Köy Enstitüleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Köy Enstitüleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Nisan 2021 Pazar

KÖY ENSTİTÜLERİ GERÇEĞİ VE KEPİRTEPE ÖRNEĞİ(4)


Akın Güre 


Bundan 81 yıl önce 17 Nisan 1940 yılında kabul edilen 3803 sayılı kanunla kurulan Köy Enstitüleri  her yıl hatırlanıyor, anmalar yapılıyor. Köy Enstitüsü davası  Cumhuriyet Devrimleri bağlamında değerlendirilecek bir kurtuluş mücadelesiydi. Birilerinin sandığı gibi ne salt bir eğitim girişimiydi ne de birilerinin eleştirdiği gibi  köylerin   şehirlerden soyutlanmasını sağlayacak  hayattan kopuk bir tasarımdı. Bu nedenle Köy Enstitüleri konusuna girdiğinizde tarihin en can alıcı yönlerini anlatan  olaylarıyla karşılaşırsınız. Bu öylesine bir dönemdir ki, tarihin kahramanları üstlendikleri görevlerle dönemin ruhunu size yansıtırlar. Geleceği dokuyan sihirli elleriyle size örnek olacak izler bırakırlar.  Köy Enstitüleri merkezine bireyin oturtulduğu  bir kurtuluş davasıdır. Adının köyle eşleşmiş olması ait olduğu dönemin üretim biçimlerinin karakteriyle bir anlam kazanır, ancak ileriye açılan bir gözle baktığınızda bu özellikler ülke insanını daha  özgür, güçlü ve egemen kılacak özgünlüğü ile sizi zamanın ötesine taşır. Köy Enstitülerinin hala örnek teşkil edecek girişimler olduğunu konuşuyor, tartışıyorsak, bu onun ruhundaki  sağlam ilkelerin, yaratıcı yaklaşımların olmasındandır. 

Köy Enstitüsü deyince diğer önemli  mesele Köy Enstitülerinin kapanışına yol açan nedenlerin  doğru bilinmesidir. Çünkü bu konuya girdiğinizde bu kez ekilmek istenen tohumların yeşermesini engelleyen koşullarla yüzleşmek zorunda kalırız. Bunlar bilinmeden Köy Enstitüleri deneyimindeki başarısızlığın asıl nedenlerini doğru kavramak zorlaşır. Tarihi doğru kavradığınızda ise  bugün takılıp kaldığınız yerden kurtulmanız kolaylaşır. Tarih bu güne bakışımızı da belirler.  Bu nedenle Köy Enstitüleri üzerine yazmaya başladığınızda aslında  ülke tarihi hakkında konuşursunuz.  

Bu  girişten sonra  okuyacaklarınıza 1946 yılına dönerek başlamak istiyorum. Bu yıl tarihimizde önemli bir kırılma anıdır: 1945 baharında Almanya'nın teslim olması ile başlayan sona gelişle İkinci Dünya Savaşının Dünyanın büyük bölümünü ilgilendiren kısmı bitmiştir. Barışa doğru bir adımdır bu ama dünyanın iki rakip, hatta düşman diyebileceğimiz kampa ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. Bir yanda başında ABD'nin bulunduğu serbest girişimci Batılı güçler, diğer yanda ise savaşın kazanılmasında önemli pay sahibi olan, Batıyla birlikte savaşmış Komünist blokun temsilcisi Sovyetler Birliği bulunmaktadır. Bu olgunlaşan yeni şartlar dış politika alanında ülkeyi kritik bir eşiğe getirir ve Türkiye önemli bir tercihte bulunarak ait olduğu ve güveneceği bloğu Batı olarak seçer. Bu sırada Yunanistan'da merkezi güçlerle Komünist Demokratik Ordu arasında iç savaş süregitmektedir. 

Gelelim ikinci kırılmaya: Ülkede Tek Parti dönemi kapanır ve serbestiyetçi, muhafazakar, dindar kesimlerin desteğini almış toprak zenginlerine ve kapitalist güçlere dayanan Demokrat Parti, CHP'den koparak siyasi hayatta çok partili rejime geçilmesini sağlar. İkinci Dünya Harbi'nin sona ermesinden ABD'nin önderliğinde alınan kararlarda otoriter rejimlere yönelik eleştirilerden Türkiye'deki Tek Parti rejimi de nasibini alır. İsmet İnönü, savaş sonrasının ekonomik sıkıntıları ve iktidarda kalabilmenin çaresizlikleri içindendir ve kendi partisi içindeki muhafazakarların da isteklerine boyun eğmek zorundadır. Partide, ilerici, Kemalist çevrelere karşı sesleri savaş sonrası yükselen,  kendilerini Anadolucu olarak tanıtan gruptan gelen eleştirilerin ağırlığı artmıştır. İşte bu kesimler dünyada ve ülkede esen yeni rüzgarlardan cesaret alarak İnönü'ye baskılarını yoğunlaştırırlar. Bu kişiler Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığından, İsmail Hakkı Tonguç'un radikal söylemlerinden rahatsızdırlar ve bu ikisine karşı bir süredir kararlı bir muhalefet hareketi başlatmışlardır. Buradan şu sonucu rahatlıkla çıkartabiliriz: Köy Enstitülerinin ilkelerine ve yöntemlerine karşı çıkışlar önce CHP içinde filizlenmiş ve özgünlüğünü kaybedeceği öğretmen okullarına dönüşme süreci bu kesimlerce başlatılmıştır. 

Demokrat partinin güçlenerek çıktığı 1950 seçimlerinden sonra Köy Enstitülerini tamamen kapatmasına  kadar geçen sürede CHP'de yerlerini sağlama almış çevreler paylarına düşen görevi başarıyla tamamlamışlardır. Anadolucu diye geçen bu grup önce Hasan Ali Yücel'in bakanlıktan ayrılmasını sağlarlalar. Yeni Milli Eğitim Bakanı Şemsettin Sirer Tonguç'a başından beri karşı duran bir kişidir. Bu konuda Sirer'in yanına aldığı destekçisi ise yine el üstünde tutulan başka bir eğitimci olan Halil Fikret Kanat’tır. Adeta Tonguç'un yapmaya çalıştıklarını engellemek üzere bir karşı tez savunucusu olarak kaşımıza çıkar Kanat. Yazdığı kitabı Milliyet İdeali ve Topyekün Milli Terbiye adını taşımaktadır ve Anadolucu grup tarafından hayranlıkla karşılanmıştır. Aslında yapılmak istenen Almanya'da Nasyonal Sosyalizm artığı görüşlerin tekrarından başka bir şey değildir. Amerikalı araştırmacı Kirby yazdığı kitabında(Türkiye'de Köy Enstitüleri, Fay Kirby,1962) onun eğitim konularında kullandığı bütün kavramların Nazi fikirlerinden esinlenmiş olduğunu söyler. Örneğin, yazdığı kitabın adında geçen "Topyekün" ifadesinin bile bir Nazi dili olduğunu hatırlatır. Kanat ve dolayısıyla Milli Eğitim Bakanı Sirer, Nasyonal Sosyalizmden beslenen bir eğitim modelinin peşinden giderler ancak insanları yanıltacak şekilde kullandıkları kavramları Kemalizm ile bağdaştırarak farklılıklarının üstünü örtmeye çalışırlar. İşte Köy Enstitülerinden rahatsızlık duyanların zihniyetleri böyle kişilerce temsil edilmekte ve bu zamanın siyasi dengeleri açısından kabul görmektedir. 

