bir kavis yapıp solunda Gümrük Hanı(sonradan İnci sineması olmuştur, şimdide yerine iş hanı yapılmıştır), solunda Kadı Camii, karşısında Kadı Çeşmeyi geçip yokuş yukarıya Ahmet Mithat İlk Öğretim Okulunun önünden devam etmektedir. Gerdanlı Çeşmesinin tadına doyulmaz suları içilip kente veda edilince ve Istranca Tepelerinin kıvrılarak yükselen yolunda gidilmeye başlanır. Eskiden tamamen bağlık ve ormanlık olan bu alan ne yazık ki bilinçsiz tarım ve ağaç kesimi nedeni ile şehrimizde oldukça uzaklara gitmiştir. Yolun sağ tarafında kentimizin korunması için 1877 yıllarından önce yapımına başlanıp, savaşların ilginç gelişmeleri nedeniyle hiç kullanılamadan harabe haline gelmiş Seyfioğlu Tabyalarını geçip, şimdi baraj gölü altında kalan çocukluğumuzun meşhur Çağlayan’ ının köprüsünden geçtiğimizde artık kendimizi ormanın içlerinde hissedebiliriz. Kuruköy , Dereköy geçildikten sonra ulu orman ağaçlarının bir tünel haline getirdiği yoldan sınır kapısına varılmak için 55 kilometre gibi bir yolu geçmeniz gerekiyor. Dereköy sınır kapısından çıkılması ile Tırnavo Caddesinini Türkiye topraklarındaki seyrimiz bitmiş oluyor. Bundan sonra bir kaç daha kısa yol olmasına karşın en rahat gidiş 307 kilometre kadar tutan Burgaz üzerinden Tırnova(yeni ismi ile Veliko Tırnavo ‘’Büyük Tırnavo’’) ya varılmış olunuyor.

İşte kentimizin Tırnavo Caddesi’ nin öyküsü. Hala ismini, tarihini, tozunu, buzunu merak edenler varsa, 350 kilometre kadar yol gidip gördüklerini bizlerle paylaşırlarsa sevinirim.

*Birinci resim, Felix Kanitz in 1870 li yıllarda yaptığı Tırnavo resmi. İki tepe ve nehir. Sonuncu resim Kırklareli' den çıkış Gerdanlı Çeşmesi

Diğer resimler Tırnavo’ nun değişik yerlerinden görüntüler ve Kırk Şehitler Klisesi.



ÖLÜMÜNÜN 40. YILINDA AŞIK ALİ TAMBURACI


 Ahmet Rodopman 

Kırklareli’ de Halk Müziğinin geçmişi oldukça eski, uygulamaları bir hayli geniş olmasına karşın halk müziği sanatçılarımızı ne yazık ki tanıtıp, günümüze kadar getirememişiz. Hatta kırsal kesimimizde ismi unutulan saz ve söz sanatçılarımızı yok saymamız nedeniyle toplu bir arşiv dahi elimize ulaşamamıştır.

Özellikle yaşı 60 ı geçen arkadaşlarımızı çok daha iyi hatırlayabilecekleri bu konuda iki üstadımız vardır ki bir birinden değerli. Bunlardan ilki Vahit Lütfü Salcı ise, İkincisi Tamburacı Aşık Ali Tamburacı’ dır diyebiliriz.

Vahit Lütfü Salcı yaşı ve ilgilendiği konuların değişikliği nedeni ile çok daha tanınır olmuşsa da ondan 16 küçük olan Aşık Ali Tamburacı’  nın hem hocası olmuş hem de birlikte çalışarak pek çok eserin yaratıcılığını yapmışlardır.

1982 yılında Kırklareli’  de hakkın rahmetine kavuşan ustamız, öz be öz Kırklareli ‘li olup 1889 yılında bu topraklarda gözlerini açmıştır. 83 yaşına değin de sevgili Kırklareli’ mizde yaşamış, onun bağrından ezgiler derlemiş ve söylemiştir. Bu yıl 40. Ölüm yılı olan aşık Ali Tamburacı’ yı Kırklareli’ de unutulmaya terk edilmeden analım, hatırlatayım dedim. Derlediği eserden söz edelim ki, radyoda, yolda, düğünde, dernekte bu eserler kulağınıza geldiğinde değerli hemşerimiz Aşık Ali Tamburacı’ yı da anmış olabilelim. Ben Rahmetli aşık ali Tamburacı’ yı 1979-1980 yıllarında Kırklareli’ de değerli kayınpederim Necdet Günay’ ın terzi dükkanında tanımıştım. Bir hayli yaşlılık günlerinde olmasına karşın hala elinde sazı, dilinde türküleri çalıp, söylüyordu. Özellikle ramazan ayında geceleri dükkana gelip etrafı şenlendirirmiştir. Şimdi, o kadar yakınında iken neden söylediklerini kaleme kağıda ve de kayda geçirmediğim için dertlenip duruyorum. Sözlü tarih çalışmalarının ve Halk Bilimi ile ilgilenenler için önemli bir kaynak olabilirdi diye düşünüyorum.

Yine bir çok değerimizden daha şanslı diyebilirim Aşık Ali Tamburacı için. Çok az sanatçımıza nasip olan broş bir heykeli Fahri Kasapoğku caddesindeki bir kavşakta bizlere kendini hatırlatıyor. Sevindirici bir kararla Kırklareli Belediyesi, Karaca ibrahim Mahallesinde de bir sokağa Aşık Ali Tamburacı ismini vererek değerli halk ozanımızı onore etmiştir.

1899 yılında Kırklareli’ de doğan sanatçımızın sazdan daha kısa saplı halk müziği çalgısını kullanmaya ne zaman başladığını bilemiyoruz. Ancak onun 7 yaşında, şimdi restorasyonu yapılmakta olan Koca Hıdır İlkokuluna başlayıp 5 yıl sonra bitirip İdadi’ ye başladığını biliyoruz. Tamda o yıllarda patlak veren Balkan Savaşı sırasında Kırklareli’ nin düşman işgaline girmesi nedeniyle halkın boşaltıp kaçtığı günlerde, ailesi ile birlikte İstanbul’ a sığınmışlardır. Çocuk denilecek yaşta savaş, göç, ve yaşam sıkıntılarını yoğun olarak yaşaması belki de onun halkına ve sanata duyarlılığını beraberinde getirmiştir diye düşünüyoruz. Balkan Savaşları’ nın bitiminden sonra ailenin İstanbul’ dan tekrar Kırklareli’  ye döndüklerini biliyoruz. Ancak okulunu bitirip bitirmediği konusunda bir bilgiye sahip değiliz.

Ama daha bu yıllarda müziğe karşı ilgisinin arttığını gören ailesi, o günlerde Kırklareli’ de en meşhur söz ve saz üstadı olan Rum Niko Tavradis’ ten müzik dersleri aldırmaya başlamıştır. Bu müzik alt yapısı nedeniyle rahat bir askerlik yapmıştır. Taburun borazancıbaşısı olarak askerliğini sürdürürken bir yandan da aldığı flüt dersleri ile müzik bilgisini arttırmıştır.

Askerlik bitiminden sonra Kırklareli’ ye dönen Aşık Ali Tamburacı  kime aşık olduğunu, niçin Aşık ön adını kullandığını tam olarak bilemiyoruz. Ancak sazın kısa kollusu olan Tambura’ yı çok iyi çaldığı için bu ismi aldığını ve severek kullandığını biliyoruz.

Baba ocağı Kırklareli’ ye ilk geldiğinde Gençler Birliği Bandosuna giren Aşık Ali Tamburacı burada Halk edebiyatı araştırıcısı Vahit Lütfü Salcı ile tanıştı ve ‘’Kırklareli halk Musikisi Cemiyeti’ ni kurdu. Derneğin bandosunda kornet çalmıştır. Bu dönemde Kepirtepe ve Arifiye Köy Enstitüleri ile Çayırova Teknik Bahçıvanlık Okulu’ nda saz öğretmenliği yapmıştır. O yıllarda yeni bir yapılanmaya giren İstanbul Konservatuvar’ ında açılan sanatçı sınavını kazanarak, uzun yıllar radyoda saz çalıp, Tuna Türküleri söylemiştir. En beğenilen, ve yaygın olarak söylenip çalınan türkülerini bu dönemde derlemiş ve tanıtmıştır. 1947 yılında Muzaffer Sarısözen ve Halil Bedii Yönetken ile birlikte yurt çapında yapılan derleme çalışmalarına katılmıştır.

Kırklareli’ de Devlet Memurluğu bünyesinde olması için Bayındırlık müdürlüğünde ve İl idaresi yazı işlerinde çalışmış, kırsal kesimi adım adım gezerek türkü, mani, özdeyiş ve söylenceler toplamıştır. 10 Ocak 1982 yılında Kırklareli’ de hayata gözlerini yumarken arkasında yüz yıllarca söylenecek türkü demetleri bırakmıştır. Ruhu şad olsun.


Aşık Ali Tamburacı’ nın eserlerinden seçmeler.

KIRMIZI GÜLÜN ALI VAR

Kırmızı gülün alı var (aman aman)

 Her gün ağlasam da yeri var

 Bugün benim efkarım var (aman aman)

 Ah bu gönül arzuler seni seni yar seni

 

 Kırmızı gülü budarlar (aman aman)

 Altına meclis kurarlar

 Güzeli candan severler (aman aman)

 Ah bu gönül arzuler seni seni yar seni

 

 Kırmızı gülün pürçeği (aman aman)

 Yar önünde oynar köçeği

 Neyleyim yarsız döşeği (aman aman)

 Ah bu gönül arzuler seni seni yar seni

...................................................

BAHÇELERDE BİBERİYE (MAKİDONLU)

Bahçelerde biberiye

 Şişe dolu amberiye

 Sen benimsin gel beriye

 

 (Bağlantı)

 Aman aman aman balabancı

 Sol yanımda vardır sancı

 Aman Makidonlu Makidonlu

 Güzellerin içinde pek şanlı

 

 Bahçelerde olur marul

Sular akar harıl harıl

 İnce belden sıkı sarıl

 

 Bağlantı

 

 Bahçelerde olur haşhaş

 Rakı içtim oldum sarhoş

 Ela gözler olur bir hoş

.......................................

TABAKAMDA TÜTÜN YOK

Tabakamda tütün yok (Hanım Ayşem)

 Akıl başta tütün yok

 Dolaştım Şam'ı şarkı (Hanım Ayşem)

 Senden sıtkı bütün yok

 

 Kahve Yemen'den gelir (Hanım Ayşem)

 Bülbül çemenden gelir

 Ak topuk beyaz gerdan (Hanım Ayşem)

 Hergün yabandan gelir

 

 Kahve Yemen'siz olmaz (Hanım Ayşem)

 Bülbül çemensiz olmaz

 Yari çirkin olanın (Hanım Ayşem)

 Başı dumansız olmaz

.................................................

YÜCE DAĞ BAŞINDA KERVANIN UCU

Yüce dağ başında da hey aman aman kervanın ucu

 Gelenden geçenden de hey aman aman alırlar bacı

 Gurbet elde kalmışam hey aman yok kardaş bacı

 Ak gül konçesini de hey aman aman yarime takın

 

 Yüce dağ başında da hey aman aman kandiller yanar

 Kandilin şavkına da hey aman aman gelinler oynar

 Herkes sevdiğine de hey aman aman böyle mi yanar

 Ak gül konçesini de hey aman aman yarime takın

AŞIK ALİ TAMBURACI


YEREL TARİH ÇALIŞMALARINA GÜZEL BİR ÖRNEK


 

Ahmet Rodopman

İki gün önce elime geçen kitabı iki gece de okudum. Ama aklım ‘’DOĞU RODOPLAR’ DA BİR KÖY :TAŞLI’’ adlı kitapta kaldı. Dönüp dönüp bakıyorum altını çizdiğim sayfalarına. İsterseniz sizlerle birlikte de bir dolaşalım satır aralarında.

