Niyazi Akıncıoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Niyazi Akıncıoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Şubat 2022 Pazar

HAYATLARI KIRKLARELİ’NDE KESİŞEN İKİ İNSAN: SABAHATTİN ALİ VE NİYAZİ AKINCIOĞLU(*)

 Akın Güre





Bu yılın 2 Nisan günü, Sabahattin Ali’nin Kırklareli'nde öldürülüşünün 71. Yılıydı. Aynı şehirde ömrünü geçirmiş ve Ankara’da 1979 yılında vefat eden 1940 kuşağının tanınan şairi Niyazi Akıncıoğlu için 2019 yılı, doğumunun 100. Yılıdır.Bizler bu vesileyle  bugün onu anmak üzere buradayız.

Onun adına bir sempozyumun ilk defa yapılıyor oluşu bir sevinç kaynağı bizler için. Anısını yaşatabilmek, hatırası önünde saygıyla eğilebilmek adına çok önemli bir günü yaşıyoruz bugün. Emeği geçenlere bir kere daha teşekkürü borç biliyorum. 

Böyle bir sempozyumun yapılacağı günü yıllarca hayal ettim. Şimdi hayal gerçek olunca söylenecek sözlerimin heycanımı anlatmaya yeteceğinden emin değilim. 

Kırklareli Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doç.Dr. Ali Kurt geçtiğimiz Mart ayında Niyazi Akıncıoğlu için yazdığı kitabını anlattığı etkinlikte konuşurken şehirde Niyazi Akıncıoğlu’na dair hiçbir iz bulamamaktan dolayı yaşadığı hayal kırıklığından bahsetmişti. Bu durum eminim ki benim gibi bir çok kişinin ortak üzüntüsüdür. Bunun sebepleri nelerdir? Bu unutkanlığın, yok sayılmanın Niyazi Akıncıoğlu ve ailesine olduğu gibi onun kişiliğine ve şairliğine hayran olan sevenlerine karşı da büyük haksızlık olduğunu söylemeliyim. Niyazi Akıncıoğlu hayatının son 30 yılının geçtiği bu şehirde yaşamaktan dolayı çok mutluydu. Şair ruhu hiç şiir yazmadığı zamanlarda bile ona yol gösteriyordu. Şiir yazmadı son yıllarında ama hep bir şair olarak yaşadı. Birilerine göre yalnız mıydı? Uzaktan bakınca öyle düşünenler olabilir. Evet, her yerde görülmeyi, törenlere falan katılmayı pek sevmezdi. Kendine yakın bulduğu dostları tanıdıklarından azdı belki ama hepsi onun sihirli dünyasına katılmayı hak ettikleri için yanında olmaktan mutlu olan insanlardı. Yanlış anlaşılmasın onu seçkinci bir tavır içinde düşünmenizi istemiyorum. Konuştuğu insanları seçerken ayrımcılık yapmazdı, hemhal olmak için öyle üstün özellikleri falan şart koşmaz, önemsemezdi. Samimiydi, kibirli biri değildi. Ona yakınlaşabilmek bir bakıma çok kolaydı. Tıpkı benim yaptığım gibi.

Hükümet konağının karşısındaki avukatlık bürosunda onu ziyarete gittiğimde itiraf etmeliyim ki biraz tedirgindim. Henüz üniversitenin ilk yıllarındaydım. Tarihi tam olarak hatırlamıyorum ama galiba 70 'li yılların başıydı. Acaba konuşma isteğime nasıl yaklaşacaktı? Çok sevdiği dostu olan babamın hatırına kabul edilen bir randevuya giderken karışık duygular içindeydim. Bir cumartesi sabahı benim için kapısını açtığı bürosunda kabul edilmiştim. Derdimi çok iyi anlatamamıştım belki ama Niyazi Akıncıoğlu, neden geldiğimi, neden burada bulunmak istediğimi anlamıştı. Karşısındaki gencin şiir sevdasını sezmiş, kendisine yönelik bu ilgiyi şiir üzerinden kurmasına sevinmişti. Belki yaşadığı bu şehirde görmeye alışık olmadığı bir yaklaşım yüzündendi bu. Eski şair arkadaşları arasında o dönemin en iyilerinden biri olduğunu öğrenmiş olmama rağmen şiirlerinden pek azını biliyordum ne yazık ki...Çekinerek başlayan sohbet kısa zamanda karşımdaki insanın doğasına dönüşen bir rahatlığa kavuşmuştu. Sorularıma verdiği cevaplar baştan beklemediğim bir içtenliği yansıtan cümlelelerden oluşuyordu. Eski şair arkadaşlarıyla ilişkilerini, bunların arasına karışan hayal kırıklığına benzer anılarını benle paylaşırken sanki yakın bir arkadaşıyla konuşur gibiydi.Sizler de şaşıracaksınız ama o sabah Niyazi Akıncıoğlu beni şaşırtacak başka bir şey daha yaptı. Sohbetimizin sonuna doğru benden hiç bir istek gelmemesine rağmen masasının üzerinde duran bir dosyaya doğru uzandı. Avukat olan babamın bürosundan görmeye alışık olduğum kenarları bükük, rengi solmuş, pelür kağıtlarla dolu eskimiş karton dosyayı bana vermek üzere uzattı. Baştan içinde ne olduğunu anlamadım. "Al oku" dedi. "Sonra geri getirirsin." Yazdığı bütün şiirleriydi verdiği. Heycandan titiriyordum ama açık vermedim.