1943 yılında yapılan İkinci Maarif Şurası Kemalist ilericilerle onlara karşı çıkan Anadolucu görüşten yana olanlar arasındaki çekişmelere sahne olur. Anadolucular Türkçülüğe sahip çakarlarken aslında Hasan  Ali Yücel'in savunduğu çağdaş, ilerici fikirleri ırkçı bir inkarla çürütmeye çalışırlar. O yıllarda Sovyet Rusya topraklarında ilerleyen Almanya ordusunun zaferleri gözlerini büyülemiştir. Almanya'nın  başarısı savaş yılları boyunca Türkiye'de ırkçı çevrelerin hayranlığı ile karşılık bulacaktır. Sovyetlerin mağlubiyetini görme sevinci ülke içindeki komünistleri  ezme arzusunu kamçılar. İnönü döneminde başarılı bir dış politika ile içerdeki beklentilerin tersine Almanya yanında savaşa girmeyerek çok doğru hareket etmiştir ama içerde Köy Enstitüleri gibi Atatürk döneminin devamı sayılacak devrim niteliğindeki adımları tehdit olarak kabul eden kesimlere de göz yumulmuştur. 

Fakat Avrupa'da savaşın bitmesine yakın zamanlarda Sovyet cephesinde Türkiye'yi ilgilendiren bir tavır değişikliği olur.  Elbette bu Sovyetler Birliği'nin savaş sonrası kendisini düşünerek almak istediği bir güç mevzilenmesinden kaynaklanan bir karardır: 1945 yılının Mart ayında Sovyet yönetimi 1925 yılında imzalanmış olan Türk Sovyet tarafsızlık ve saldırmazlık paktını yenilemeyeceğini Türkiye'ye bildirir. Hatta bununla yetinmeyerek Kars ve Ardahan üzerinde yeni isteklerde bulunur, Türkiye'nin egemenlik hakları için hayati önemi olan Montrö anlaşmasının gözden geçirilmesini ister. Japonları attığı atom bombasıyla dize getiren ABD askeri üstünlüğünü kanıtlamıştır, buna karşılık Sovyetler Birliği  Doğu Avrupa’da kendine bağlı devletler kurarak bir tampon bölge oluşturur. Bütün bu gelişmeler ABD'nin komünist bloku kendisine en tehlikeli düşman olarak görmesine yol açar ve  bu tür hesapların sonucunda Truman Doktrini ilan edilir. Başkan Truman 1947 Mart ayında açıkladığı doktrini açıklar. Buna göre ABD, komünizm baskısı altında bulunan devletlere askeri ve mali yardımda bulunacaktır. Burada kastedilen iki ülke, Türkiye ve Yunanistan'dır. Türkiye'ye 100 milyon, Yunanistan'a 300 milyon dolar yardım yapılır. 

Sovyetler Birliği'nden gelen istekler son derece ürkütücüdür. Kars ve Ardahan'dan sonra Boğazlar ‘da askeri üs kurulması da istenince İnönü ABD’den askeri destek ister. ABD Truman Doktrini uyarınca bu desteği seve seve vermeye hazırdır. Ancak bunun karşılığında Türkiye'de başlayan çok partili hayatın yerleşmesi için serbest seçimlere dayalı demokratik düzenin yerleşmesi, kalkınma planlarından vazgeçilmesi, Köy Enstitüleri gibi komünizmi çağrıştıran uygulamalardan kaçınılması istenir. 

İşte Köy Enstitülerini kuruluşunu hazırlayan ihtiyaçlardan yola çıkarak Atatürk'ün yeni bir toplum yaratma ülküsüyle önderlik ettiği eğitim hamlesinin sonunu hazırlayacak gelişmeler savaşın sona ermesiyle başlayan anlattığımız bu olaylarla bağlantılı olarak yaşanır. 

Çok partili hayata geçişten sonra   CHP  içinde artık muhafazakar kanadın sesi daha güçlü çıkar.  Bu güçlenme 1960 yılına kadar devam edecektir. Köy Enstitülerine sahip çıkan kurucu rol oynamış ilerici aydınlara yönelmiş bir tasfiye süreci başlar. Partinin lideri olarak İsmet İnönü bu gelişmelere engel olamayacaktır, daha doğrusu suskun kalmayı  siyasetin kuralları gereği tercih edecektir. Oysa aynı İnönü çok partili yapıya geçerken Demokrat Partiyi kuran çevrelerle eğitim seferberliğinin devam edeceğinin güvencesini ister. Celal Bayar bu isteğe karşılık, "Bilakis buna devam edeceğiz," yanıtını verir. İkinci soru dinle ilgilidir ve İnönü, "Dinle oynayacak mısınız? diye sorduğunda aldığı cevap "Hayır, laiklik dinsizlik demek değildir" olacaktır. 

Öte yandan çok partili hayata geçişle birlikte ülkede demokratik özgürlükler üzerinde baskıların artmaya başladığını da görürüz. Güçlenmek isteyen sol muhalefeti susturmaya yönelik baskılar bu yeni dönemde her iki partiyi serbestlik konusunda aynı çizgide buluşturacaktır. Karşılarındaki muhalefeti sindirmek için  iki partide aynı görüşler hakimdir. Sonuçta Vatan ve Tan gazeteleri kapatılacak, işçi hareketlerini destekleyen sol aydınlar tutuklanacaklardır. Görüldüğü gibi iki parti de "güdük bir demokrasi" oyunun sürdürme konusunda tam bir işbirliği içindedirler.