Kitabını ‘’İnsanların Sığmadığı Dünyada. Hazin Bir Balkan Hikayesi ’’ cümlesi ile tanıtan Emekli Öğretmen Raif Güven, bence hikayeden çok fazla yaşamsal ve tarihsel betimlemelerle bir yazım örneği vermiş. Sayfaları okuyanı alıp sanki yüzlerce yıl gerilere götürüyor, bilgi ile yoğuruyor, Balkan coğrafyasını belletirken, doğa panoramasının içindeki insan gerçeğiyle karşılaştırıyor.

Eseri öylesine güzel ve doyurucu ve benzersiz olmasına karşın kendisini, öğretmenlere has bir mütevazılıkla tanımlayıp, beni en çok kendine çeken şu cümlelerle sözlerine devam ediyor.

<<Bu bir roman değildir. Burada Taşlı Köyü ve etraf köylerin bir zamanlar yaşamını, örf ve adetlerini, toplumsal olayları ve oluşumları, değişimleri, kültürünü gelecek nesillere aktarabilme çabasıdır. Aynı zamanda bu bir kültür kitabıdır. Doğu Rodoplar’ ın bir köyü olan Taşlı’ da ve etrafında hayatın öz verisini, yaşamın kalp atışlarını yalın bir dille, elimden geldiği kadarıyla Sizlere aktarmaya çalıştım. Bunu yaparken de Evrensel ve Ulusal tarihi olayların Köyümüz ve bölgemiz üzerindeki etkilerini göz önünde tutarak yapmaya çalıştım. Gerekli bulduğum yerlerde bazı alıntılar yaptım. Bunları da son sayfadaki “Kaynaklar” başlığında belirttim.

Hayatım boyunca çok kitaplar okudum ama hiçbir zaman kitap yazmayı düşünmedim bile. Bir gün baktım ki yaşım ilerliyor, nasıl olsa bir gün bu dünyadan göçüp gideceğim, “Niçin yaşadığım müd¬det zarfında etrafımda, köyümde ve memleketimde olan değişiklikleri, şahit olduğum olayları, bizzat yaşadığım hadiseleri birinci elden benden sonraki nesillere aktarmayayım’’ diye düşündüm. Bu konularda tecrübem yoktu. Daha önceden yazılmış, örnek alabileceğim bir cami günlükleri, okul günlükleri veya geçmişi anlatan özel kişi günlükleri gibi bir şeyler elimin altında yoktu. Etrafımda fikirlerimi paylaşabilecek, yazdıklarımı okuyacak, fikir soracak ve bana yön verebilecek kimsenin olmaması ve benim bu husustaki tecrübesizliğim beni çok zorladı. Bu kitap denemesinde okuyacaklarınızın tümü, benden önceki yaşlı kuşaklardan işittiklerim, kendi şahsi yaşadıklarımdan ve gördüklerimden, ibarettir. Bir belgesel asla değildir ama tarihi özelliği vardır ve onun için bir tarih sayılabilir. Eksikleri ve yanlışları olabilir. Onun için her türlü eleştiri ve öneriye açığım.

Gelin siz de yardımcı olun da köylerimizin ve bölgemizin tarihini hep birlikte, beraber yazalım. Kimin doğru bildiği, duyduğu ne varsa anlatsın, gelecek nesillere dedelerinin, babalarının nasıl, hangi şartlarda hayatlarını yaşadıklarını eksiksiz olarak anlatalım, nerelerden niçin ve nasıl geldiklerini bilsinler. Ben bunları hayattayken kendi üstüme bir vazife bildim. Ben doğru diye bildiklerimi yazdım. Eminim daha yazılacak çok önemli şeyler vardır. Bunları da gelecekte memleketimizin güzel insanlarının yapacaklarına inanıyorum. Çünkü geçmişini bilmeyenin, geleceği de parlak olmaz>>

Raif Güven. 5 mart 2019 İstanbul.

Evet, değerli öğretmenimiz Raif Güven kitabının önsözünde söylemek istediğini yazmış. Ellerine sağlık. Bizlerde 2 seneden fazla bir zamandan beri Kırklareli Yerel Tarihi bölümümüzde hep anlatmak istediğimiz, kısmen yazıp, üstüne basa basa söylediğimiz yerel tarih çalışmalarında aranan işte bu ve buna benzer anılar, söylenceler, yaşananların aktarılması. Kısaca eli kalem tutup, okur yazar olan herkesin hatırladıkları, köyüne, kentine, çevresindeki insanlara dair aklına gelenler. İşte bütün bunlar gelecek kuşaklar için önemli unsurlar. Bun yazılanlar bizler, yaşayanlar için belki pek önemsenmeye bilirler. Ancak ait olduğumuz 60-70 yaş kuşağı hızla azalıyor. Veya yaşlılık nedeni ile yazmaktan, konuşmaktan dahi yoksun kalabiliyor. Zaten kentimizde çok geç kalınmış olan bu yerel tarih belgeleri, kısa bir süre sonra istense de elde edilemeyecekler.

Bu gerçeği hatırlayarak sizlerde bir defter alıp yazmanız, veya çocuğunuza, torununuza yazdırmanız bile gelecek kuşaklar için biriktirip bırakacağınız üç, beş kuruştan daha değerli olabilir. Dedemin yaşadıkları, yazdıkları, anneannemin veya babaannemin söyledikleri, anlattıkları diye torunlarınıza paha biçilmez birer hediye bırakmış, unutulmamamızı bir ölçüde sağlamış oluruz.

Özellikle Balkanlar’ dan göçüp, Kırklareli’ ye yerleşmiş ailelerin fertlerinin ön sözünü aktardığım bu kitabı okumalarını öneririm. Bırakılan o yerlerdeki yaşantıları, zorunlu göçlerin insan ruhunda açtığı onulmaz yaraları, doğup, büyüdüğü topraklardan koparılan insanların yeni geldikleri yerlerinde hayatta kalabilmek için nasıl bir mücadele verdiklerini bir kez daha hatırlamış olacağız böylece. Göçmenliğin ne zor bir yaşam olduğunu, birinci, ikinci hatta üçüncü kuşak bile olsanız yine damarlarınızda yudum yudum hissedildiğini duyumsayacaksınız. Her güçlüğe karşı insanlık onurunu yitirmeden var olmanın sevinci ile çok şeylerin başarılabileceğini bir kez daha görecek, mutlu olacaksınız. Umarım sizler de beğenirsiniz.


8 Haziran 2022 Çarşamba

KIRKLARELİ’ NİN ATATÜRK HEYKELLERİNİN VE MASKININ ÖYKÜSÜ


 Ahmet Rodopman 

Kentlerin de bir duruşu, ruhu, geçmişleri ve gelecekleri vardır  denilir. Ne kadar doğrudur bilemeyiz ancak Kırklareli’ mizde  Mustafa Kemal Atatürk’ e duyulan sevgi, saygı ve minnettarlığın en üst düzeyde olmasının tarihsel olduğu kadar, coğrafi, sosyolojik her şeyden önce de duygusal bir özdeşliği vardır. Pek çoğumuzda Atatürk ismini duyunca, farklı bir kalp atışı, kan dolaşımı ve sevgi duygusu oluşur. O içimizden biridir, Yunanistan’ dan gelen komşumuz, Yugoslavya’dan, Bulgaristan’ dan gelen arkadaşımızdır sanki.Onun için hiç ölmez içimizdeki sevgisi. Yıllardan beri de bu böyledir. Hep gözümüzle görmek, yüreğimizde hissetmek isteriz  Atamızı. Bunun içinde ilk yıllarda heykellerini yaptırıp, göz bebeğimiz gibi sakınmışızdır yıllardan beri.

Bu girişten sonra gelelim Atatürk Heykellerimize. Yıl 1928 dir. Bir kişi vardır. Sanki dünyaya heykeltıraş olmak için gelmiş. Bunu da küçük denilebilecek yaşlarında hissetmiş bir yiğit kişi çıkıyor  karşımıza. Tüm yaşam mücadelesini de sanki Atatürk heykelleri yapmak için vermiş gibi geliyor bana. Okuyunca sizlerde ayni duyguyu duyabilecek misiniz acaba? Ahmet Kenan1904 yılında İstanbul’ da doğmuştur. Babası eski Bağdat valilerinden Mehmet Ali Bey dir. İlk öğrenimini bitirdikten sonra İstanbul Sultanisine giren Ahmet Kenan, 7. Sınıftan ayrılarak Sanayi Nefise Mektebine  geçiyor. Geleceğin büyük heykeltıraşının  kaderi böylece şekillenmiş oluyor. Sonradan ismi Güzel Sanatlar Akademisi olan yeni okulunda bir yıl okuduktan sonra o yıllarda Türkiye’ de daha henüz pek bilinmeyen Heykel sanatına duyduğu ilgi nedeni ile okulunu  bırakıp, kendi imkanları ile Almanya’ ya giderken görüyoruz kendisini. Münih’ de değişik atölyelerde, farklı heykelcilik tekniklerini öğrendikten sonra İstanbul’ a dönen sanatçımız  bir süre öğretmenlik yapıyor. Bu arada Feriha Hanım ile evlenmiş ve heykelcilik konusunda adını duyurmaya başlamıştır. İlk heykeli Galata yolcu Salonu girişine konulan Ahmet Kenan’ ın ismi, Atatürk’ ün anıt büstünü yapan, 1927 yılında Atatürk’ e poz verdirten  ilk Türk heykelci olması nedeniyle tanındı..  Artık Atatürk heykellerini, büst ve masklarını en iyi ve gerçeğe en yakın yapabilen bir usta sanatçı olarak 1929 yılında İsmet İnönü’ nün girişimleri ile ilk defa üç ayrı şehre Atatürk Heykelleri yapılması kararlaştırıldı. Bu iller içinde Kırklareli’ mizin de bulunması kentimizde büyük bir heyecanla karşılanmıştır. Böylece, 1929 yılında Amasya ve Tekirdağ ile 30 Mayıs 1930 da da Kırklareli’ mize getirilip Şevket Dingiloğlu parkının girişine konulmuştur. Böylece Kırklareli, Türkiye’ de  Atatürk heykeline sahip olan ilk üç şehirden bir olma şerefi ile tarihe geçmiştir. Heykelin açılışına yoğun işleri nedeni ile gelemeyen Ulu Önder Mustafa Kemal çektiği bir telgrafla Kırklareli halkına şöyle sesleniyordu. ‘’Heykelimizin yerine konulup açılması sureti ile hakkımda gösterilen  samimi muhabbet ve kadirşinaslıktan çok duygulandım. Teşekkür ve muhabbetlerimin muhterem halka duyurulmasını rica ederim.’’

Kırklareli’ ye bu Atatürk Heykelini yapan Heykeltıraş Ahmet Kenan Bey, bundan sonra da pek çok yere Atatürk Heykelleri yapmış, bu başarılı çalışmaları sonucunda Atatürk tarafından kendisine mesleğine  uygun olarak Yontunç soy adı verilmiştir. Bizler de kentimize böyle güzel ve anlamlı bir eseri kazandıran Merhum  Kenan Yontuç rahmetler diler ve minnettarlıklarımızı sunarız. Yazımızı biraz uzatsa da Atatürk ve Kenan Yontuç ile ilgili pek bilinmeyen bir gerçeği de aktarmak ile anılarını yaşattığımızı düşünmekteyiz.