Dosyayı alıp yanından ayrılırken onu daha iyi tanıyordum artık. 

Yıllar sonra babamı kaybettim. Yaşadığı evde bana kalan kitaplarını toplamak üzere Kırklareli'ne gelmiştim. Kitaplar arasında dolaşırken gözüme ilişen iki kitabı diğerlerinden ayırdım, evin başka bir köşesine çakilip karıştırmaya başladım. Kitaplardan birinin adı Umut Şiirleri idi. Niyazi Akıncıoğlu'nun şiir kitabı babamdan bana kalan kitapların içinde en değerli olanıydı. Oğlu sayın Tevfik Akıncıoğlu tarafından "Baba dostuna sevgilerimle" diyerek imzalanmıştı. Tarih 6.3.1985 yazılmıştı. Kitaptaki şiirleri yeniden okurken yıllar önce bana verilen pelür kağıtlara yazılmış şiirlerin doldurduğu eski dosyayı hatırladım. O zaman okuduğum şiirleri kitaplaşmış haliyle görmek beni yeniden mutlu etmişti. Bu kitabı özenle ayırıp yanımda götürdüm. Şimdi benim kütüphanemde duruyor.

O gün Kırklareli'nde babamdan boşalmış evde incelediğim diğer kitap ise Kırklareli'nin geçmişine ait bir çalışmaydı. Yazarı tarafından "Sayın Behzat Güre'ye en iyi dileklerimle" diye yazılarak imzalanmıştı.Tarihi 23.9.1995 olarak okunuyordu. Bu kitaptan yeni haberim olduğu için hemen merakla safalarını çevirmeye ve hızlı hızlı okumaya koyuldum. Okumamı İstanbul'da döndükten sonra bitirdim. Beynimden vurulmuşçasına bir şaşkınlık içindeydim. İki kitabı yan yana koydum. Birinin kapağında Umut Şiirleri yazıyordu. Şairi 1979 yılında aramızdan ayrılmıştı. Diğerinin kapağında Efsaneden Gerçeğe Kırklareli yazıyordu ve 720 sayfalık kitabın hiç bir sayfasında Niyazi Akıncığlu'nun adı geçmiyordu.

Bu nedenle bugün gerçekleşen ilk Niyazi Akıncıoğlu sempozyumu konuşması için hazırlık yaparken bunları konuşmam gerektiğini düşündüm önce. Niyazi Akıncığlu'na yapılan haksızca suçlamaların, hazırlanan koplonun eseri olarak başlayan bir unutturma çabası ne yazık ki uzun yıllar bu şehirin insanlarınca görmemezlikten gelindi, ya da umursanmadı. 