Köy Enstitülerinin kurulmasına sahip çıkan Hasan Ali Yücel ve bu hareketin fikir babası olan İsmail Hakkı Tonguç artık hedef tahtasına oturtulmuşlardır. İlk yapılacak iş köy enstitüleri kurucu ve yöneticilerini işbaşından uzaklaştırmaktır. İlk önce 5 Ağustos 1946'da Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığından istifa ederek ayrılır, ardından 21 Eylül 1946 tarihinde Tonguç İlköğretim Genel Müdürlüğünden Talim Terbiye Kurulu Üyeliğine alınır.  Fakat bu yeterli görülmez, 2 Nisan 1949’da Ankara Atatürk Lisesi Resim-Elişleri Öğretmenliğine atanır. Tonguç'a okulda   hazırlanmakta olan bir öğrenci piyesi için sahne dekorlarını boyamak görevi verilir. O itiraz etmez ve seve seve bu görevi yerine getirir. Tonguç’un yaşamı boyunca inandığı ilke, her uygulamanın hangi seviyede olursa olsun eşit değerde olmasıdır. Tonguç için önemli olan iştir. İşin her türlüsünü severek yapmaya hazırdır. Elleri boya içinde resimler ve kitaplarla dolu olarak derslere girer, öğrencileri ile  kaynaşır. O kibirli öğretmenlere hiç benzemiyordur. Her fırsatı sonuna kadar kullanarak insanlar arasında düşüncelerini yaymayı sağlayacak bir becerisi vardır. Resim İş öğretmenliği yapan Tonguç'la Köy Enstitülerini çoğaltmak için köy köy koşturan Tonguç arasında hiç bir fark yoktur. Bakanlıktakiler onu öğretmen olarak tayin etmekle huzursuz olmuşlardır, sonunda Demokrat Partinin iktidara gelmesinden kısa bir süre önce  Kayseri Lisesi resim öğretmenliğine tayin edilir.

Demokrat Parti 14 Mayıs 1950'de  büyük farkla seçimi kazanıp  iktidara gelince Milli Eğitim Bakanı Tevfik ileri olmuştur. Hemen ardından  Tonguç ve daha 8 öğretmen bakanlık emrine alınırlar. Yeni Sabah gazetesinde çıkan haber manşete "Sol temayüllü hocalar bakanlık emrine alındı" yazmakta ve haberin altında Bakan Tevfik İleri’nin demeci verilmektedir: "Bu şahıslar solcu olarak tanınmıştır. Çocuklarımızın zehirlenmesine müsaade edemezdik. Hatta İsmail Hakkı Tonguç’un emekliye ayrılmasına iki ay vardı. Ben onu vekalet emrine almakla efkârı umumiye karşısında solcu olup olmadığının hesabını vermesini münasip gördüm."

Tonguç 5 Aralık 1950’de, Bakanlık, bakanlık emrine alınma nedenini öğrenmek ister ve Danıştay'a başvurur. Açılan karşılıklı davalar 16 Aralık 1954’e kadar sürer.  Gerçekte Tonguç’un maddi durumu iyi değildir. Bakanlık emrine alındığı yıllarda  yapımında bizzat çalıştığı 25 yıllık küçük bağını ve bağ evini satmak zorunda kalır.

Tonguç 1946 - 1960 yılları arasında devletin güvenlik örgütler tarafından sürekli olarak takip edilir , hatta oğlu Engin Tonguç yazdığı kitabında (Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç, Ant Yayınları) aynı soyadı taşıyan bütün yakınlarının izlendiğini anlatır. Bütün hayatı boyunca tek bir olaya karışmamış olan ilk öğretim müfettişi kardeşi bile yıllarca izlenir, oğlu Dr. Engin Tonguç'un uzmanlık eğitimi için yurt dışına çıkması engellenir. Yıllar sonra bile turist olarak yurt dışına çıkmak istediğinde pasaport verilmez. Oğlu pasaport almak için uğraşırken 3 yıl önce ölmüş babasının dosyalarının hala takip edilmekte olduğunu öğrenince adeta isyan edercesine " Babam, 3 yıl önce öldü, bunu öğrenip de kayıtlarınıza işleyemediniz mi" demekten kendimi alamaz! Hasan Ali Yücel'in yerine Milli Eğitim Bakanı olan Şemsettin Sirer'in Tonguç’a söylediği "senin çoluk çocuğunla birlikte belini kıracağım" sözü gerçek olmuştur.

İsmail Hakkı Tonguç ölümünden 12 gün önce 14 yıldır gidemediği Hasanoğlan Köy Enstitüsünü görmeye gider. Bir zamanlar çalılardan geçilmeyen sırtta şimdi ağaçlar yükselmektedir. Enstitüyü dağıtmışlar, ama ağaçları yok edememişlerdir. Orada hayatında iki şeyden pişmanlık duyduğunu söyler. Birisi açtığı Köy Enstitüleri'nin sayısını 20'sen 60'a çıkaramamış olmasıdır. Diğeri ise daha fazla kız öğrenciyi okutamamış olmasıdır.  

İsmail Hakkı Tonguç 23 Haziran 1960 günü öldü. Oğlunun anlattığına göre, ileride oluşan üzücü olayları göremediği için mutlu ölmüştü...


 

(Devam Edecek)

3 Mart 2021 Çarşamba

KÖY ENSTİTÜLERİ GERÇEĞİ VE KEPİRTEPE ÖRNEĞİ(3)

Akın Güre


Köy Enstitüleri deyince akla ilk gelen isim şüphesiz ki İsmail Hakkı Tonguçtur. Onun adını anarken bu efsane sayılacak eğitimciyi daha yakından tanıtmak gereği duyuyor insan. Çünkü Köy Enstitülerini ilerde anlatacağım nedenlerle kapanmaya zorlayan süreçte onun şahsına yöneltilmiş eleştiri ve saldırıları öğreneceksiniz. Bu hikayenin sonunu getiren hamleler hep bu ideal eğitimcinin yıpratılması için gösterilen çabalardır. Tonguç'un kişisel serüvenini öğrenirken aslında bir dönemin kaderini çizen tarih aktörleriyle karşılaşırsınız. Onu mesleğinde zirvelere  çıkartıp  arkasından destekleyenlerin sonra birden yön değiştirip söylediklerini inkar edercesine sırt çevirmelerine şahit olursunuz. Burada çarpıcı olan, Tonguç'un olup bitenlere karşı soğukkanlı davranıp bildiği yoldan hiç sapmadan durumun nedenlerini kavraması, çalışmalarına inatla devam etme iradesidir. Tonguç, meseleleri toplumsal diyalektiği ile düşünerek hareket eden, bir dava adamıdır. Bütün yetkileri elinden alınıp bir liseye resim ve el işleri öğretmeni olarak atandığında bile kafasındaki idealleri hala pırıl pırıl yaşayan bir aydındır. Onun hayatı ve söyledikleri bile tek başına Köy Enstitüleri tecrübesinden çıkartılacak derslerle doludur.