Çocukluğumuzda her bayram çelenk koyduğumuz, 10 Kasım’ larda üşüyüp hasta olmak pahasına da olsa gece yarılarına kadar nöbet tutup meşale yaktığımız Atamızın bu ilk heykelinin hepimizde unutulmayan anıları vardır. Çok daha büyük boyutlarda heykelleri gördükten veya bizlerin çocukluk boyları uzadıktan sonra bizim tarihi heykelimiz küçük gibi görünse de, anlamı ve mermere yazılmış ve bizlerin ruhuna işlemiş olan Atamızın Türk Gençliğine Hitabesi nedeniyle gözümüzde ve gönlümüzde hep en büyük olarak kalacaktır. Pek çoğumuz onun ilkelerine sarılarak bu yaşam yokuşunda başarı ile yükseldiysek sanırım birer mermer parçasından çok daha kutsal anısı, öğretisi ve emaneti olan Türkiye Cumhuriyetine sarsılmaz inancımızdan ve tarihi Atatürk Heykelinin önünde verdiğimiz insanlık  ve namus sözümüzden kaynaklanmıştır.

Aradan 30 yıl geçip Kırklareli’ nin hem nüfus hem yerleşim yeri olarak büyümesi ile yeni bir toplanma meydanı ve yeni bir Atatürk Heykeli yapılma gereksinimi duyulmuştur. Bu yeni girişim o zaman Kırklareli Vergi Dairesi Müdürü olan, sonra belediye seçimlerinde Başkanlık koltuğuna oturan başkan Mehmet Akyürek tarafından başlatılmıştır. Oluşturulan ‘’Kırklareli Atatürk Heykelini Yaptırma Derneği’’ ile çalışmalara başlanmıştır. Heykelin şekli, konumu,Atatürk’ ün duruşu gibi ana noktalarda anlaşıldıktan sonra yapımına geçilmiştir. Kırklareli halkının bu güzel eserin bir an evvel yapılıp yerine konması için maddi, manevi yaptığı yardımlar ve kurumların büyük uğraşlar sonucunda Atatürk heykelleri ile ismini duyuran Heykeltıraş Rahmi Ertemiz tarafından tasarlanıp yapılmıştır.

Heykelin kompleksinde;Mustafa Kemal Atatürk’ ü askeri kıyafeti ile bir dünya kaidesi üzerinde şaha kalkmış bir atın üzerinde görmekteyiz. Bir süre heykelin kalkan elinin neresini gösterdiği tartışılsa da Kırklareli’ halkı bu yeni heykeli de çok sevmiş, Atamızın emaneti olarak bilip bağrına basmıştır. Arkasında kafeterya ve çay bahçesi olan heykel her dönem Kırklareli’ nin buluşma yeri olarak önemini korumuştur.Orijinal alçı modeli 1 yıl, dökülmüş metal hali 1.5 yıl süren hayli yoğun bir uğraş ile ancak 10 yılda bitirilebilmiş, bu arada derneğin başına şehrimizin saygın isimlerinden olan Necmettin Efe getirilmiştir. Kendisinin üstün gayret ve uğraşları sonucunda ancak 28 Ekim 1971 yılında bitirilerek yerine yerleştirilebilmiştir. Sonra çevre düzenlemeleri ile bu günkü halini alan şehrimizin  çüç kaynağı Atatürk heykellerimiz iki adet olmuştur.1971 yılı fiyatları ile 110.000 Türk lirasına mal olan değerli heykelimiz tunçtan yapılmış olup, 4.05 metre yüksekliği ile en yüksek Atatürk heykellerinden biri olarak bilinip metal ağırlığı olarak 3.5 top gelmektedir. Atamızın değişmez bir dünya lideri olduğunun göstergesi olan dünya üzerinde Atatürk figürü Atamıza olan sevgimizle bütünleşince şehrimizin vazgeçilmez bir parçası olmuştur.

Gelelim pek bilinmeyen Atatürk’ ün maskı olayına. A.Kenan Yontunç ile Atatürk’ ün sanata değgin arkadaşlıkları devam ederken mesleğinde gösterdiği üstün başarıları nedeni ile Yontunç Güzel Sanatlar Akademisine eğitmen kadrosuna atanmış 1969 yılına kadar akademik görevlerini sürdürüp emekli olmuştur. Atatürk’ ün sağlığında kendi isteği ile yüzünün kalıbının çıkarılmasına A.Kenan Yontuç görevlendirilmiştir. Hastalığının bir hayli ilerlediği günlerde Yontunç Atamızın ölümünün gerçekleşmesinin hemen ardından  maskın model,ini alacağı için bütün hazırlıklarını yapmıştır. Ve 10 Kasım 1938 günü gelmiş. bütün Dolmabahçe Atasının ölüm haberi ile yasa boğulurken saat 10.00 civarında hazırlamış olduğu bütün malzemelerle odaya gelen A. Kenan Yontuç  hoca işleme başlaması ile heyecanının doruğa çıkması sonucunda düşüp bayılmıştır. Bir yanda hekimler Yontuç’ u ayıltmaya ve işlemin yapılmasına uğraşırken Mask alma işleminin gecikmemesi için Hıfzıssıhha Müdürü Hikmet Beyin bu içi yapması kararlaştırılmış ve Hikmet Bey Mask alma işlemini tamamlamıştır. Bazı resimlerde görülen sevgili Atamızın ölümünden sonra alınan ilk ve tek maskıdır. Maskın Askeri müzede bulunduğu belirtilmektedir. 

Böylece heykellerimizin öykülerini genişçe bir şekilde öğrenmiş olmaktayız. Sanırım bundan sonra bu heykellerin yanından geçerken geçmişleri, anlamları ve önemleri konusunda daha farklı düşünülecektir.


KIRKLARELİ PARKI, TARİHİ, BU GÜNKÜ HALİ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


 Ahmet Rodopman 

Kırklareli’ ye Ramazan Bayramı için geldiğimde güzel anılar, sohbetler ve edindiğim yeni bilgilerle dönmenin sevinci yaşarken bazı noktalarda duyduğum üzüntü ve hüznü de yazmadan edemeyeceğim.

Bunlardan en önemlisi de şehrin ilk kurulduğundan beri merkezinde yer alan Şevket Dingiloğlu Parkı idi. Kırklareli’ de doğup büyüyen, gelip geçen, yerleşip yaşayan hemen hemen herkesin göz ve beyin hafızasında o meşhur çınar ağacı, Atatürk Heykeli, havuzu ve kenarlarındaki ağaçların altındaki masalarda içilen gazozu, çayı, kahveyi, her şeyden önemlisi de yapılan sohbetleri unutulur mu? Unutulmaz elbette. Ama 50 yıl önce bıraktığım kentimde özlemle dolaşırken ne yazık ki o eski parkı göremedim. Adeta bir harabe gibi, kaderine terk edilmiş, gözden çıkarılmış bir arsa haline gelmiş gibi geldi bana. Zaten bir tarafında Arasta(Bedesten) yangınından sonra işyerleri yanan esnafa geçici bir mekan olarak yapılan ahşap kulübeler ayrı bir görüntü kirliliği yaratırken, bakımsızlıktan içinden geçilmek bile istenmeyen hali içimi sızlattı. Oysa ne güzel çocukluk, iİlk gençlik anılarım vardı şimdi olmayan o masalarda ve sandalyelerde. Sevdiğim, kaybettiğim o yakınlarım gibi yoklardı artık parkta. Bir soluk alıp karnımızı doyurmak için Küçük Mustafa Köftecisinin üst katında oturup köftelerimizi yerken, uzaktan da olsa resimlerini çekmekle yetindim ne yazık ki.

Oysa Kırklareli tarihi demek belki de bir ölçüde Parkın tarihidir de demek gerekir. Kırklareli’ nin önce Bizanslılardan bir kaç yıl sonra 1368 yılında  Bulgarların işgalinden kurtarılıp alınmasından itibaren Kırklareli’ nin bir Osmanlı şehri olarak yapılaşmasında  merkezi ilk nokta olmuştur. Önünden geçen Bağlıca dere üzerinde yapılan tahta köprüleri  kentin iki yakasını birleştirmektedir.  İlerleyen yıllarda istimlak edilip yıkılan, hemen yanında eski çifte hamamlar ve karşılarında altta çeşmesi, üstünde kahvehanesi olan dinlencesi bulunmakta idi. Trakya’ da ilk yapılan camii ve külliyelerden olan Büyük cami, bedesten ve çifte Hamamlar ile klasik Osmanlı Balkan kenti görünümü alan bu yapılaşma, büyük bir şans, koruma ve öngörü ile bu güne kadar yok olmadan gelebilmiştir..Kırklareli Osmanlılar tarafından alınmasından  kısa bir süre sonra şu anda parkın Yapı ve Kredi Bankası tarafındaki bölümüne büyük bir Menzil Hanı Yapılmıştır. Bu han1800 lü yılların sonuna kadar çok iyi çalışmış bütün kuzeye giden yolcuların uzun süre kalabilecekleri önemli bir konaklama ve alış verş yapma ve ulaşım merkezi haline gelmiştir. Özellikle Menzil hanının önünde n geçen cadde  Bulgaristan’ ın Tırnavo kentine geçişi sağladığı için Tırnavo adını almış ve bu cadde üzerinde de Gümrük Hanı gibi irili ufaklı geçici han ve oteller yapılmıştır. Kırklareli’ yi en kestirme yoldan Tırnavo’ ya(Bulgaristan) oradan da Romanya, Macaristan, Moldavya, Ukrayna gibi kuzey ülkelerine gidiş ve gelişler için kullanılmaktadır. Zamanla atla, araba  ile, yayan veya kervanlarla yapılan bu yolculuklar azalmış, özellikle 1877-1878 yılı Osmanlı Rus savaşından(93 harbi)  sonra bu topraklar Osmanlının elinden çıktığı için ve Kırklareli Balkan Savaşları sonucunda artık son sınır şehri olarak kalınca, hanlar işlevlerini yitirmişlerdir. Gümrük Hanının Atlas , İnci Sinemasına dönüştüğü gibi, diğer hanlarla birlikte Menzil Hanı da işlevlerini yitirmişlerdir. Menzil Hanının özelliği sahipleri olan Macerakiler’ in Trakya’ da en sözü geçen, zengin kişilerin olması idi. Değişik yerleşim yerlerinde kuyumcu dükkanları ve diğer gelir getiren varidatları olup, Avusturya hükümetlerinin konsolos vekilliğini de yapmaktaydılar. Macarakilerin bir kısmı Lozan Barış Antlaşması öncesinde Kırklareliyei terk edip, Başlıca Yunanistan olmak üzere farklı ülkelere gitmişlerdir.Kalan diğerleri ise 1924 mübadelesi ile şehrimizden ayrılmışlardır. Ancak Yayla’ daki evlerinin ve yaşantılarının şatafatı uzun yıllar Kırklareli^’ de dilden dile dolaşmıştır. Bir başka yazımda Mararakilerin arabuluculuk yaptıkları Osmanlı’ daki ilk tren soygununu ayrıntıları ije anlatmıştım. İşte bu güçlü ve zengin aşlenin elinde bulunan Menzil Hanı ve etrafındaki bütün küçüklü, büyüklü ev ve işyerlerini bütün imkanlarını kullanarak istimlak etmeyi başaran ve bizlere şehrin tam ortasında olşdukça büyük bir alanı temizleyip bırakan bir kişi çıkıyor Kırklareli’ de karşımıza.