Niyazi Akıncıoğlu benim için bu şehirdeki insanlar içinde gençliğimden tanıdığımdan beri hep farklı biri oldu. Ama bu farklılığı ilişkilerin düzeyi açısından kullanmaya çalışmazdı Akıncıoğlu. Yakın dostluklar kurduğu insanlarla ömür boyu hatırlanacak sohbetleri olurdu. Yardım severliği, adaletin sağlanmasına yönelik duruşunun doğal bir sonucuydu. Şairliğini ciddiye almak için söyledikleri kendisini övmenin ötesinde şiire olan saygısının bir gereğiydi. Başından geçen olayın hayatında yarattığı olumsuzlukları asla münzeviliğe sığınarak geçiştirmedi. Başkalarının söylediğinin tersine şiire, yargılandığı davadan tutukluluğu bittikten sonra eskisi kadar sarılmasa da başarılı bir avukat olarak işine mükemmeliyetçi yaklaşımla sarılarak kendini kabul ettirdi, saygı gördü ve hep aranılan biri oldu. Gerçeklerle yüzleşmeyi bir hukuk savunusuna dönüştürerek inancına uygun bir yaşam tarzını benimsedi. Baro Odasında genç avukat arkadaşlarına yardımcı olmak için kucak açması, onlara hukuki çözümler için yol göstermesi bizzat şahit olduğum özellikleriydi. Ama hak edenleri eleştirmekten de uzak durmazdı. bunun için mizahı çok iyi kullanırdı. İncitmeden yapardı bunu. Okumak kadar topluma önderlik etme önceliği fedakar kişiliğinin bir gereği ve parçasıydı. Yardım etmeyi, güçsüzün, çaresizin elinden tutmayı seviyordu. Ama yalnızdı. Onu bu yalnızlığa iten taşra koşullarıydı. İstanbul’dan uzaklaşıp hayatını sürdürmek için seçtiği bu kent onun ölçeğinde biri için zorluklarla doluydu. İçinde yaşadığı sosyal çevrenin değer yargıları, sanata bakışı, insan ilişkileri kadar o zamanki siyasi hayatın özgürlük ve demokrasi gibi evrensel doğrularla uyuşmayan düzeyi onu hep rahatsız ediyor, siyasi tercihlerini de buna göre belirliyordu. O bir liberaldi,  özgürlüğe ve adalete inananıyordu. Bu ikisi olmadan demokrasi olmaz diyen biriydi. Üniversite yıllarında tanık olduğu Nazi faşizminin yıkıcı, insanlık dışı saldırganlığı ona demokrasi ve özgürlükten yana bir siyasi çizgide durmayı öğretmişti.  Bu çizgisinden hiç ayrılmadı. Savaş sonrası soğuk savaş kamplaşmasında bir aydının düşünce keskinliği ile barış ve özgürlüğün nasıl kurulması gerektiğini boyuna sorguladı. İdeolojik bağlılığın yarattığı tabulardan, dar kalıplardan, ezberci yaklaşımdan hep uzak yaşadı. O bir hümanistti, bir kültür adamıydı. Ülkesini seven bir vatanseverdi.

Avukatlık yapmaya başladığı yıllarda adını edebiyat çevrelerinde duyuran Sabahattin Ali ise çıkardığı dergiler ve yazdıkları yazıları nedeniyle tek parti iktidarının hışmına uğramıştı. Sosyalizme ideolojik olarak sonuna kadar inanan bir solcuydu. Yaptığı eleştiriler iktidardakileri rahatsız ediyor, onu düşmanlaştırma, karalama kampanyasının hedefi haline getiriyordu. Sabahattin Ali bilindiği gibi sonunda kaçmaktan başka bir çaresi kalmadığını anladığında kendisini takip eden istihbarat ajanlarının eline düştü. Kırklareli’nin Bulgaristan sınırına yakın Sazara köyünde öldürülmüş olarak bulunduğunda aradan yaklaşık 6 ay geçmiş ve cesedi yakınları tarafından zorlukla teşhis edilebilmişti. Cinayeti üstlenen Ali Ertekin polisin kullandığı bir kaçakçıydı ve 4 yıla mahkum olmuştu. Ancak aftan yararlanıp serbest bırakıldı. Sabahattin Ali cinayeti derin devlet olarak hep devrede olacak bir takım güçlerce gerçekleştirildi. Öldürüldü, çünkü susturulması gerekiyordu. Belki bu yok ediliş solculara, özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren çevrelere gönderilmiş bir uyarı mesajıydı. Hatta bazı iddilara göre kaçış olayı da bu planın parçası olarak tezgahlanmıştı.

İktidarla şehir bürokrasisi arasındaki parti üzerinden kurulan köprüyle gerçekleşen organik bağ merkezdeki birilerince yazılan komplo senaryoları zorlanmadan uygulama şansı verir. Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşları için hazırlanan komployu daha iyi anlayabilmemiz için olayların cereyan ettiği şehirdeki buzihniyete o günün siyasi atmosferinde hakim olan koşulları ilave etmemiz gerekiyor. 

Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü tarih 1948 baharıdır.  Ülkede tek parti rejiminden çıkma süreci hızlanmıştır. Ancak savaştan çıkmış batı dünyasında kapitalist sisteme tehdit oluşturan Sovyetler Birliği ciddi tehlike olarak görülmektedir. Türkiye kendini batı bloku içinde yer alarak güvende hissedecektir. Demokrat partinin iktidara gelmesinden sonra ona destek veren liberallerin beklentilerinin tersine iktidar sol kesimlerin üzerine yürümeye kararlıdır. Batı blokunun gözüne girebilmek için Sovyet sınırında iyi bir muhafız olduğunu göstermesi gerekmektedir. Köy Enstitüleri gibi sosyalizmi çağrıştıran kurumların kapanması şart olmuştur. 

Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşlarınıntutuklandıkları günlerde siyasi atmosfer aşağı yukarı budur. 26 Mart 1953 sabahı evi polislerce basılır. Dokuz gün sonra da hakim önüne çıkarılır. Ondan sonra cezaevi günleri başlar. Öncesinde iktidardaki parti değişmiş, Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimlerinde demokrasi vaatleri ile yönetimin başına geçmiştir. Unutmadan söyleyeyim: Komünizm propagandası iddiasıyla tutuklandığı sırada Niyazi Akıncıoğlu Demokrat Parti’nin üyesidir, hatta 1952’de partiyi desteklemek için Yayla diye bir dergiyi çıkartma hazırlıkları yapmaktadır. Onu sorgulayan savcı ise bu derginin tersten Alyay şeklindeki okunuşunu bir delil gibi kullanıp mahkemeye sunacaktır. İstihbarat teşkilatı tarafından "Köyleri Kalkındırma Derneği" adıyla İstanbul'da  tuzak bir dernek kurulmuştur. Ajanlar devreye sokulur, şahitler ayaranır, verilecek ifadeler belirlenir. Oyun yazılmıştır. 

Tutuklamalar ve açılan davalar az önce dediğim gibi Türkiye Hükümetinin batıyla olan siyasi ilişkilerinevrildiği yön ile yakından alakalıdır.  Türkiye Nato’ya girmiştir. Artık onun Batı’ya karşı Komünizmle mücadeleci tavrını inandırıcı şekilde göstermesi gerekmektedir. Bunun karşılığında ordusunun daha iyi silahlandırılmasını Batı 'dan isteyecektir. Kore’ye de asker bunun için gönderilmiştir. Yine aynı yıllarda İstanbul’daki meşhur TKP tevkifatı gerçekleşir, yüzlerce solcu aydın tutuklanır. Sabahattin Ali ile Akıncıoğlu ve arkadaşlarına hazırlanan komplonun kurucu aktörleri aynıdır, sadece kurbanları farklıdır. Açılan dava yaklaşık iki yıl süren mahkumiyeti de getirir. Dava duruşmaları boyunca savcının sunduğu iddianemenin üzerine inşa edildiği sahte ifadeler aylarca sürerken Niyazi Akıncıoğlu sadece dinler. Niyazi Akıncıoğlu şairliği kadar güçlü bir hukukçudur. Gençliğinde hakim olmak istemiş ama sıkı bir ceza avukatı olmuştur. General Fevzi Çakmak’ın yeğeni Adnan Çakmak ile kendisine husumet besleyen Savcı Hüseyin Tarhan tarafından tezgahlanan komployu çözmüştür. Savcı Hüseyin Tarhan'nın mahkemeye sumduğu iddianameyi müthiş bir savunma ile çürütür ve hem kendisin hem arkadaşlarının aylar sonra beraat etmesini sağlar. Savunma sırasında Hüseyin Tarhan mahkeme salonunda yoktur. 

Sabahattin Ali’nin 2 Nisan 1948 yılında öldürülüşü ile Niyazi Akıncıoğlu davasının  benzer bir mahkeme süreci ve aynı tarihsel koşullar içinde nasıl kesiştiğini görmenizi istiyorum. Sabahattin Ali, ülkesinden kaçmayı mücadelesi ve hayatta kalabilmesi adına tek çözüm olarak görmüştü ve öldürüldü. Niyazi Akıncıoğlu'na gelince o yaşadığı şehirde kişiliği ve mesleki itibarıyla dik durmayı, onuruyla yaşamayı başarabildi. Dünya görüşü sol bir çerçeve içinde gözükse de aslında demokrat ve hümanist bir kalıba uygun düşmekteydi. Okuduğu sol literatürdeki kitaplar sınırlıydı. Savunmasında hiç sakınca görmeden açıkladığı gibi Marksizm klasiklerini pek incelememiş, sadece Lenin tarafından yazılan Devlet ve İhtilal kitabını okumuştu. Daha ziyade takip ettiği güncel dergilerdeki sanat ve edebiyat yazılarını okurdu. Nitekim yaptığı savunmada kendisini liberal bir kişi olarak tanımlamıştır. Özgürlük ve adalet aşığıydı. Savcı iddianamesinde kendisini komünist yakıştırması ile suçlarken o buna şiddetle karşı çıkmış ve Sovyet yönetimi üzerinden komünizmineleştirisini yapmıştı. 118 sayfalık savunması müthiş bir analiz gücüne dayalıdır. Olaylar arasındaki bağı, istihbarat ve savcılık eliyle yapılmış kurgudaki açıkları, hataları çok net şekilde açığa çıkartmış masumiyetini arkadaşlarının da mağduriyetini önleyerek mahkeme heyetine ispatlamıştır. Avukat kimliğiyle özgürlüğe ve hukuka olan tutkusunu bir kere daha göstermiş ve davada tutuklu bütün arkadaşlarının beraatını bu muhteşem savunmayla sağlamıştır. 