İsmail Hakkı Tonguç 1893 yılında Bulgaristan'da Silistere ili sınırları içinde bir köyde doğar. Babası Kırım göçmenlerinden Silistre savunmasına katılmış Hacı Velioğlu İdris bey, annesi Dobruca Türklerinden Vesile hanımdır. İlkokulu doğduğu köyde okuyan Tonguç 1907 yılında  Silistre Rüştiyesi'nden mezun olur. Okuma arzusuyla dolu  olan bu öğrenci önce babasının yanında bir süre çiftçilik yaptıktan sonra annesinin yardımıyla İstanbul'a gider ve Maarif Nazırı Şükrü Bey'in katkısıyla Kastamonu Öğretmen Okuluna gönderilir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında İstanbul Öğretmen Okulu'na geçiş yaparak buradan mezun olur. Yirmi arkadaşı ile birlikte Almanya'ya öğrenim için gönderilir. Savaş Bittiğinde yurda dönmesi istenir. Öğrenimini tamamlayamadan geri döner ve Eskişehir Öğretmen Okulu Resim-El İşi ve Beden öğretmenliği  görevine atanır. 1921 yılında tekrar Almanya'ya gönderilir ve Almanya Karlsruhe Beden Güzel Sanatlar Okulu ve Güzel Sanatlar Akademisinde okur, 1922 yılında ülkesine döner. 1925 yılında tekrar mesleki eğitim konularında araştırmalar yapmak için Avrupa'ya gönderilecek olan Tonguç, özellikle Almanya'daki Kır Eğitim Yurtları ve Leipzig Deney Okulları ile ilgilenir, seminerlere katılır. Döndüğünde Ankara Öğretmen Okulu resim-iş ve beden eğitimi öğretmenliğine atanır. Kırsal bölgelerde eğitimle ilgili yazdıkları dikkat çekerek, 1926 Yılında Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati tarafından Milli Eğtim Bakanlığına tayin olur. "İş İlkesine Dayanan Öğretmen Kursu"nu  düzenler. Daha sonra mesleği ile ilgili bir çevirisi ve "Resim-El İşleri ve Sanat Eğitimi" adlı kitabı yayımlanır. Eğitim Sergisi düzenlediği İsmet Paşa Kız Enstitüsü'nde CHP'nin Altı Ok amblemi o günlerde çizilir. Gazi Mustafa Kemal Enstitüye gelerek teşekkür eder. 1935 Yılında Milli Eğitim Bakanlığı'na getirilen  Saffet Arıkan'nın isteği ile Gazi Eğitim Enstitüsü  Müdür yardımcılığından İlköğretim Genel Müdürlüğü'ne atanır. Bakan Saffer Arıkan'a sunduğu 35 sayfalık bir raporda İlköğretim ve Eğitim Meselesini anlatır. 1936 yılında Atatürk'ün önerisiyle başlayan, çavuş ve onbaşıların köylerde eğitmen olarak çalışmak üzere yetiştirilmesi konusunu  araştırmakla görevlendirilir. 1937 yılında Köy Enstitülerinin kurulmasıyla ilgili temel ilkeleri belirleyen raporunu Bakan Saffet Arıkan'a sunar. Bu rapordan sonra Köy Enstitülerinin ilk örnekleri sayılacak Köy Öğretmen okulları açılmaya başlanacak ve süreç 1940 yılında Köy Enstitülerinin açılışını düzenleyen yasanın TBMM'nde kabul edilmesiyle noktalanacaktır.

Köy Enstitülerinin kuruluşu o sırada Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü tarafından hararetle desteklenmektedir. İnönü ondan, açılan Köy Enstitülerinin sayısının 60'a çıkarmasını isteyecektir. Köy Enstitülerini Cumhuriyetin eserleri içinde en değerlisi olarak gördüğünü söyleyen İnönü, buralardan yetişecek öğrencilerin başarılarını hayatı boyunca takip edeceğini belirtir. CHP'nin Beşinci Büyük Kurultayı'nın açılış konuşmasında Köy Enstitüleri için şöyle der:

"Nüfusumuzun çoğunu teşkil eden köylümüzün gerek tahsil, gerek geçim hususunda seviyesini yükseltmeyi başlıca hedef tutacağız. Bu hususta elde edeceğimiz neticelere, çok ehemmiyet ve kıymet veriyoruz. Kati olarak inanıyoruz ki köylümüzün tahsilini ve maişetini daha yüksek bir dereceye vardırdığımız gün,  milletimizin her sahada kudreti, bugün  güç tasavvur olunacak kadar yüksek ve heybetli olacaktır."

Köy Enstitülerinin kapatılması, genellikle çok partili hayata geçiş döneminde görülen gelişmeler parelelinde anlatılsa da kuruluş yıllarındaki Tek Parti döneminde, TBMM'nde ilgili yasaların gündeme gelmesiyle başlayan bir tepkiden söz etmek gerekir. Bu tepkiler, daha sonra  enstitüler hedef alınarak   sesini yükselten milliyetçi ve muhafazakar çevrelerin  kullandığı  komünist suçlamaları şeklinde ortaya çıkacaktır. Buraları bir komünist yuvası olarak görülür, karşı propagandalar devreye sokulur, karalamalar başlar.

TBMM'ne getirilen köy enstitüleri kanunu için yapılan görüşmelerde ilk eleştiriler başlar. Kazım Karabekir'in de destek verdiği eleştirilerden birisi "enstitü" kelimesiyle ilgilidir. Karabekir, köylünün hoşuna gidebilmesi için bu isim yerine "hayat mektebi" denmesini önerir. Yöneltilen eleştirilerden diğeri ise enstitü kanununun üçüncü maddesiyle ilgilidir. Bingöl vekili Feridun Fikri Bey itirazında köy görüntüsündeki kimi kasabalarda yaşayan gençlerin bu kanundan yararlanmayacağını, bu nedenle kasaba ve şehirlerdeki okullara giden köylü çocukların da enstitülere alınmasını ister. Kazım Karabekir de ahlak derslerine daha fazla önem verilmesini ister ve enstitülere  sadece köy çocuklarının  alınmasına karşı çıkar. Kanun için yapılan oylamada 429 milletvekilinden sadece 279 kişi oylamaya katılmıştır!  Bu sonuç bile enstitülerin kurulmasına başlangıçtan itibaren  karşı çıkan ciddi bir muhalefet olduğunu açıklar.