İşte, Balkan savaşlarının hemen ertesinde gerek ailesi, gerekse kendisi bile başlı başına bir kaç konuda anlatılacak olan o kişi Muhittin Bey. Ailesi Kırımdan gelen Trakya’nın en zengin ailelerinden Şair Mehmet Tevfik Bey Baba nın torunu, Şair Servet Bey Baba’ nın oğlu olan Muhittin Özenbaş 1915 yılında Kırklareli belediye başkanı oluyor. İyi yetişmiş, Mülkiyede okumuş olan Muhittin Özenbaş zorlu uğraşlar vererek uzun yıllar Kırklareli’ nin tek kullanılan meydanını oluşturuyor. İşte Cumhuriyet Meydanı ve Şehir Parkı olarak kullandığımız yerler kentimize o zaman kazandırılıyor. Geniş ufuklu bir aydın kişi olan Muhittin Bey o yıllarda İstanbul’ a gelen Avusturya’ lı mimara şehir planı yaptırmıştır. Aynı Avrupa şehirlerinde olduğu gibi ortada bir meydan, bu meydana açılan ve meydanın çevresinden belirli açılarla dağılarak şehrin sonuna kadar giden caddelerden oluşan modern bir şehir planı  oluşturmuştur. Dikkat edilirse, hala Cumhuriyet Meydanına  açılan 7-8 cadde  li bu sistem devam etmektedir. Ne yazık ki 100 yıl önce yapılabilmiş bu sistem, sonradan oluşan yeni Kırklareli’ de gerektiği gibi yürütülememiştir. Son zamanlar da ise artan taşıt trafiğinden değil taşıt, insanların bile yürüyemeyeceği bir karmaşaya neden olunmuştur. Adı geçen kişilerin Kırklareli Tarihinde hayli ilginç öyküleri olduğu için burada değil de bir başka bölümde anlatılacağından biz yine parkımıza dönelim.

Menzil Hanının oldukça büyük olan alanına ilave olarak arkada ki evler ve bahçelerde, Kocahıdır İlk Okuluna kadar istimlak edilip yıkılınca düzlenip, eğime uygun olarak taraçalar yapılıp çeşitli ağaçlar dikilmiştir. 1932 yılından başlayarak bu oldukça büyük alanın orta kısmına büyük uğraşlar verilerek çok güzel ve işlevsel bir Halk Evi inşa edilmeye başlanmış ve her yıl artan etkinlikleri ile bölge kültür, eğlence ve öğrenim alanı haline getirilmiştir. Halk Evinin arkasdında kalan büyük alan Kapalı bir konser ve tiyatro salonu olarak düşünülmüşse de yaklaşan II. Dünya Savaşının sıkıntıları nedeniyle vazgeçilmek zorunda kalınmıştır. Fotoğrafta  görülen genç Çınar Ağacı, şimdi yolun genişlemesiyle kenara kadar gelen tarihi Çınar ağacıdır. Hani bir dile gelse de anlatsa bize görüp, yaşadıklarını.

Parkımızın öyküsü henüz bitmedi. Ama, I.Dünya Savaşı bitti. Kırklareli bir beladan kurtulurken başka bir bela olan Mondros Mütarekesinden sonra, Osmanlı İmparatorluğunun dağılacağını anlayan bir avuç aydın yurtsever vatan savunması için çareler aramaya başlamışlardır. Muhittin Özenbaş da Trakya’da kurulmaya başlanan Müdafaa- i Milliye Cemiyetini’ nin ilk şubelerinden biri olarak, bir kaç arkadaşı ile birlikte Kırklareli’ de kurmuştur. Daha sonraları Trakya Paşaeli Müdafaii Hukuk Cemiyetlerine evrilecek olan bu direniş çalışmaları hızla yürürken, Yunan işgali başlamış, cemiyetin bir kaç gözü pek çalışanı ile birlikte Muhittin Bey,  İstanbul’ a  gitmiş ve gerek maddi, gerekse manevi olarak Anadolu’ da başlayan kurtuluş mücadelesine silah ve mühimmat sağlama uğraşını vermiştir. Ülkemizin bulutsu yılları olarak geçiştirdiğimiz bu yıllarda Muhittin Beyi kah İstanbul’ da Kuvva-i Milliyeci’ lerle kah İğne Adadan İnebolu’ya asker ve mühimmat sevk ederken görebiliyoruz. Ankara Hükümetinin Trakya şubesi gibi çalıştığı belirtiliyor. Bu arada, Şevket Dingiloğlu ve cemiyetin diğer üyeleri de bütün evrakları kaçırıp Dereköy üzerinden Bulgaristan’ a sığınarak işgal yılların boyunca cemiyetin faaliyetini sürdürmüşlerdir. İşgal süresince Istranca Ormanlarına çekilen direniş güçleri, yurt dışına çıkanlar ile Anadolu’ da kurtuluş için savaşanlar arasında iletişimi sağlamış ve Yunan kuvvetlerine  vur kaç şeklinde yaptıkları baskınlarla korku salmışlardır. Bu nedenle Yunan Kuvvetlerinin Anadolu’ ya geçip, Türk Birliklerine arkadan saldırma şanslarını kesmişlerdir.  Böylelikle zor yıllar atlatılmıştır. Mudanya Mütarekesi sonrasında , yurtlarını , evlerini terk edenler yavaş yavaş geriye dönmüşler, hayat kaldığı yerden devam etmeye başlamıştır. Tabii ki Yunan İşgali sırasında kimsenin parkı görecek hali kalmadığı için, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte devlet kurumları oluşturulmuş, belediye başkanlığına 1922-1930 yılları arasında Şevket Dingiloğlu getirilmiştir. İşgal süresince yanıp, yıkılan şehrin yeniden yapılanması sırasında da yollar, binalar yapılırken Kırklareli’nin uzun yıllar boyunca en geçerli sosyalleşme alanı olan parkımızda yapılmış, düzenlenmiş ve kullanıma açılmıştır. Yıllarca sonra da, yapılma aşamasında hayli emeği geçtiği için Şevket Dingiloğlu Parkı adı verilmiştir. Bu tarihi parkta 1920-1970 yılları arasında Kırklareli’ de yaşayanların çok fazla unutulmaz anıları vardır. İçimizde anımsayanlar olacaktır mutlaka. Kırklareli’ de oturup dinlenebilecek, tanıdığı kişilerle görüşülebilecek tek yer olarak bu şehir parkı vardı. Hele sıcak yaz gecelerinde adeta vazgeçilmezimizdi. Daha hava kararmadan çocuklar havuza yakın masaları kapmaya giderdik. Sonra anne ve babalar, konular, komşular gelirdi. Çaylar, gazozlar içilir. İsteyen yolun karşısındaki Cennet Pastanesinden tatlı veya dondurma alır yer, geleneksel ayçiçeği çıtlama gürültülerine sohbet sözcükleri karışır, Tarihi çınarın yanındaki  su havuzu veya arkasında ki kum havuzunda  çocuklar oyunlar oynar, tellere veya ağaç dallarına asılan renkli küçük elektrik ampullerinin aydınlattığı yerlerde genç kızlar ile genç erkekler birbirleri ile bakışır, bakışlarla anlaşırlarsa parkın daha tenha köşelerinde konuşurlardı. Hatta, ayaküstü yapılan bu bu konuşmalar kimi kez de yeni evlilikler için atılan ilk adımlar olurdu. Böylece Kırklareli’ nin sıcak yaz günlerinin ardından gelen serin gecelerinde insanlar dinlenir ve evlerine sakin, sessiz dönerlerdi. Bu ritüel yıllar, yıllar boyunca tekrarlandı. Ta ki nedendir bilinmez aklı evveller parkımızı, halkımızdan mahrum bırakana kadar. En azından yüz yıllık bir anlamlı geçmişi olan parkımız yıllar içerisinde ne hüzünleri ne sevinçler yaşamıştır, bunları bilenlere sormalı. Askere gidenler bu parkta  vedalaşır, haçtan gelenler burada karşılanır, Otobüsler bu parkın yanından kalktıkları için, yolcu bekleyenler, yola gidecekler burada soluklanırdı. Milli bayramlar o zamanlar Cumhuriyet Meydanı olan parkın önündeki geniş alanda yapılır, resmi geçit parktan izlenirdi. Bana en hüzün veren yanı, şehit askerlerin bayrağa sarılı tabutlarının askeri bando eşliğinde taşınıp götürülmeleri idi. Bunun yanında  hemen yan tarafta bulunan  Belediye binasında nikahlar kıyıldığı ve düğünler yapıldığı için gelin-damat geçitleri eksik olmazdı. Sünnet çocuklarının sünnet kıyafetleri ile dolaşmaları hiç bitmezdi. Pazar günleri Askeri Bando bayrak indirmeye giderken herkes selam durur, askerler alkışlanırdı.

İşte böyle bir masal gibi anlatıla gelmiş bir kent mekanından söz ediyoruz şimdi. Her birimiz için anısı olan bir yeri mutlaka vardı parkımızın. Benin en çok Halk evine çıkan merdivenleri hoşuma giderdi. Rahmetli babam anlatırdı, vaktiyle Kırklareli’ nin bir Vahit Dedesi varmış. O yaz günleri bu merdivenlere oturur gençlerle söyleşirmiş. Aynı 2300 yıl önceki Atinalı Sokrates gibi. Sonradan bu kendine özgü davranışları olan kişinin Vahit Lütfü Salcı olduğunu öğrenmiş, lise yıllarında çok arayıp soruşturmama karşın pek bir bilgi edinememiştim. Neyse ki şimdi internetten hakkında yeni bir şeyler öğrenebiliyoruz. Ama Kırklareli kendisine  çok şeyler katan, bir dolu şeyin ilkini yaşatan Vahit Dede’yi de aynı şehir parkını olduğu  gibi unutup, unutulmaya terk etmişiz.

Oysa gerek tarihi parkımız, gerekse  şimdilerde değerini anlayabildiğimiz Vahit Lütfü Salcı’ mız ve onlar gibi onlarcası, yüzlercesi, bizlerin vurdumduymazlığı, umursamazlığı yüzünden unutulup gidiyor. Yenine ne koyduğumuzu bilemiyorum. Ama Kırklareli' ye her gelişimde özelliklerinden, öz benliğinden çok şeyin yitirildiğine şahit oluyorum. Buda beni çok üzüyor. Biraz olsun hatırlatabilmek için, belki ileride birileri çıkar merak eder diye durmadan yazmaya çalışıyorum.

Parkımızın da diğer pek çok değerimiz gibi yok edilmesinin önüne geçilmesi için hatırlatmalarda bulunuyorum. Hele Kırklareli’ de iken kulağıma gelen çok katlı İş Merkezi veya AVM yapılacakmış söylemlerine öylesine canım sıkıldı ki oturup Kırklareli’ nin en önemli bir parçası olan Parkımızı yazmak geldi içimden ve farklı bir şeyler düşünenlere de ağız dolusu DOKUNMAYIN PARKIMIZA diye seslenmek istedim. Duyarlarsa, duymak isterlerse tabii ki. 

 

Parkımızı yazıp Atatürk heykelimizi yazmamak olası değil tabii ki. Ancak bu büyük emanetinde en az parkımız kadar ilginç bir öküsü var. Burada yazsan çok uzayacak. En iyisi bir sonraki yazımızda Aziz Atamızını sağlığında yapılan nadir heykellerinden biri ve çok özel Heykeltıraşımızı yazmayı da birlikte ele alalım. Hep beraber görelim Parkı, Halk Evini, Çınarı ve Atamızı bize özel yapan özelliklerini tanıyalım. Çünkü kentimizin birbirinden ayrılamayacak değerleridir onlar.‘’Kentler de insanlar gibidir, anılarıyla birlikte yaşarlar, yaşatılırlar’’


15 Mayıs 2022 Pazar

GİZEMLİ KIRK SÖYLENCESİ VE KIRKLARELİ’ NİN ‘’KIRKI’’


 Ahmet Rodopman 

Kırklareli’ nin isminin nereden geldiği ile ilgili tarihi bilgi ve belgeleri derlemeye çalışırken, aslında Kırk sözcüğünün asıl rolü oynadığını çıkarsadım. Ardından şu kırk sözcüğünün etimolojisi(köken bilim)ni araştırmanın daha mantıklı olabileceğini düşündüm. Bunun içinde tarihteki ilk yazılı metinlerden başlayarak, sözlü aktarımlara ve ilkel toplumlardan başlayarak oluşturulan kültürel birikimlere eğilmek zorunluluğu duydum.