Konuşmamı bitirirken Niyazi Akıncıoğlu gibi dünyamıza nadir gelen çok yönlü şahsiyetlerden biri sayılacak bir insanın  değerini anlamanın, gelecek kuşaklara bunu aktarmanın önemini bir kere daha vurgulamak istiyorum. Yıllar sonra, doğumunun 100. yılında gerçekleşen bu sempozyumda geç kalınsa da gelecek adına umutlu olmak gerekir diye düşünüyorum.Onu tanımaya ve anlamaya yönelik bu çağrının asıl muhatapları elbette bu kentin arkamızdan gelen genç kuşakları olacaktır.


(*) 2019 Yılında Kırklareli'nde yapılan Niyazi Akıncıoğlu sempozyumunda yaptığım konuşmadır.

24 Kasım 2020 Salı

NİYAZİ AKINCIOĞLU İLE ZAMANIN TOZU

Akın Güre 

Yakın tarihimize ait tuhaf bir davadan bahsetmek istiyorum sizlere. Konumuz Şair Avukat Niyazi Akıncıoğlu ve  yargılandığı Köy Kalkınma Derneği davasıdır.
Niyazi Akıncıoğlu'nu ne zaman hatırlansa akıllara ilk önce  Edirne ve Bursa şiirleri gelir. Onun hayatını pek bilmeyenler bu şiirlerinden yola çıkarak onu Edirneli ya da  Bursalı bir şair olduğunu düşünürler. Hiç önemli değildir; Niyazi Akıncıoğlu bir Türkiye şairidir, her yerde yaşar, anılır, sevilir sonuçta. Ama onun Kırklarelili bir şair oluşuyla alakalı bir başka konu da hatırlanır hemen. Ona ve çoğu öğretmen olan arkadaşlarına açılan bir dava hiç unutulmaz. 
 Bu davadan tutuklanıp aylarca süren bir  yargılamanın sonucunda aklanırlar ama beraat haberini veren Dünya gazetesi onlara hala suçlu muamelesi yapacaktır! Amaç o zamanın  itibarsızlaştırma aracı olan “komünist” sıfatını kullanarak olayın perde arkasını ve bir hukuksuzluğu gizlemektir aslında. 
Dava kapalı olarak görülür. Ortada bir iddia ve bilinen  zanlılar vardır ama gerisi karanlıktır. Davanın asıl gayesi, hazırlanışı, kullanılan yöntemleri gizlidir. Ancak bütün  gizlilikler  dava duruşmaları  sırasında bozulur, adı  savcı ifadeleriyle açığa çıkan  ajanın  marifetleri mahkeme tutanaklarında tarihe geçer ve dava iki yıla yakın bir süre devam ettikten sonra sanıkların lehine sonuçlanır. Ancak, mahkeme halka kapalı şekilde  devam ettiği  için uzun süre  kimsenin haberi olmaz bunlardan. Haklarındaki itibarsızlaştırma kampanyası  suçsuz yere  aylarca süren mahkumiyete yol açmışken bu mağduriyet dava sonrasında da hayatlarını değiştiren acılı sonuçlar yaratarak devam eder. Kimi hastalanır, kimi  işini kaybeder, büyük maddi sıkıntılar yaşanır. Mahkemede aklanmış olmaları ellerinden alınan hakların  iade edilmesine,  mağduriyetlerin telafi edilmesine yetmez. 
İddiaların çürütülerek davanın kazanılmasında en büyük payı olan kişi,  yaptığı muhteşem savunma ile Niyazi Akıncıoğlu'dur. Onun artık elimizde olan ve zamanın tozuyla kaplı 108 sayfalık savunması bir hukuk insanının cesur haykırışı ve akıl gücü ile doludur. Kimse bu korkusuz savunmayla ilgili tek  haber okuyamadığı gibi  haksız suçlamaların gerekçesi olarak sunulan sahte iddiaların sorgulaması da yapılmamıştır. 1950'li yılların “komünist avı” ortamında  böyle bir davanın mağdurlarının yanında durmak zordur, sessiz kalmaktan başka yapılacak bir şey yoktur!   