Köy Enstitüleri ile ilgili 1942 yılında gündeme gelen yine önemli bir düzenlemeye için benzer karşı çıkışlar görülecektir. Köy Enstitüleri için gerekli olan Teşkilat Kanunu görüşmeleri için yapılan tartışmalar günlerce sürecek, kanunun çıkması uzayacaktır. Söz alan milletvekillerinden Rasih Kaplan din eğitimin önemine vurgu yaparak, "Enstitüleri ikmal etmezden evvel, köylerdeki yavruları yetiştirmek üzere din dersleriyle de teçhiz etsinler. Buna ihtiyaç vardır." diyecektir.

Gelen tasarıda köy öğretmenlerinin görev ve sorumluluklarıyla ilgili 10. madde en büyük eleştiriye uğrayan konulardandır. Eskişehirli toprak zenginlerinden Emin Sazak, "Bu madde muallimlere o kadar salahiyet veriyor ki, hakim, hekim, ne bileyim mürşit, peygamber hepsi. Yani bunlar köyün ziraatını temin edecek, akıl verecek, hülasa her şey, yapacak...Köye gidecek muallim ben köyde muhtarım diyecek, o zaman da köyün kalkınması yerine herkes dağa kaçacak...Kanun çok güzeldir, fakat bu maddesi yanlıştır. Bunlara verdiğimiz salahiyet Başvekilde yoktur. Bunlardan köylü ne öğrenecek? " diyecektir. Emin Sazak ileride Köy Enstitülerine yöneltilecek eleştirilerin ilk işaretini verir böylece.

Besim Atalay da Rasih Kalan gibi düşünmektedir. O da 10. maddeye, "Köylerde eğitmenler ve öğretmenler din terbiyesine, manevi terbiyeye önem vereceklerdir"  ifadesinin eklenmesini isteyecektir. Abdurrahman Naci Demirağ ise, din eğitiminin önemine değinerek, "Maneviyatsız hiçbir millet yaşayamaz, laiklik dinsizlik değildir...Biz laikliği kabul ettiğimiz zaman birdenbire cezri hareket etmek mecburiyetindeydik. Fakat bugün artık yavaş yavaş bu işi ıslah etmek zamanı gelmiştir. Çünkü millet, din işinin dünya işinden ayrılmasına iman etmiştir." der.

Onuncu madde ile ilgili tartışılan diğer bir mesele ise öğretmenlere verilecek bu yetkilerden sonra köylerde muhtarlar ve köy heyetleri ile öğretmenler arasında  bir yetki karmaşası çıkmasıyla ilgilidir. Tasarının okulların yapım ve onarımıyla ilgili  25. maddesine ait yapılan eleştirilerde kadınların çalıştırılmasına karşı çıkılırken köylüye yüklenen yükümlülüklerin angarya ve işkence olduğu ileri sürülerek anayasaya aykırı olduğu söylenir.

Genel olarak bu dönemde Köy Enstitülerine gösterilen tepkilerde aşırı bir olumsuz tavır görülmez. Bunda Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün şüphesiz ki büyük payı vardır. Tepkiler çok açık şekilde dile getirilmese de toplumun bazı kesimlerinin bu oluşumdan rahatsızlık duydukları kesindir ve bunu bazen oturumlara katılmayarak veya eğitimle ilgili çeşitli toplantılarda görüş beyan ederek ifade ederler.

Köy Enstitülerinin kapanmasına yol açacak gelişmeler özellikle 1946 yılında çok partili  sisteme geçişle birlikte yaşanacaktır. Bundan sonra gösterilen muhalafet daha keskin bir şekilde ve yıpratıcı ölçülerde yapılacaktır. Özellikle 1945 yılında Meclise gelen Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu bu değişimin hızlanmasını sağlayacaktır. Yoğun tartışmalarla kabul edilen toprak reformu işlevi olmayan bir karar olarak  rafa kaldırılır. Bu yasanın asıl etkisi Cumhuriyet Halk Partisi içinden çıkacak Demokrat Parti oluşumuna yol açmasıdır. Bu reforma karşı çıkan çevreler aynı zamanda Köy Enstitülerinin önünü kapayacak engellerin sesini daha güçlü şekide duyururlar. Tarımdaki yerleşik yapıda mevzilenen güçler reformları uygulanamaz hale getirerek  yerlerini korurlarken  Köy Enstitülerine karşı daha kararlı bir duruş sergilerler. Onların bu tepkileri iktidar partisi üzerinde de etkili olur. Nitekim 21 Temmuz 1946 seçimleri sonrası kurulan Recep Peker hükümetiyle köy enstitülerinde geri sayım başlayacaktır. Demokrat Partiye geçmeyen Cumhuriyet Halk Partisi içinde kalmaya devam eden muhafazakar ve reform karşıtı çevreler köy enstitülerini etkisiz hale getirecek adımların işaretini verirler.  Recep Peker'in hükümet programında köy enstitülerinde uygulanacak eğitim için  kullanılan  şu ifadeler bunun doğrular gibidir: "Köy Enstitülerinden çıkan gençlerin kendilerinden beklenen hizmeti başaracak surette bilgi ve tam bir milli duygu içinde yetiştirilmelerine dikkat edilecektir."

Köy Enstitülerine yönelecek saldırıları besleyen bu tür düşünceler nitekim bir süre sonra sonuç verecek ve Hasan Ali Yücel yerine  Milli Eğitim Bakanlığına Reşat Şemsettin Sirer getirilecektir. Bu değişiklik TBMM içindeki karşı  kesimlere cesaret verir. Sirer'in bakan olmasıyla köy enstitülerini öğretmen okuluna dönüştürme çabaları hız kazanır. Eğitim programlarında yapılan değişiklik ile teorik derslerin ağırlığı artarken iş eğitimi ile güçlendirilmiş uygulama dersleri zayıflatılır, üretici iş okulu yerine klasik iş okulu anlayışı benimsenir.  1948 yılında Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatılır. Bu okuldan mezun öğretmenler pasif görevlere atanır veya farklı öğretmen okullarına gönderilir. Enstitüden mezun olan köy öğretmenlerine işlemek için verilen topraklar geri alınır. Artık köy okullarındaki öğretmenlerden  beklenen görevler klasik bir eğitim için istenen   düzeye çekilmiştir. Bu arada eğitmen kursları da 1947 yılında  kapatılır.