Dünyaya gelişimizden başlayarak, anlamasak da ilk ve en çok duyduğumuz sözcüklerden birisi de ‘’Kırk’’ sözcüğüdür. Çünkü annemizin rahminde 40 haftalık bir saltanattan sonra dünyaya gözlerimizi açıyoruz. Ardından, Kırkı Çıkmak, Kırkını Çıkarmak, Kırkını Uçurtmak la hayatımıza giren Kırk sözcüğü, bu dünyadan ayrılıp, ebediyete karışıncaya değin insanı bırakmaz. Öldükten sonra bile Kırkı sayılır, Kırkı dolması beklenir, ardından dualar okutulur, hele Kırk Hoca yı toplayıp, dua okutup, yemek verip, helva dağıtılırsa yattığı yerde rahat edeceğine inanılırsa, kırk söylencesi beşikten, mezara kadar insanlığın peşini bırakmıyor diyebiliriz. Bu kabullenişler anadan kıza, babadan oğula, nesilden nesile aktarılarak sürüp gelmiştir günümüze değin.

Evet bu gelenek Orta Asya’ dan başlayarak tarih boyunca Türklüğün  yayıldığı tüm coğrafyalarda etkinliğini sürdürerek gelmiştir. Ancak bu belli sayılara bir takım anlamlar yükleyip kutsamak sadece Türk ve Müslüman aleminde değil de yeryüzündeki, her din ve ırkta da,  yani  tüm insan topluluklarında göze çarpmaktadır. 1,2,3,5,7,9,12,13,19.21,40, 48, 52,72,100 gibi sayılar farklı toplumlarda farklı anlamlar yüklenerek günümüze kadar sürmüş ve bir çoğumuzun da yaşamını etkiler hale gelmiştir.

Dünya üzerinde ister dini, ister din dışı inanışlarda değişik sayılara değişik anlamlar yüklenirken kentimize neden kırk sayısı yakıştırılarak bir ad verilmiş olduğuna  şimdiye kadar net bir yanıt verilememiştir. Çeşitli yakıştırma ve benzetmelerin olduğunu eski belgelerde görebiliyoruz. ‘’ Kentimizin Öyküsü ‘’ adı ile yazdığım yazı dizimde günümüzden 7.900 yıl önceden başlayan Kırklareli tarihinde değişik zamanlarda farklı isimler ile anıldığını gördük. Bunlardan Herakliya, Vrisium, Verisse, Bozili, Narisse  Roma imparatorluğunun Kırklareli’ye hakim oluncaya değin verilen isimler olarak tarihte yerlerini almışlardır. Tarihsel süreç içinde milat denilen tarih, Kırklareli adı için de bir hayli önemli olduğunu anlıyoruz. Hıristiyanlığın yayılmaya başlaması ile birlikte tiranlıkla yönetilen Roma topraklarına giren Hıristiyan misyonerler şiddetle cezalandırılmaya başlanmıştır. Özellikle Anadolu’ da çok büyük güçlüklerle karşılaşan ilk Hıristiyan’ lar seneler içinde zor da olsa Trakya’ ya geçmişler ve Roma’ ya doğru yeni dinlerini yaymaya çalışmışlardır. Ancak Roma yetkilileri, kendileri için sakıncalı gördükleri bu yeni dini yaşamaya çalışanları Trakya topraklarında da rahat bırakmamış, korkunç denilebilecek uygulamalarla cezalandırmıştır. Roma askerlerinin hışmından korunmak isteyen Hıristiyan din adamları Trakya’da saklanabilmek için yoğun orman örtüsü olan Istranca dağlarına ve bol miktarda bulunan mağara ve oyuklara sığınmışlardır. Yıllar boyunca Aziz denilen bu ilk misyonerler Kırklareli ve yöresinde sayısal olarak çoğalmışlar ve yeni dini olabildiğince yaymışlardır. Günümüzde yeni yeni keşfedilen mağaralar, o zamanların Azizleri için mükemmel barınma ve saklanma yerleri olduğu sanılmaktadır. Bir çok yazar Kırklareli’ ye ‘’Azizler Yurdu ‘’ (Azizlerin bulunduğu yer), çok sayıda kilisenin bulunduğu yer, Kırkıncı Kilisenin bulunduğu yer, Kırk Azizler Kilisesi anlamına gelen  'Saranta Ekklesies’’ adını vermiş ve uzun yıllar bu isim ile bilinmiştir. Bizans’ a bağlı kaldığı 1300 yıl civarında da bu isim ile anılmıştır. 1360 lı yıllarda Osmanlılar tarafından alınması sonucunda da aynı isim Türkiye Cumhuriyetinin kurulup, 20 Aralık 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisinde onaylanarak, yine bir Kırk sayısına bağlı olarak Kırklareli olarak değiştirilmiştir. Bu ismin verilmesinde Kırklareli’ nin Bizans’ lıların elinden alınırken çarpışmalarda şehit düşen 40 Osmanlı yiğidinin değerli hatırasına bağlanması da ilimizin anlamına anlam katmıştır.  Kırklar tepesinde yatmakta olan 40 şehidimizin ruhlarının koruyuculuğu altında mutlu ve huzurlu günler sürmenin sevincini yaşamaktayız.

Kırk Şehidimizi ışıklar içinde kabirlerinde bırakıp, biz şu kırk söylencesinin tarihin derinliklerinden gelirken, günümüze nasıl ve ne şekilde ulaşıp anlamlar kazandığına hep birlikte bakalım. Her belgeyi incelediğimde, her okuyuşumda yeni kırklar ilave etmekten yoruldum desem yeridir. Artık kırklara karışmadan şimdiye değin saptadıklarımı listeleyip, değerlendirmenize sunayım dedim.

’40′ sayısı daha ziyade İslam toplumunun günlük yaşamında en çok kullanılan sayıdır. İçinde kırk sayısı geçen isim ve deyimlerin bazıları şunlardır: Kırkpınar, kırk haramiler, kırk-ikindi yağmurları, kırk dereden su getirmek, kırk bir kere maşallah, kırk ev kedisi, kırk para, kırk yılın başı, kırk yılda bir, kırk yıllık dost. kırk katır mı, kırk satır mı, bir fincan kahvenin kırk yıl hatırının olması…

Kırk sayısının özel ve uğurlu bir sayı olduğuna, bazı tabiat varlıklarını temsil ettiğine çok eski çağlardan beri inanılır. Dinde, matematikte, astronomide, astrolojide, edebiyat ve tasavvufta ayrı ayrı anlamlan vardır.

Kırk sayısı eski Mısırlılarda gök varlıklarının kendi yörüngeleri üzerindeki dönüm sürelerini gösterir. Tevrat’ta da insanın yaş dönemlerini belirtir. Muhtemelen ‘kırkından sonra azmak’ veya ‘kırkından sonra saz çalmak’ deyimleri de buradan kaynaklanır.

Eski doğu ülkelerinde, Hindistan’da ve Türklerde büyük önem taşıyan kırk sayısı sonradan İslam inançları içerisine girdi. Kırk sayısı Kuran’da ve onun hükümlerine dayanan hadislerde de geçer. Bunların biri de insanın 40 yaşında olgunlaşması ile ilgilidir. Hz. Muhammed’e 40 yaşında peygamberlik verilmesi, İslam dininin doğuşu sırasında ona ilk bağlananların kırk kişi olması, kadınlarda hamileliğin 40 hafta sürmesi de bu sayının kutsallığına olan inancı geliştirmiştir. İnsanın malının kırkta birini zekat olarak vermesi de bununla ilgilidir.

Ayrıca, insanlar tarafından Nuh tufanının 40 gün süren yağmurlardan sonra oluştuğuna, Tanrının Hz. Adem’in çamurunu 40 gün yoğurduğuna, dünyanın sonu yaklaştığında Mehdi’nin kıyametten önce 40 yaşında ortaya çıkacağına ve kırk yıl yeryüzünde kalacağına inanılır.

Doğum yapmış kadınların çocukları ve ölüler için doğumdan ve ölümden sonra, 40 gün geçmesi daha sonra şerbet ve lokma dağıtılması ile ‘kırkı çıkmak’ deyiminin kullanılması da 40 sayısının özelliğine olan inançla ilgilidir.

1, 2, 4, 5, 8, 10 ve 20'ye bölünebildiği için bereketli bir sayı kabul edilen kırk rakamı, gök cisimleri ve gök olaylarıyla ilk defa ilgilenen eski Bâbil'de Ülker yıldızının gözden kaybolduğu kırk günlük süreden sonra yeniden görünmesi üzerine kutlanan yeni yıl bayramı dolayısıyla kutsallık kazanmıştır.

Tarihin eski zamanlarından itibaren birtakım sayılar kutsal ve uğurlu sayılmış, inanç ve gelenekler içerisinde bu sayılara yer verilmiştir. Kırk rakamı da gerek semavî dinlere dayandırılan yorumlar gerekse eski medeniyet birikimleri, mitolojik efsaneler, gelenek, folklor vb. yönlerden Ortadoğu coğrafyası başta olmak üzere Doğu ve Batı milletleri tarafından sıkça kullanılmıştır.

Yirmi sekiz ay konağı ile on iki zodyak işaretinin birleşimini temsilen Stonehenge' deki kırk sütunun kırk adım çapında kutsal bir daire oluşturması, Britanik-Cermen geleneğinde yirmi sekiz kral veya piskoposla on iki mümine işaret eder. Kitâb-ı Mukaddes' e göre Yahuda' yı temsil eden Satürn' ün kırk yönü vardır. Eski Ahid' de insan ömrünün ideal süresi 3 × 40 yıl (120 yıl) olarak gösterilir, İsrail kralları da (Süleyman ve Davud dahil) genellikle kırkar yıl hüküm sürerler. Çıkış ve mabedin inşası sırasında her biri kırk yıllık on iki nesil yaşamıştır.

Ortaçağ Hristiyan tefsiri, tufanı kırk gün olarak belirler ve İsrâiloğulları' nın çölde kırk yıl dolaştığını kabul eder. Hz. Mûsâ' nın Tûr dağında kırk gün kalması, şeytanın Hz. Îsâ' yı saptırmak için kırk gün uğraşması, Mesîh' in mezarda kırk saat yatması (Roma Katolik kilisesinin Kırk Saat Adağı bundan esinlenmiştir), Paskalya' dan önceki Büyük Perhiz' in kırk gün sürmesi ve On Emir’ in dört İncil ile çoğaltılarak kırkı tamamlaması da bu sayının hristiyan geleneğindeki önemini gösterir.

Kur'ân-ı Kerîm' de kırk (erbaîn) rakamı dört yerde geçer. Bunlardan üçü Hz. Musa ve kavmiyle, diğeri de insanın bu yaşta kemale ermiş olmasıyla alâkalıdır. Hadislerde kırk rakamının on sekiz defa kullanıldığı saptanmıştır . Kırk rakamının ayet ve hadislerde anılması, kırk ayet veya hadisin derlendiği eserlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Hz. Muhammed' e kırk yaşında peygamberliğin gelmesi, Müslümanların sayısı kırka tamamlanınca açıktan tebliğe başlanması, ayrıca İslâm hukukunda malın kırkta birinin zekât olarak verilmesi Müslüman geleneğinde kırk rakamının önemli bir yer tuttuğuna işaret sayılabilir.