Hatta eskiden birlikte olduğu gazeteci, yazar arkadaşları dahi dava ile ilgili olup bitenlerden   habersiz yaşamışlardır yıllarca. Sonuçta dava kazanılsa, kazanmanın ötesinde bir rezalet perdesi açılarak arkasındaki kirli oyuncular, dönen dolaplar ortaya saçılsa bile olup bitenlerden  kimsenin yıllarca haberi olmayacaktır. Devir öyle bir devirdir! Olan olmuş, tutukluluk bitmiş, serbest bırakılmışlardır, hepsi o kadar. Dünya gazetesi beraat haberini verirken,  onlara   zanlı muamelesi yapmaktan  geri kalmaz. 
Duruşmalar sırasında Niyazi Akıncıoğlu  savcılığın bütün iddialarını çürütür ve büyük komployu ifşa eder. Suçsuzluğu adalet önünde kanıtlamıştır.  Ama küskündür. İşinde başarılı bir avukat olarak  gösterdiği başarıyı, bir şair gibi yaşasa da, ekmek parası derdine düşünce   edebiyat alanında eskisi kadar göstermeye niyetli değildir. Bu sessizliği biraz da olup bitenlere habersizmiş gibi davrananlara olan küskünlüğündendir. 
Niyazi Akıncıoğlu  Kırklareli'nde yaşamayı seçerken başlarda belki olduğundan daha yükseklere çıkaracağını umduğu şiirini yazmak için bir gün hevesinin kırılacağını, eskisi kadar şiire sarılamayacağını bilmiyordu. Yaşadığı bu kentte ona fenalık edenlerin kuracağı tuzakları, kötülükleri nerden tahmin edebilirdi? Dünya büyük bir kaostan çıkmaya çalışırken yaşadığı ülkenin huzurlu, güvenli limanlara dümen kırması için içinde yeşeren çabalar boşuna değildi. Bir şair olduğu kadar  insanlığın geleceği İçin çözümler arayan  hümanist bir  arayış, heyecanla doluydu o günlerde. Dünya, insanlığı büyük kayıplara uğratan korkunç bir  harpten çıkmış, ülkede tek parti dönemi kapanmış, çok partili yeni bir döneme geçilmiştir. Akıncıoğlu’nun çağdaş, olgun bir demokrasiye geçilmesi  umuduyla  başlayan siyasal çabaları ve dergi hazırlıkları, o günün Türkiye’si için aydınlıkçı, ülkesini seven ilerici bir aydının davranışlarıdır. Ülkenin içinde bulunduğu şartlar ise hayalleriyle örtüşmez maalesef. Çok partili rejime yelken açan Türk  siyaseti Batı Bloku’nun gözüne girebilmek adına ülke içinde solculara karşı  acımasız bir sindirme harekatına başlamış ve liberal görüntüsünü terk etmiştir. Solu çağrıştıran Köy Enstitüleri’ni tamamen kapatmak için hedef tahtasına koydukları kişileri komünistlikle suçlayan ve bunu   ajanlar eliyle yürütülen bir  tertibin içinde bulur kendini Akıncıoğlu. Başlarda destek verdiği iktidardaki  liberal açılım konusunda  yanıldığını görmüş ve üzülmüştür. Bu hayal kırıklığı şiirsel eylemine de yansır. Çoğu tanıdığı olan edebiyat çevrelerinden kopması,  yaşadığı yerde haksızlığa uğraması onu kendi içinde başka bir yere çeker, bununla yetinmeyi öğrenir.  Ama yaşadığı yerin insanları gençliğindeki  dostların eksikliğini dolduramaz, onu unutturmak için estirilen rüzgara engel olamaz. Bir çok insan  Niyazi Akıncıoğlu gibi bir şair olduğunu öğrendikçe hayret edip  hayıflanırken, birileri de  görmemezlikten gelmeye devam eder. O ise Nazım'ın anlattığı bir  ceviz ağacıdır yaşadığı şehirde:
"Başım köpük köpük bulut
içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında" dediği şiirde olduğu gibi...