Çok partili döneme geçildikten sonra Köy Enstitülerinin kurucularına yönelik saldırılar ideolojik bir karakter kazanmaya başlayacaktır. Burada komünizm suçlaması yaparak yıpratma çabaları boy gösterir. Enstitü faaliyetleriyle ilgili karalamalara bir de komünistlik sıfatları eklenir. Önce Çifteler Köy Enstitüsü ile başlayan suçlamalar daha sonra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü için yapılan komünizm ihbarlarıyla devam eder. Mesela, kırmızı gömlek giyen bir öğretmen komünistlikle suçlanır hemen. Yatakhane binalarının yerleşimini yukarıdan bakıldığında  orak çekice benzetenler de çıkar.

Diğer bir konu ise Köy Okullarının yapımında köy halkına yüklenen sorumlulukların hafifletilmesi ile ilgilidir. Kadınların bu işlerde çalıştırılması yasaklandığı gibi okul yapma görevinde devletin payının arttırılması istenecektir. Okul yapımında köylü vatandaşın katkısı Demokrat Parti iktidarı zamanında tamamen kaldırılır.

Komünizm suçlamalarının yanısıra din eğitimi konusunda da kuruluş  yıllarında başlayan eleştiriler yeniden hız kazanır. Cumhuriyet Halk Partisi bunların etkisinden kurtulamaz. Bundan sonra din okullara din dersleri konulması, imam hatip yetiştirecek kurslar açılması hakkında adımlar atılacaktır. 1950 seçimlerine gidilirken eğitimde din, tartışılan en önemli konu olur. Demokrat Partinin 1950 yılında iktidara gelmesiyle Köy Enstitülerinin öğretmen okullarıyla birleştirilmesiyle sonuçlanacak nokaya epey yaklaşılır. İktidardaki Demokrat Parti hükümeti bu kurumların tasviyesine yönelik çalışmalara hız verecektir. 1951 yılındaki Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi görüşmlerinde enstitülerin kapatılması gerektiği açık olarak ifade edilir. Bu görüşmeler sırasında Ahmet Başıbüyük şöyle konuşur:
"Muhterem arkadaşlar, valileri tehdit ve radyoda teşhir ederek ve köylünün malını, davarını, çulunu çaputunu sattırarak dipçik altında yaptırılan köy okulları bugün kısmen yıkılmış ve harap bir haldedir. Kendisinden beklenen hizmetleri veremeyen köy enstitülerinin bir an evvel tasfiye edilerek, öğretmen okullarının çoğaltılmasını rica edeceğim." 

Aynı bütçe görüşmelerinde Milli Eğitim  Bakanlığının Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreselerin kapanması nedeniyle doğan   din okulları ihtiyacını karşılaması gerektiği savunulur, imam ve hatip okullarının derhal açılması istenir. Mükerrem Sarol laiklik ilkesini tartışmaya açar ve "Laiklik mefhumunun tesir ve murakebesi altında bulunan yerlerde vicdan hürriyeti bulunmaz ve işlemez. Benim anlayışıma göre, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak hükmü, dinin ne olduğunun bilinmemesinden doğmuştur. Aynı zamanda bu hükmün  her din için tatbiki caiz olmaz. Bence din çeşnisini kaybetmiş olan karakter muhakkaktır ki vahşete ve hayvanlığa temayül eder." der.

Demokrat Parti dönemindeki Köy Enstitülerinin kapanmasıyla sonuçlanan   yıkımın hikayesini anlatmaya devam edeceğiz. Burada Kepirtepe Köy Enstitüsü öğretmenlerine ve Kırklareli’nde yaşayan aydınlara yönelik açılmış davaya da yer vereceğiz. Bu dava ile Köy Enstitülerinin kapatılmasını hazırlayan şartların nasıl olgunlaştırılmak istendiğini ve hangi toplumsal yaralara yol açtığını  anlatacağız. Elbette başlarken bir bölümünü anlattığımız,  Köy Enstitülerinin önderliğini yapan ve düşünsel kaynağını besleyen İsmail Hakkı Tonguç'un başına gelenlere ve son günlerinde yaptıklarına  da yer vereceğiz. 

(Devam Edecek)