Tasavvuf geleneğinde de kırk rakamı sıkça kullanılmıştır. Tarikata girenlerin kırk günlük ön perhizini simgeleyen çile, Hz. Ali' nin kırklar meclisinin sakisi kabul edilmesi, dünyayı dolaşan ermişlerin sayısının kırk oluşu ve buradan türeyen "kırklara karışmak" deyimi, Bektaşîlik' deki kırklar meydanı, kırklar şerbeti, kırk budak ve kırk makam, insan hamurunun kırk gün boyunca rahmet yağmurlarınca yıkandığı gibi hususlar bunlar arasında sayılabilir.

Bazı rivayetler dolayısıyla inançlara yansımış başka görüş ve yorumlamalar de bulunmaktadır. Mehdî kırk yaşında gelip edip kırk yıl dünyada kalacak; kıyamet gününde göklerden fışkıracak bir duman arzı kırk gün kaplayacak; sûr ve kıyametin dehşeti kırk yıl devam edecek; günahkârlar cehennemdeki akrep ve yılanların zehrini kırk yıl hissedeceklerdir. Ölen birinin ardından kırk gün Kur'an okunup kırkıncı gün dua yapılır; yenilen haram lokma da kırk gün bedenden çıkmaz.

Kırk rakamının eski Türk kültüründe önemli bir yeri vardır. Kırgız (Kırk Kız) efsanesinden itibaren Türk destan ve masallarında kırk ve kırklar motifi önemli bir yer tutar. Orta Asya kökenli destanlarda yiğitlerin yanında kırk er, hatunların çevresinde kırk kız bulunduğu bilinmektedir. Kırk vezir ve kırk harâmiler gibi halk hikâyelerinde, Kırkçeşme, Kırkanbar, Kırkgöz, Kırkpınar, gibi yer adlarında ve "kırkı çıkmak, kırklamak, kırk oruç, kırk kurban, kırk gün kırk gece" gibi sosyal hayatı ilgilendiren alanlarda Türk geleneğini zenginleştiren kırk rakamı Türk atasözleri ve deyimlerinde de sıkça anılır. "Acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır; kırkından sonra azanı teneşir paklar; kırk kurda bir aslan ne yapsın; kırk derviş bir kilime sığar ama iki sultan bir iklime sığmaz; birisine kırk gün deli dersen deli olur" gibi atasözleriyle "kırklara karışmak, kırk deveye bir eşek, kırk gün günahkâr bir gün tövbekâr, kırk serçeden bir börek, kırk yılın başı, kırkı on paraya" gibi deyimler bu türdendir.

İran kültüründe de kırk rakamı benzer şekillerde sıkça kullanılmış ve çihl (kırk) kelimesinden türeyen pek çok kavram ortaya çıkmıştır: Çihil menâr (kırk minare), çihl sütun, çihlten (çilten, ricâlü'l-gayb), çihl vezir, çihl duhterân (kırk kız), çihl çerağ (kırk meşale), çihl sâl (kırk yıl)

Kırk rakamı Yakındoğu coğrafyasında benzer kullanımlarda yer alır. Bedevîler, kırk gün kabilenin düşmanlarıyla uğraşan bir kimsenin kırkıncı gün onlardan biri olacağını, Pakistan'ın Sind eyaletinde bir kadını kendisine âşık etmek isteyen kişinin onun adını özel bir ağacın yapraklarına kırk gün yazmasının yeterli olacağını, çocuğu olmayan kadınların ramazanın son cumasında cemaatten kırk kişinin Fâtiha sûresini bir kâğıda yazdırmaları, ulucaminin kubbesi altında kırk gün sabah namazı kılanın Hızır'ı göreceği (bu geleneğin bir varyantı İstanbul'da Ayasofya Kubbesi için geçerli kabul edilir), Habeşistan'da mavi gözlü bir çocuğun kırk gün siyahî bir kadın tarafından emzirilmesiyle gözlerinin siyaha döneceği ve Uzakdoğu meditasyonunda kırk günlük tecrübenin önemli yer tutması gibi inanışlar bunlar arasında sayılabilir.

İslâm kültüründe bazı kitapların kırk bölüm halinde düzenlenmesi (meselâ İmam Gazzâlî'nin İḥyâʾü ʿulûmi' d-dîn' i) ve masallarda kırk durak veya kırkıncı kapının bir mutlu son oluşu, arınmanın kırk gün sürmesi gibi hususlar bu sayının bir olgunluk ve tamlık ifadesi için kullanıldığını gösterir. Bunlardan başka Orta Amerika yerlileri, Afrika ve Altay kavimleri, Budistler ve özellikle Mısır, İbrânî, Arap, Bâbil, Ârâmî, İsrail gibi Sâmî kavimlerinden itibaren Ortadoğu coğrafyasında dinler tarihi, folklor ve edebiyata yansımış olan kırk rakamı diğer sayılar içinde en çok kullanılan ve kutsallık atfedilen sayı olmuştur.

Kırk söylencesini bir hayli uzattığımın farkındayım. Ama henüz 40 sayfa olmadan bitireceğim. Ancak yine de sözü sevgili Kırklareli’ mize getirip her şeyi de kırka bağlamamak gerektiğini söylemeliyim. Henüz yazılı bir belgesini bulamasam da söylencelerle gelen bir   ‘’Kır Klise’’ deyişinden söz edilir Kırklareli ismi ile ilgili. Kırklareli Osmanlıların eline geçtikten sonra gayrı müslümlerin çoğunlukta olduğu yerleşim yerlerinde yeni klise yapılmasına izin verilmeyince şehrin biraz dışına doğru kırlık bir alanda klise yapılmış ve halkın orada ibadetlerini yapmalarına izin verilmiştir. Tahminen Aşağı Pınar civarında olduğu düşünülen bu kliseden hiçbir kalıntı kalmamış olmasına karşın, Kırklise ismi kente miras kalmıştır diye bilinmektedir. Zamanla bu Kır Klise, Kırkkliseye dönüşmüş ve yüzyıllarca bu isim ile anıldıktan sonra, Cumhuriyetimiz ile birlikte bu günkü ismi olan KIRKLARELİ olarak değiştirilmiştir.

Ahmet Rodopman

10 Mayıs 2022 Salı

HIDIRELLEZ VE KAKAVA (3. BÖLÜM)

 Hasan ÇALIKUŞU

Makedonya Kralı Büyük İskender'in Mısır'ı alması ve İskenderiye şehrini kurması ile beraber Mısır’ın kadim halkı Kıptîler (Koptlar) Helenistik kültürün etkisinde kaldılar ve İon harflerini barındıran Kıptî alfabesi kullanmaya başladılar. Roma devrinde ağır vergiler altında ezilen Kıptî halkı milattan sonra Hristiyanlığa geçmeye başlayınca, bu sefer de din baskısı görmeye başladılar. Bizans İmparatoru Konstantinos Hristiyanlığı serbest bırakınca biraz rahatlarlar. Ancak Ekümenik konsilinde Hristiyan temel meseleleri hakkında anlaşmazlık çıkar ve Hristiyan cemaatinden dışlanırlar. Kendi inanışlarına göre İsa'nın ilahi ve insani yanları birdir, hiç ayrılmamıştır.
Devlet dinini Katolik Hristiyanlık olarak benimseyen Bizanslılar Kıptîlerin sapkınlığa düştüğünü söyleyip çok baskı yaparlar. Kıptîler o kadar bunalmışlardı ki Araplar saldırdığı zaman Bizanslılar'a yardım etmezler. Araplar geldiği zaman üç yüzyıl rahat ve huzura kavuşurlar. Haçlı Seferleri başladığı zaman Haçlılardan da kıyım görürler.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa zamanında devlette yüksek kademelere kadar çıkarlar. Osmanlı zamanında kendi hallerine bırakılıp İslam hukukuna göre gayrimüslim vergileri olan cizye ve haraçtan mesul tutuldular. Romanların seçtikleri “Çeribaşı” onların iş ve hizmetlerini organize eden, denetleyen, haklarını koruyan, kendi aralarındaki sorunların çözümünü sağlayan bir otoriteydi. Çeribaşı bir yıllık hizmetin karşılığı olarak vergileri de tahsil ederdi. 
16. yüzyıldan beri Trakya’da Romanların 5 Mayıs günü akşamüzeri kutlamaya başladıkları Hıdrellez kutlamaları, ertesi gün geleneksel Roman kültüründeki ‘Kakava’ yani ‘Bahar Bayramı’ ile devam ederdi. Kırklareli’de de yüzyıllardan beri süre gelen Kakava şenlikleri, müziği ve eğlenceyi seven Romanlara, diğer vatandaşların da iştirak etmesiyle daha renkli bir kutlamaya dönüşürdü. Şeytandere veya Asilbeyli deresi boyunda 6 Mayıs günü başlayan şenlikler üç gün sürerdi. Bu süre boyunca, yer, içer, oynar ve coşarlar, birbirlerine ikramlarda bulunurlardı. Hıdrellez ve Kakava şenliklerini vergi toplama vesilesi yapan Çeribaşı da üçüncü gün sonunda tahsilatını yapardı.
Roman söylencesi ve inancına göre Kakava, Mısır'a egemen olan Tanrı Kral Firavun'un, Mısır'ın eski halklarından Kopt kavmine farklı soy ve inançta olmaları nedeniyle yapılan zulümler neticesinde sularda yitirilen çok sevdikleri ve inandıkları ‘Kurtarıcı’larının dere veya akarsu boylarında aranması,  bir gün döneceği umudunun halen yaşatılmasıdır. Bu nedenle binlerce yıldan beri bu kavim ne yerleşik düzene geçmiş ne de dere boylarına gitmekten vazgeçmiştir. Onlar için ‘Kurtarıcı’nın bir gün mutlaka geceleği inancı ve bekleyişi hiç bitmeyecektir.

KAYNAKLAR: 
Kırklareli 1967 İl Yıllığı
Kırklareli 1973 İl Yıllığı
Kakava, Şerif ERCAN, Maya Dergisi, Nisan-Haziran 2005
Kırklareli 2000
Ali Coşkun YANARDAĞOĞLU Arşivi
https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1pt%C3%AEler
https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1pt%C3%AEler#/media/Dosya:Coptic_monks.jpg

#KirklareliYerelTarih   #Kakava   #Hıdrellez  #Hederlez #Ederlez  #Hiderlez #İderlez

HIDRELLEZ ve KAKAVA (2.Bölüm)


Hasan ÇALIKUŞU


Bahar yılın en güzel mevsimidir. İnsan bu mevsimde doğanın canlanmasıyla birlikte adeta bir yaşam gücü kazanır, duygular güzelleşir, düşünce berraklaşır, arzular çoğalır. İnsan kendini bir iyimserlik, neşe ve canlılık havası içinde hisseder.  Bu nedenle herkes ümitle bahara çıkmayı arzular. 

Güzel ve canlandırıcı havası yüzünden bahar, insanlar tarafından her yıl değişik âdetlerle, bir bayram havası içinde ve büyük bir coşkuyla karşılanmaktadır. Bu gelenekteki en önemli unsur ise, baharın vermiş olduğu bu nimetler karşısında insanın da ona şükranlarını ifade etmek istemesidir.

İranlılar ‘Nevruz’ (22 Nisan), Türkler ‘Hıdırellez’ (6 Mayıs), Hıristiyanlar ‘Paskalya’ (14 Mart sonrası Pazar günü) ve ‘Bahar Bayramı’ (1 Mayıs) adı altında ve diğer ülkelerde baharın ilk ayında belirli bir günde Hıdrellez, Hederlez, Ederlez, Hiderlez, İderlez, İlkyaz gibi isimlerle baharı karşılamak için geleneksel eğlenceler tertip ettikleri bilinmektedir.

Kırklareli’de kışın sonu, yazın başlangıcı Hıdrellez olarak kabul edilir. Halk takviminde bir yıl biri yaz, diğeri de kış olmak üzere iki bölümdür. 6 Mayıs’tan 7 Kasım’a kadar 186 gün “yaz”, 8 Kasım’dan 5 Mayıs’a kadar arasındaki 179 gün ise “kış” günleridir. 