 

29 Eylül 2020 Salı

VEFİK SÖZEN

Ahmet Rodopman 

1906 Yılında Bulgaristan’ nın Darıdere kasabasında doğmuş olan değerli müdürümüz Vefik Hoca,  7 Ocak 1969 yılı,her tarafın buzla kaplı olduğu bir günde,çok emek verdiği Ahmet Mithat İlkokolu önünden ebediyete yolcu edildiğinde on beş yaşında yazmaya hevesli bir genç olarak günlüğüme şu satırları düşmüşüm:
‘’ Dün akşam sevgili Vefik Eniştenin öldüğünü babam söyledi. Çok üzüldüm. Hasta olduğunu biliyordum. Ama bu kadar çabuk hayata veda edeceğini hiç düşünmemiştim. Çok iyi bir insandı. Bana çok şey öğretti. Allah rahmet eylesin.’’
Evet Bulgaristan Türkleri için en zor yıllarda doğup, küçük yaşta annesini kaybetmiş, çocuklukta başlayan hayat mücadelesi yakasını hiç  bırakmamıştır. İlk okulu İstanbul’ gelip tamamlamış, acar bir öğrenci olduğundan okulda ki başarısız öğrencilere ders çalıştırarak öğretmenliğe ilk adımlarını atmıştır. Öğretmenleri çok başarılı bir öğrenci olması nedeniyle mühendis veya doktor olabileceğini söylemelerine karşın  Vefik Hoca kendisine en çok yakışan Hoca lığı seçerek, Edirne’ ye gelip 1925 yılında Edirne Öğretmem Okuluna kaydını yaptırmıştır. Öğretmenliğin, sonradan olma değil anadan doğma olabileceğini kanıtlar gibi  hep çalışarak zorlukları aşmış, iyi bir öğretici, örnek bir insan olmak için elinden geldiğince gayret göstermiştir. 1950 yılında milletvekili yapılma ısrarlarını eliyle iterek çok sevdiği öğretmenlik mesleğini sürdürmüş. O klasik bir ilk okul öğretmeni, bir müdür olmaktan öte tam bir halk adamı olarak, her zaman adaletin, yoksulun, güçsüzün yanında olmayı seçmiştir. Ekonomik gücü olmayan insanların çektiği zorlukları çok iyi bildiği için, zorda olanları duyunca, bir iş,bir ekmek elde etmeleri için, işini gücünü bırakır onlar için koştururdu. Hele öksüz, yetim çocukları öğrendiğinde hemen üstlerine kol kanat gerer, yiyeceklerini,  içeceklerin ayarlar, bayramlarda üst, baş harçlıklarını bulup, buluşturur onların mutlu olmaları için elinden geldiğini yapardı. Ömrünün son günlerine kadar ülkesi için çalışmış bir örnek kişiden söz ederken bu gün boğazım düğümleniyor. Öylesine vatanı, milleti için kendini feda eder bir yapısı vardı ki, bu görev aşkı onun hayatına mal olduğu halde hiç sözünü etmeden, gözünü kırpmadan metanetle kaderine boyun eğmişti. Yıllarca süren büyük bir  mücadele ile yoktan var ettiği Ahmet Mithat İlkokulu yeni binasında bir Cumartesi günü öğleden sonra tek başına çalışırken, bodrum kattan dumanların geldiğini görünce hemen kömürlüğe iniyor, üst üste yığılan kömürlerin içten, içe tutuşup yandığını görüyor, ve tek başına eline küreği alıp, yanmak üzere olan kömürleri ayırmak için çalışmaya başlamış, bu işlem uzun süre devam etmiş, yangın çıkmasını önlemiş ancak, saatlerce süren kesif yanık kömür dumanlarını soluması sonucunda akciğerleri geriye dönüşümsüz şekilde zarar görmüş ve devamında da hayatını kaybetmesinin nedeni olmuştur.
Öğretmen Okulundan mezun olunca Pınarhisar İlçesinde 2 yıl öğretmenlik yaptıktan sonra Kırklareli Merkeze tayini çıkmıştır. Kırklareli’ mizin şairi Niyazi Akıncıoğlu ile ilk karşılaşması burada olmuştur. Pınarhisar da öğretmenlik yaptığı ilk okulda Niyazi Akıncıoğlu’nun öğrenci olması nedeni ile başlayan dostlukları, Kırklareli’ de devam etmiş, Niyazi Akıncıoğlu’na haince kurulan bir kumpas ile hapse girmesini içine sindirememiş, hapishanede onu ziyaretine gidip masum olduğuna inandığını defalarca Kırklareli’nin her tarafında haykırmıştır. Tarihin ilginçliğine bakın ki, Vefik Sözen, Ahmet Mithat İlk Okulunda Müdür iken, bu sefer Niyazi Akıncıoğlu’nun eşi Rahmetli Şaziye Hoca’ nın müdürlüğünü yapmıştı.