28 Ocak 2021 Perşembe

KÖY ENSTİTÜLERİ GERÇEĞİ VE KEPİRTEPE ÖRNEĞİ-2

Akın Güre 

Geçen yazımda Köy Enstitülerinin kurulmasını hazırlayan sürecin  anlaşılmasını amaçlıyordum. Cumhuriyetin kuruluş günlerinden başlayarak eğitim meselesinin ekonomik sorunlar kadar önem taşıdığını görmüştük. Nüfusun çok büyük bir bölümünün (12 Milyon) köylerde yaşadığı ve köylerde yaşayan çocukların sadece %25'nin okula gidebildiğini hatırlayın. Okuma yazma seferberliği köklü değişimlerle birlikte başlamıştı. 1928 yılında Latin harflarinin kabul edilmesi buna yönelik bir karardı ve  geniş halk kesimlerine yönelik Millet Mekteplerinin açılmasıyla okur yazarlığın yaygınlaşması istenmişti. Köy Öğretmen okullarının açılması ile de köylerdeki eğitmen açığının kapatılması için gerekli adımlar atılıyordu. Daha sonra Köy Enstitülerine dönüşecek bu hareket eğitim sorunun çok yönlü bir  toplumsal dönüşüm boyutunda ele alınması  demekti. Bu konuda Milli Eğitim Bakanlığı'na kapsamlı bir rapor sunan Jhon Dewey'in de yazdıkları bu yöndedir. Konusunda yetkili bir uzman olarak tanınan Dewey'e göre toplumdaki  siyasi, ekonomik ve teknolojik değişimler eğitim siseminde bu amaca yönelik çabalarla mümkün olabilirdi. Dolayısıyla öğrencilere kazandırılacak olan yetenekler ve meziyetler toplumdaki mevcut sisteme karşı yeni görüşlerin ve değerlerin ağırlık kazanmasını sağlayacaktı. Köy okullarında görev alacak öğretmenler köy kalkınmsının öncüleri olacak şekilde, kültürel değerleri ve inançları da dikkate alarak  yetişmeliydiler.
Ancak kurulacak Köy Enstütüleri bu amaçların daha ötesine uzanan bir dinamizme sahiptir. Köy öğretmenlerinden beklenenler köyün sorunları ile sınırlı değildir. Nitekim İsmail Hakkı Tonguç'a göre asıl mesele ülkede yeni rejimi koruyacak  çağdaş bilince sahip  yeni bir nesil yetiştirme hedefidir. Cumhuriyet ancak böyle bir kuşağın çabalarıyla ayakta kalabilecektir. Böyle bir eğitim hedefi aynı zamanda köy ile kent arasındaki farklılaşmayı da azaltacak, toplumsal bütünleşmeyi sağlayacaktır.  
Bu nedenledir ki Köy Enstitüleri ile başlayan dönem eğitimde yeni bir açılım olarak görülür. Tonguç'a göre gerçekçi bir eğitimin amacı köyden başlayacak akılcı uygulamaları  hayata geçirmek, tarımda verimliliği artırmaktır. Köyde gerekli teknik ve bilgi ile donatılmış becerikli kişilerin yetiştirilemesi bu açıdan önemlidir. Köy Enstitülerinden çıkacak öğretmenler aydınlanmanın ve toplumsal ilerlemenin öncüleri olacaklardır. Köylerde yaşayan vatandaşların ekonomik hayatın içinde daha etkin rol alması, tercihlerini belirlemesi,  haklarını savunması onlar sayesinde başarılacaktır. 
Ensititülerinin amaçlarını anlatırken yasayla belirlenmiş görevleri de hatırlatmakta fayda var.
Bu görevler 1942 yılında çıkartılan 4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu ile düzenlenmiştir.  Bu yasaya göre köy enstitülerindeki öğretmen ve eğitmenler binaların, işliklerin yapılışından, bahçlerin tanziminden, hayvanların bakımından sorumludurlar. Okula ayrılmış araziyi örnek olabilecek şekilde işleyecekler, öğrencilerin eğitim ve öğretimleri kadar sağlıkları ile de ilgelenip gerekli tedbirleri alacaklar, köylerin okul binalarının yapılmasından sorumlu olacaklardır. 
Yasada ayrıca eğitmen ve öğretmenlere köy halkının yetiştirilmesi ile ilgili görev ve yetkiler de anlatılmıştır. Bunların başında köy halkının milli kültürünü yükselterek onları sosyal hayat bakımından çağın şartlarına göre yetiştirmek gelmektedir. Köy kültürünün olumlu değerlerini korumak, yaymak, güçlendirmek üzere gerekli tedbirleri almak, etkinlikler tertip etmek, köy halkının radyodan azami derecede yararlanamasını sağlamak görevleri olarak sıralanır. 
Köyün ekonomik hayatının  geliştirilmesi için  zirai, sanat ve teknik becerilerin arttırılması, köyde iş hayatının canlandırılması için rehberlik edilmesi, ormancılığa ait bilgilerin aktarılması, ormanların korunması ve bakılması, eser ve anıtların onarılması, korunmaya muhtaç bitki ve hayvan türlerinin tesbiti ve gerekli işlerin yapılmasında yardımcı olunması, diğer sorumlularla birlikte çalışılması, her türlü kooperatifleri kurma ve işletmesinde köylülerle işbirliği yapılması sıralanan görevlerden bazılarıdır.
Köy Enstitüleri deyince akla gelen görev ve sorumluluklar dönemin yaşadığı sıkıntıların, dar boğazların, engellerin aşılması için yapılması gereken ödevlerden yola çıkılarak tanımlanmış konulardı. Mesele sadece köyde okul açıp öğrencilere standart programlara göre verilmesi gereken bilgileri aktarmak değildi. Köyün ihtiyacını  bir seferberlik haline dönüşen kalkınma hedefleri kapsamında değerlendirip ona önderlik edecek kişiler yetiştirmek ve onlara toplumsal sorumluluklar yüklemek gerekiyordu. Köyün sorunları ayrıca çok yönlüydü. Sadece 5400 köyde okul vardı ve bunların büyük çoğunluğu okul denecek uygunlukta değildi. Köylerde ekonomik hayat son derece durgundu.  Köylü hastalık, kuraklık, doğal afetler gibi olumsuz etkenlerin tehditi altında ayakta kalmaya çalışıyordu. Başlayan İkinci Dünya Harbi köydeki genç emek gücünün eksilmesine yol açmış, kadınlar ve yaşlılar yardımcısız kalmışlardı. Bu engellerin aşılması eğitimdeki geri kalmışlıkla bir arada düşünüldüğünde sorunu güçleştiriyor ve devleti hızlı çözümler üretmeye zorluyordu. Kırsal kesimde yaşayan halkın bu şartlarda Cumhuriyet rejimiyle getirilmek istenen yeni kültür düzeyine ve değerler sistemine ayak uydurması nerdeyse imkansızdı. Bu nedenle köylerde başlatılacak eğitim seferberliği aynı zamanda bir kültür meselesiydi. Milli Eğitim teşkilatında bu amaçlara  uygun görevlendirmeler daha Atatürk döneminde başlamıştı. 1935 yılında Milli Eğitim Bakanlığına getirilen Saffet Arıkan, İsmail Hakkı Tonguç'u İlköğretim Müdürlüğüne atadı. Tonguç  bu işe en uygun seçimdi.  