Eskiden Kırklareli halkı 5 Mayıs’ta kırlardan 41 çeşit ot toplar, bunları içi su dolu bir küp veya kazana koyarlar, ertesi gün Hıdrellez sabahı bu suyla tüm aile bireyleri elini yüzünü yıkardı. Bu bir temizlik, güzellik ve zindelik ayiniydi. Ayrıca evin kapısına asılan taze söğüt dallarının o haneye sağlık getireceğine, ‘Cadı Karı’nın girmesini engellediğine inanılırdı. 

6 Mayıs Hıdırellez gecesi evdeki eski hasır ve eşyaların yakılmasıyla üzerinden atlanır ve böylece beden haşere, kötü alışkanlık ve günahlardan arıtılırdı. Hıdırellez gecesi aynı zamanda niyet gecesidir. Kim neye niyet eder, ne isterse o işin olacağına inanılırdı.  

Eski yıllarda, Hıdrelleze bir hafta kala erzaklar kontrol edilir, eksikler tamamlanır, kutlama hazırlıkları başlardı. Evlerde temizlik yapılır, piknik için yiyecek ve içecekler hazırlanırdı. 6 Mayıs günü oğlak veya kuzu çevirme yapmak, sucuk kızartmak, köfte pişirmek adettendi. Ayrıca çörekler de yapılırdı. Bir gün önce pazılar açılır, çörekler döşenir, aralarına yumurta, peynir ve yağlar konurdu. Ayrıca bir çöreğin içine para yerleştirilirdi. Fırında pişirilen çöreklerden yenirken para kime çıkarsa o kişi evin en kısmetli kişisi olduğu anlaşılırdı. Hıdrellez aynı zamanda bereketin başladığı günlerdi. Hıdrellezde koyun ve keçilerin ilk defa sütleri alınarak bunlardan peynir, yoğurt ve ekşimik yapılırdı. 

Hıdrellezde öğleden sonra eğlenceler yapılır, salıncaklar kurulur, maniler söylenir. Bu arada köyün delikanlıları sevdiklerine biraz daha yakın olma özlemi içindedir. Kızlar delikanlılara imalı şekilde maniler atarak uzaklaşmalarına izin vermezlerdi. 

Gitme yârim batoza

Gözlerin batar toza

Nasıl vuruldun yârim

O kuru beyaz kıza.


Erkeklerin cevabı şöyle olurdu:

Mari başlık başımda 

Ateş yanar karşımda 

Haklısın be yârim

Cahillik var başımda.

Hıdrellez akşamı toplanan genç kızlar, bir çömleğin içine kendilerine ait bir eşyayı (boncuk veya yüzük) atarlar. Hıdrellez sabahı tekrar toplanan genç kızlar, küçük bir çocuğun gözlerini bağlayarak çömlekten boncuk ve yüzükleri tek tek çektirirler. Bu sırada mani bilen kızlar da tek tek mani söylerler. Kimin eşyası hangi manide çömlekten çekilmiş ise; o genç kız, o maniyi kendine göre yorumlar.

Kırklareli’de çok uzun yıllar önce Hıdrellez’in kutlandığı yerlere “Hıdırlık“ denilmekteydi. Kent merkezine 36 km. mesafedeki Azizbaba Köyü’nün yanında bulunan ve “Hıdırlık” denilen bölgede Hıdrellez eğlenceleri yapılmaktaydı. Hıdırellez için Çamlık, Balaban Baba, Kavaklı ve Karahıdır Korusu, Waldorf Çamlığı gibi piknik alanları ile Aşağıpınar, İncidere, Şeytandere veya Asilbeyli deresine gidilirdi.


KAYNAKLAR: 

Kırklareli 1967 İl Yıllığı

Kırklareli 1973 İl Yıllığı

Kakava, Şerif ERCAN, Maya Dergisi, Nisan-Haziran 2005

Kırklareli 2000

Ali Coşkun YANARDAĞOĞLU Arşivi

Fuat GÜRKAŞ Arşivi

https://twitter.com/nataliavazyan/status/700784141709611008

9 Mayıs 2022 Pazartesi

HIDRELLEZ ve KAKAVA(1.Bölüm)


Hasan ÇALIKUŞU


1983 yılında Kırklareli’ye ‘Veteriner Hekim Asteğmen’ olarak 33. Tümen 1. Hudut Tabur Komutanlığı’na atanmıştım. Böylece Kırklareli ile ilk tanışmam bu sayede gerçekleşmiş oluyordu. Yanık Kışla olarak adlandırılan 1. Hudut Tabur komutanlığında görevim Dereköy Hudut Takımından Edirne’nin Vaysal köyüne kadar uzanan askeri takımlarda bulunan at, katır ve köpeklerin sağlık ve kontrollerinden sorumluydum. O sırada 33. Tümen Sağlık Komutanı Üsteğmen Dr.Cevdet Erdöl’e de haber vererek birlikte bütün takımları gezer sağlık hizmetleri konusunda gerekeni yapardık. Sabah Kırklareli’den çıkar, Vaysal’dan başlayan sağlık turumuz Bulgaristan hududunda bulunan Devletliağaç, Malkoçlar, Topçular, Ahmetler, Ahlatlı, Karaabalar, Çağlayık ve Dereköy güzergâhı ile devam eder ve nihayetinde 180 kilometrelik büyük tur akşam Kırklareli’de biterdi. Bazen de Dereköy’den başlayan tam tersi bir rota izlerdik. Çoğunlukla da birkaç takımdan oluşan küçük ziyaretler yapardık. Bu ziyaretler esnasında çok az insanın bildiği ve gördüğü Kırklareli’nin eşsiz ve muhteşem orman, bitki örtüsü, dere ve doğal yapılarını görme olanağımız olurdu. 


Yine böyle bir gezi sonrası çok yorulmuş ve hastalanmıştım. O zaman Kurtuluş Caddesinde Taşkın Apartmanında oturuyordum. Mayısın ilk pazar günü sabahı neredeyse sabahın köründe ben ateş ve kırgınlık içinde yatarken dışarıdan arkası kesilmeyen eğlenceli bir bağırış ve çığırışla insan sesleri duymaya başladım. Merakla zar zor da olsa ayaklanıp yola bakınca uzun bir süre yüzlerce insanın konvoy halinde at arabası, kamyonet, motosiklet, bisiklet veya yaya olarak Kurtuluş Caddesi’nden geçerek güle oynaya, şarkılar söyleyerek, birbirine laf atarak Pınarhisar istikametine doğru gittiklerini gördüm. İnanılmaz bir insan hareketi ve coşkusuydu bu… O gün bir ‘Kakava’ günüydü..


Birkaç yıl sonra Kırklareli Belediyesi’nde Veteriner Müdürü olarak çalışmaya başlayınca rahmetli Belediye Başkanı Ali Nazmi Üstündağ’ın Kakava’yı anlatırken; “Kakava günü Kırklareli boşalır, sadece hastalar ve hırsızlar kalır!” sözünü asla unutamıyorum. 


Kırklareli adı haricinde hiçbir bilgisi olmayan ben yıllar içinde Ali Nazmi Üstündağ, Ali Coşkun Yanardağoğlu, Kamil Tomruk ve Fuat Gürkaş arasında Kırklareli kültürü ve sevgisi ile yoğrulacaktım.


Belediye de çalışmaya başladığım yıllarda kendiliğinden organize olan geleneksel Kakava eğlencelerine şahit olmuştum. Belediye sadece Şeytandere’de kış şartlarında bozulan dere boyundaki çayır, arazi ve dere içinde halkın rahatı için gerekli tamirat ve çevre düzenlemeleri yapar,  kimsenin eğlencesine karışmazdı. 


Ali Nazmi Üstündağ bağ, bahçe ve ağacı seven bir kişiydi.  Belediye başkanlığı zamanında da ağaçlandırma ve bağcılığa önem veren çalışmalar yapmıştı.  Dereköy yolu üzerinde belediye arazilerinde bağ ve Waldorf Çamlığı ile Şeytandere’de bir cevizlik ve bağ alanı onun zamanında yapılmıştı. Belediye olarak bu bağın kenarında kurulan mütevazi Kakava sofrasına gelen davetlilerle güzel bir gün geçirilirdi.  


KAYNAKLAR: 

Kırklareli 1967 İl Yıllığı

Kırklareli 1973 İl Yıllığı

Kakava, Şerif ERCAN, Maya Dergisi, Nisan-Haziran 2005

Kırklareli 2000

Efsaneden Gerçeğe Kırklareli – Nazif KARAÇAM

Ali Coşkun YANARDAĞOĞLU Arşivi

Fuat GÜRKAŞ Arşivi

1 Nisan 2022 Cuma

MUSEVİ FOTOĞRAFÇI FOTO BEHAR NADİR VE KIRKLARELİ FOTOĞRAFÇILARI







Hasan ÇALIKUŞU 


1800’lü yılların sonuna doğru Edirne’ye bağlı bir sancak olan Kırkkilise’nin fotoğraf tarihinde Kırkkiliseli Rumlardan P. Antonitsis, Achilleas Zoïros ve Zaphiriades Ailesi ile Musevi fotoğrafçılardan Behar Nadir bulunmaktaydı. Ayrıca Kırkkilise’de P. Antonitsis’in fotoğraf editörlüğünü Isacc ve Moise Mitrani isimli Yahudi kardeşler yapmaktaydı. 

1912 Balkan Savaşı’nda Kırkkilise’nin Bulgarların eline geçmesinden sonra fotoğrafçı Antonitsis’in kartpostallarda adı kaybolur ama editör olarak Mitrani kardeşlerin devam ettiği görülür. Osmanlı idaresine ait askeri ve stratejik yerlerin fotoğraflarını çeken Antonitsis’in işgal ile Kırkkilise’den ayrıldığı veya başına bir iş geldiği tahmin edilmektedir. 

Antonitsis’in “Kırkkilise Fotoğrafhanesi” ve Zaphiriades Ailesinin “C.Zaphiriades Fotoğraf Atölyesi”nin nerede olduğu hakkında henüz kesin bilgimiz yoktur. Fotoğrafçı Achilles Zoïros ise 1900’lü yılların başında kendi adına Yayla Mahallesi’nde Celepoğlu Konağı’nın üst tarafında Kimisis Theotokou Kilisesi’nin karşısında bir fotoğrafhane açar. Ancak Zaphiriades ve Zoïros ailesinin mübadele nedeni ile Kırklareli’den ayrılması ile fotoğrafçılık Musevi vatandaşlarla devam eder. 

Foto Behar Nadir, Kırklareli’nin ve yaşayan eski Kırklarelilerin adını duyduğu fotoğrafçılardandır. Kırklareli’de Namazgâh Caddesi’ndeki bu usta fotoğrafçının yanında çalışan Türk çıraklar zamanla işi öğrenir ve ondan sonra fotoğrafçılık mesleğini Kırklareli’de devam ettirirler.

Çanakkale Savaşı’nda babası şehit olunca Mümin daha bebektir. Annesi pala kilim dokuyarak geçimini sağlar ve Mümin'i büyütür. On yaşına gelince Mümin’in sağda solda perişan olmaması için Kırklarelili hayırseverler onu Fotoğrafçı Behar Usta’nın yanına çırak olarak verirler. İlk günlerde gelen müşterilerin sandalye ve koltuklarının taşınması, fon ve dekorların yerleştirilmesi işini yapan çocuk Mümin’in fotoğraf bilgisi gün geçtikçe ilerler ve fotoğrafa dair bütün teknikleri ustası Behar Nadir’den öğrenir. Uzun yıllar ustasının kontrolü altında fotoğrafhanenin bütün işlerini yavaş yavaş üslenerek ustasına büyük destek olur.  