1931 yılında meslektaşı olan Hacer Öğretmenle evlenmiştir. Hacer Öğretmen ile evliliğinden dört çocukları olmuştur. Gülören, Gökçen, Dilay ve İlter den şu anda hayatta kalan Eczacı Gökçen ablamız uzun yıllar Kırklareli de eczacılık yapmıştır. Bizim ailenin içinde aydın kişiliği ve cumhuriyetin ilkelerine sadık bir eğitimci olarak kendisini her zaman sevgi ve saygı ile andığımız Vefik Sözen’den çok şey öğrendik. Sadece biz değil tüm Kırklareli’ liler de çok şey öğrenmişlerdir kendisinden. Kırklareli ye gelmeden hemen önce genç bir öğretmen olarak 1930 yılında Atatürk Kırklareli’ ye geldiği gün yaptığı konuşmada kendini göstermiş, bu spontane  konuşmadan sonra, uzun yıllar ulusal bayramlarda günün anlam ve önemini belirten konuşmaları yapan bir kişi olarak tanınmıştır.
Çalışmaya doyamayan, hep bir şeyler yapmaya gayret eden yapısı onu boş zamanlarında tarım ve hayvancılıkla uğraşmaya yöneltmiştir. Ahmet Mithat İlkokulunun arka bahçesinde kendi elleri ile hazırladığı tarhlara (ekip biçmek için yapılan toprak bölümler)öğretmen ve öğrenciler ile birlikte sebze, meyva ve çiçek ekerek,bizlere toprak ile uğraşıp, üretimin değerini anlatırdı. Yerli Malı haftasında kendi yetiştirdiğimiz ürünleri toplayıp kullanıyorduk. Öğrendiği tarımsal teknikleri kullanarak, toplumsal yarar sağlamak için önce kiraladığı, sonra kendisinin alıp ekim yaparak topraktan hiç kopmayan bir aydın profilini sürdürdü. Hatta belki ülkemizde o zamanlar pek önemsenmeyen keçi üretimine merak sarmış, Köy Enstitülerinden çok önce eğitim, üretim ilişkisini, bilerek, inanarak üretmenin her aşamasında öğretmenlik yapmanın zorunluluğunu hep duyumsamıştır. Karahıdır Köyü yolunda yaptığı örnek bağında, üzümün dışında onlarca çeşit meyve ağacını yetiştirmenin de zevkini yaşayan Vefik Hoca bu girişimciliği Kırklareli’de biraz garip karşılandı ise de o bildiği yoldan ayrılmamış, Müdürlüğünü yaptığı Ahmet Mithat İlkokulunu en iyi öğretim yapılan okulların arasına yükseltirken, Vilayetin, İlk Öğretim Müdürlüğü görevini de başarı ile sürdürmüştür.
63 yıla sığdırdığı mücadeleci yaşamında Atatürk’ e 1930 yılında verdiği sözü ömrünün sonuna kadar yerin getirmiştir.
‘’Ben, bir genç muallim olarak sınıfımdaki Türk çocuklarına ve muhitimdeki vatandaşlara bu hizmetlerinizi anlatacak, Cumhuriyeti sevdirecek ve İnkılaplarınızın koruyucusu olmalarını isteyecek ve bugünün mini mini yavrularının, yarının imanlı ve kuvvetli gençliği olarak yetişmelerine çalışacağım. Yorulmadan, usanmadan ve hiç bir şeyden korkmadan bu vazifeyi yapacağıma, huzurunuzda söz veriyor ve bu sözümle, bütün Türk Gençliğinin birleşmiş gür sesini veriyor ve sizleri kalbimden yükselen minnet ve şükran duygularıyla selamlıyor. Değerli varlığınız önünde, hürmetle eğiliyorum”.
Bizlerde onun aziz hatırası önünde eğilir, ışıklar içinde yatmasını dileriz.
NOT: Resimler Sayın Savaş Erdem’ in iletilerinden den alınmıştır

KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...