Zaman geçer ve Mümin Yıldız evlenme çağına gelir. Aynı zamanda Behar Nadir’in de evlilik çağına yaklaşan ‘Sera’ adında güzel bir kızı vardır. Çocukluğundan beri Mümin’i yetiştiren Fotoğrafçı Behar Usta, huyunu suyunu bildiği, bir evladı olarak gördüğü pırıl pırıl, yetenekli ve saygıdeğer Mümin’in kızı ile evlenmesinden büyük mutluluk duyacaktı. Böylece hem çok sevdiği kızı mutlu bir yuva kuracak ve hem de fotoğrafhanesi emin ellerde çalışmasına devam edecekti. 

Kırklareli Yerel Tarih Grubu yazarlarımızdan Ahmet Rodopman, fotoğrafçı Mümin Yıldız ile ilgili anılarını özetle şöyle aktarır: 

Namazgâh Caddesinin sol tarafındaki ilk sokak üzerinde olan ‘Foto Yıldız’a Kırklareli halkı bir hayli ilgi göstermişti. O yıllarda aileler arasında yıllık fotoğraf çektirtip saklamak veya duvara asmak moda olmuştu. Birçok ailenin olduğu gibi, benimde bebekliğimden itibaren 12 yaşıma kadar her yıl Foto Yıldız’da çekilen aile fotoğraflarım bulunmaktaydı. Mümin Yıldız uzun yıllar bu işyerini çalıştırdıktan sonra emekliye ayrılmıştı. Babamın dükkânın yanında oturuyorlardı. Babamla iyi sohbet ettikleri için sık, sık dükkâna gelir, konuşurlardı. Bir gün fotoğrafçılık ile ilgili konuşurlarken şöyle bir anekdot anlattığını hatırlıyorum: ‘Ben çok küçük yaşlarda çırak olarak başlamıştım fotoğrafçılığa. İlk aylarda alışamamış, kimyasal maddelerin kokularından midem bulanmıştı. Çok işimiz vardı, geç vakte kadar kalıp çalışıyorduk. Bir gün ustama sormuştum. “Biz böyle herkesin resimlerini çekiyoruz. Resim çektirecek kimse kalmayınca ne yapacağız. İşsiz kalınca kapatacak mıyız ?’ sormuştum. “Biz böyle herkesin resimlerini çekiyoruz. Resim çektirecek kimse kalmayınca ne yapacağız. İşsiz kalınca kapatacak mıyız ?’

Çok iyi bir insan olan Musevi patronum Behar Nadir gülerek,  “Merak etme be kuzim, bu insanlar hiç bitmez. Yeni insanlar doğar, kimi sünnet olur gelir, kimi evlenir gelir, kimi okula, askere giderken gelir, kimi ayrılırken gelir. Bizim işimiz hiç bitmez.’’ demiş.

Yıllar geçtikten sonra Kırklareli’nin sevilen büyük fotoğraf ustası Behar Nadir’in vefatı ile fotoğrafhane damadı Mümin Yıldız’a kalacak ve Kırklareli’de ilk Türk fotoğraf stüdyosu “Foto Yıldız” adıyla Namazgâh Caddesi’nde Avcılar Kulübü'nün altında faaliyetini sürdürecekti. 

Mümin Yıldız vesikalık ve aile fotoğrafları yanında o zamanlar halkın bayram ve yılbaşı tebrik kartı olarak kullandığı fotokartlarda Kırklareli genel manzarası baskılarını kullanarak o dönemlerden bu güne çok önemli görsellerin kalmasını sağlamıştır.

Kasaplararası Sokak’taki Gürver Apartmanı’nın ikinci katında uzun yıllar oturan Yıldız ailesinin ‘Süheyla’ adında bir kızları oldu. Bir Musevi âdeti olarak, bütün ailenin bir araya geldiği fotoğraf çektirme alışkanlığı Behar Nadir zamanından beri her yıl unutulmadan devam etti. 

Kırklareli fotoğraf arşivlerinde o yıllara ait bazı fotokart ile şu anda yaşayan son nesil Kırklarelilerin çocukluk ve okul fotoğraflarının birçoğu Mümin Yıldız tarafından çekildi. Üçayaklı şipşak makinasını iyi havalarda dışarı çıkarır, Kırklareli manzara fotoğrafları da çekerdi. Ayni zamanda fotoğraf rotüşünde bir ressam kadar iyiydi. Hatta siyah beyaz fotoğrafları büyüterek renklendirebiliyordu. Renkli fotoğrafların henüz icat edilmediği o yıllarda yetenek gerektiren bu tür işler çok ilgi çekiyordu.

Fotoğrafçı Mümin Yıldız da fotoğrafhanesine aldığı çırakları yetiştirmeye, fotoğrafın inceliklerini öğretmeye çalışıyordu. Bunlardan birisi de İstanbul’da küçüklüğünden beri bir fotoğrafçının yanında mesleki birçok detayı öğrenen 13 yaşındaki İhsan Özsaraç oldu. İhsan'ı kendine yardımcı olarak aldı ve askere gidinceye kadar yanında çalıştırdı.  

İhsan Özsaraç askerlik dönüşü 1961 yılında Cumhuriyet Caddesi’nde Vakıfbank’ın karşısındaki sokakta Roma Pastanesi’nin yanında kendi fotoğrafhanesini açtı.

Osmanlı döneminde Kırkkilise âyanlarından Bostancıoğlu Süleyman Ağa soyundan gelen Berber Ali Ağa’nın torunu ve Hâkim Mehmet Mazhar’ın oğlu olan Tütüncü Reşit Altay da yıllarca bu mesleği yapmış fotoğrafçılardan olup, 1944-1950 yılları arasında Kırklareli Belediye Başkanlığı görevini de sürdüren saygın isimlerden biriydi.  

Kırklareli’nde kendi stüdyosunda fotoğrafçılık yapanların yanında cadde ve meydanlarda, Fransızca ‘alaminüt’ kelimesinin karşılığı Türkçe’de ‘acele, çabuk’ anlamında  “şipşak” olarak bilinen fotoğrafçılar da vardı. O dönemlerde bir fotoğrafhane açmak yüksek maliyetli olduğundan alaminüt fotoğrafçılar, caddenin uygun bir köşesinde astıkları siyah perdenin önünde, çok kaliteli olmasa da ekonomik bir fiyattan müşterilerinin vesikalık veya hatıra fotoğrafını çekebiliyordu. 

Bunlar arasında Kırklareli Atatürk Meydanı’nda Valilik binası karşısında Hasanpaşa Caddesi’nin girişinde Mabaacı Şeref, Kahveci Çıkıkçı Hikmet ve Bakkal Makaryos’un bulunduğu alanda Ahmet Sözen alaminüt fotoğrafçılık yapıyordu. 1953 yılından 1978 yılına kadar 25 yıl boyunca üçayaklı körüklü ahşap sandıklı fotoğraf makinası ile binlerce fotoğrafı çekti, anında ve hızlı bir biçimde banyolarını yaparak fotoğraflarını sahiplerine teslim etti.

Aynı şekilde Cumhuriyet Caddesi’nde Kitapçı Ali Coşkun Yanardağoğlu’nun sırasında sokak başında duran, üçayaklı antika fotoğraf makinesi ile mesleğini yapmaya çalışan şipşak fotoğrafçı İsmail Yenibal vardı. İsmail Yenibal, Kömürcü Galip’lerin evinin bodrum katındaki çıkmaz sokağa bakan dükkânı da kullanırdı.

Paşa Cami’ye doğru çıkarken Dingiloğlu Parkı’nın karşısındaki Fotoğrafçı Mehmet ise kızının adını verdiği ‘Foto Bahar’ da faaliyetini sürdürüyordu. Fotoğrafçı Mehmet aynı zamanda çok iyi bir karakalem ressamıydı.  

O yıllarda alaminüt fotoğrafçılık ile geçimini sağlayan Büyük Cami ve Eski Çarşı Çeşmesi’nin karşısında Hüsamettin Avlan ve kardeşi Aleaddin Avlan, Çarşı Karakolu yanında Foto Felek ‘Kambur Mehmet’i de hatırlayanlar vardır. Yine Büyük Cami arkasında Avcılar Kulübü’ne giren yan sokakta ahşap bir dükkânda mesleğini yapan Fotoğrafçı Kazım bulunuyordu. 

1960’lı yıllarda Namazgâh Caddesi üzerinde Sümerbank’ a gelmeden karşı tarafta Şerafettin Şendir ‘Foto Şen’i açtı. Soyadı gibi ‘şen’ bir kişiliğe ve neşeye sahip olan Şerafettin Şendir resmi tören ve bayramlarda çektiği fotoğrafları vitrininde sergileyerek satardı.

Kırklareli ili fotoğrafçıları başta Mümin Yıldız olmak üzere, Şerafettin Şendir, Ahmet Sözen ile Babaeski’den Şükrü Doğuran ve Alâettin Kurtpulat ile muhtemelen başka fotoğrafçıların da olduğu fotoğraf camiasındaki meslektaşlar ‘Kırklareli Profesyonel Fotoğraf Sanatkârları Derneği’ adında yapılaşmaya gittiler. Çıkardıkları ana nizamname ile fotoğraf mesleğinde bulunanların haklarını koruyacak kararlar aldılar.

Zamanla teknoloji ile birlikte analog fotoğraf makineleri gelişti. Bu anlamda yeni bir tarzda fotoğraf stüdyosu açmak isteyen İhsan Özsaraç, bu sefer Belediye binasının altında ‘Foto Saray’ olarak yeni fotoğraf stüdyosunu açtı ve 1978 yılına kadar burada fotoğrafçılığını sürdürdü.

1970’li yıllarda çoğalmaya başlayan kişisel fotoğraf makinaları ile herkes kolaylıkla renkli fotoğraf çekmeye başladı. Artık fotoğrafhaneler bu kez de negatif renkli film ruloları satmaya başlayarak, otomatik film banyosu ve fotoğraf baskı işlerine yöneldiler.

‘Foto Saray’da çalışanlar aynı zamanda fotoğraf mesleğine adım atıyor, belli bir süre sonra ustalığa erişiyordu. Fotoğrafçılığı İhsan ağabeyinden öğrenen İlhan Özsaraç aynı meslekte ilerleyerek çağın gereklerine uygun modern bir fotoğraf stüdyosunu Atatürk Meydanı’nda Vilayet karşısında ‘Foto İlhan’ olarak açtı. 

Foto Saray’da yetişen bir başka fotoğrafçı ise Cengiz Kırço’ydu. 1963 yılından beri İhsan Özsaraç’ın yanında çalışan Cengiz Kırço ‘Foto Saray’ kapanınca, Arasta’nın karşısında Cumhuriyet Caddesi’nin girişinde Ayakkabıcı Cengiz Kondal’ın üst katında ‘Foto Cengiz’i açtı. 

Cengiz Kırço ‘Foto Cengiz’de üst teknoloji ekipman kullanarak Trakya Bölgesi’nde ilk defa karanlık oda kullanmadan film banyosu ve fotoğraf tabını kendi kendine yapan KIS marka dijital laboratuvar makineyi Kırklareli’nin hizmetine sundu.

Fotoğrafta dijital çağın başlamasıyla birlikte karanlık oda, banyo, tap etme bilgilerini kapsayan fotoğraf ustalığı iyice kaybolmaya başladı. Fotoğrafçılar teknolojik baskı merkezlerine dönüştü.

Eski klasik ve alaminüt fotoğrafçıların vefatı veya ekonomik sebeplerden dolayı işi bırakmaları, sonra gelen neslin kalan fotoğraf arşivlerine fazlalık veya çöp muamelesi yapması, Kırklareli tarihinde eksik olmayan sel, yangın, savaş ve göçler birçok fotoğraf, arşiv ve belgenin kaybolmasına sebep oldu.

KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...