Arkadaşları arasında "Köylü İsmail Hakkı" diye tanınırdı. Dar gelirli bir köylü ailesinden geliyordu. Çok güç koşullarda  yetişmesini sağlayacak olanakları kovalamış ve öğretmen olarak mezun olmuştu. Tonguç Köy Enstitülerinde uygulanacak programların belirlenmesinde engin bir görüş açısına ve yeteneğe sahip bir eğitimciydi. Çağdaş eğitim biliminin ışığında uygulanacak plan ve modellerin geliştirilmesini sağladı. Tonguç'a göre köy sorunu tek başına bir eğitim sorunun ötesinde ele alınmalıydı. Bu konu eğitim ve kalkınma meselelerini kapsayan bir bilinçlendirme ve canlandırma sorunuydu. Köye bir şeyler öğretebilmek için önce köyü iyi tanımak, anlamak gerekliydi. Köy hayatının sırlarını kavramadan, köylüyle iç içe yaşanacak bir hayata katılmadan değişimi başlatmak imkansızdı. Bunu en iyi başaracak kişiler köyün içinden çıkmalıydı. Köylünün içinden keşfedilecek böylesine  kahramanlara ihtiyaç vardı. Bunlar Köy Enstitüsünden yetişecek öğretemenler olacaktı. Köyde yaşamayı benimseyerek  köylü ile birlikte zorlukları yenmeyi, sorunları aşmayı, yardımlaşmayı, yaraları sarmayı, binaları yapmayı, aletleri tanıtmayı, fidan büyütmeyi köyde yaşayanlarla birlikte başaracaklardı. Köy böyle kahramanlara muhtaçtı. Yapılacak iş bunları başarmayı sağlayacak bir aydın kimliğini kazanmış öğretmenleri yetiştirmekti. 
İlk bölümde anlatığımız gibi bu amaçlarla işe Eğitmen Kurslarının açılması ile başlanmıştır. Bu kursların çoğu ilerde Köy Enstitiüsü açılacak yerlerde açıldı. Kursları başarıyla bitirenlere Eğitmen adı verildi. Eğitmen kursları 1948 yılına kadar devam eden bir uygulama olmuş ve yaklaşık 9 bin eğitmen yetiştirilmiştir. Ancak asıl hedef Köy Enstütülerine dönüşecek yeni bir yapılanmaya geçmektir. Bu da ilk aşamada Köy Öğretmen Okulları olarak düşünülmüştür. Henüz Köy Enstitüleri için yasal bir dayanak hazırlanmadığından 1926 yılında çıkarılmış Köy Muallim Mektepleri kavramına dayanarak bir çözüm bulunmuştur. İlk adım 1937 yılında İzmir Kızılçullu ve Eskişehir  Çifteler Köy Öğretmen okullarının açılması ile atıldı.  Daha sonra 1938 yılında Edirne'de Karağaç'ta Zabit Mektebi binasında hizmet verecek olan Trakya Köy Öğretmen okulu açıldı. Okulun toplam 83 öğrencisi vardı. 
Köy Öğretmen okulları üç yıllıktı. 17 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen 3803 sayılı Köy Enstitüleri yasası çıkınca  bu okullar önceden düşünüldüğü gibi Köy Enstitüsü adını alacak, öğretim süreleri ise 5 yıl olacaktır. 1944 yılına kadar bu şekilde açılan okul sayısı 20'yi bulacaktır. Amaç 24 okula ulaşmaktı. Bu başarılamadı. Niye olmadığını daha sonra anlatacağım. Ancak Köy Enstitiülerinden 1952 yılı sonuna kadar 1398 kadın, 15943 erkek olmak üzere toplam 17341 öğretmen mezun olacaktır. 
Kepirtepe Köy Enstitüsü yukarıda söylediğim gibi önce Edirne Karağaç'ta açılmış bir öğretmen okuluydu. Ancak okulun açıldığı sırada İkinci Dünya Savaşı başlamak üzeredir. Bu nedenle Genel Kurmay Başkanı Salih Omurtak okula gelir ve herkes endişelenir. Nitekim ardından gönderilen bir emirle okulun boşaltılması istenir. Otüzüç vagona yüklenen eşyalarla ilk göç Alpullu'ya taşınmayla başlar. Orada yerleşme sorunu olunca dönem sonunda ikinci göç yaşanır. Bu kez Lüleburgaz Emrullah Efendi İlkolulu ve bahçesinde kurulan çadırlara yerleştirilir öğrenciler, hazırlık sınıfları izinli olarak evlerine gönderilir. Artık harp başlamıştır. Bu arada Kepirtepe Köy Enstitiüsü'nün kurulacağı yer seçilmiş ve inşaatına başlanmıştır. 1939 yılının ekim ayında ana binanın iki katı tamamlanır. İdari hizmetler çadırlarda verilmektedir. Zemin kat yatakhane, bir ve ikinci katlar derslik olarak kullanılmaktadır. Hemen ardından 64 metre uzunluğunda ve 9 metre genişliğindeki yatakhane tamamlanır. Yeterli inşaat çivisi olmadığından kullanılmış tahtalardan sökülen çiviler düzeltilerek yeniden kullanılır. Bir yandan da susuzluk yaşanmaktadır. Lüleburgaz'dan varillerle taşınan suyla idare edilir. İşler tam düzelmeye başlamışken İkinci Dünya Savaşı hızla yayılmaktadır. Okulun önünden Edirne-İstanbul yolunda sınıra doğru ilerleyen tanklar geçmektedir.  Trakya'da savaş tedirginliği her yanı sarmıştır. Okulun tekrar boşaltılması istenir. Bu kez yolculuk Ankara Hasanoğlan Köyüdür. Okul öğrencileri tüm demirbaş eşyalarla birlikte Lüleburgaz tren istasyonundan önce Sirkeci'ye, sonra vapurla Haydarpaşa garına getirilir ler. İlk kez İstanbul'u ve denizi görür öğrenciler. Ankara garına varınca başka bir trene aktarma yapılır. Ankara'dan sonra kısa bir yolculuk daha yaparak Hasanoğlan durağında inilir. Köyden gönderilen kağnılara eşyalar yüklenir, yürüyerek  okula ulaşılır. 
Hasanoğlan'da 9 ay sürecek geçici konaklama sırasında diğer bölgelerden gelen öğrencilerin de yardımlarıyla çok sayıda binanın inşaatı tamamlanır. Kepirtepe öğrencileri evlerine dönerler, yarım kalan enstitülerini tamamlamaya koyulurlar. 
İşte bu, böylesine çileli ama aynı zamanda geride bırakılan eserleri, yardımlaşma duyguları ve biriktirilen güzel anılarıyla gururla hatırlanacak bir hikayedir. O hikayenin artık sayıları azalan kahramanlarına gelince, onlara karşı borçlu olduğumuz teşekkür bütün bu yapılanlardan geride kalan boşluğu doldurmaya elbette yetmeyecektir.

23 Aralık 2020 Çarşamba

KÖY ENSTİTÜLERİ GERÇEĞİ VE KEPİRTEPE ÖRNEĞİ-1

Akın Güre

Bundan 80 yıl önce açılan Köy Enstitüleri için bir şeyler yazmak için başlangıçta aklımda olan tek sebep Lüleburgaz'dan 5 Km uzaklıkta bulunan Kepirtepe Köy Enstitüsü'nü anmak, biraz olsun tarihini anlatmakla sınırlıydı. Konuyu Kırklareli Yerel Tarihini ilgilendiren toplumsal ekonomik  değişim dizilişi içinde, tarihsel bir kesit olarak görüyordum. Tıpkı 1926 yılında açılan Alpullu Şeker Fabrikası, 1932 yılında açılan Kırklareli Halkevi örneklerinde yaptığım  gibi bu konuyu ele almalıydım. Ne yalan söyleyim, bunun için arayıp bulacağım, elime geçecek kaynaklardan sıkı bir okuma ile üstesinden gelirim   diye düşündüm önce. Böylece bundan yaklaşık üç hafta önce çalışmaya başladıktan biraz sonra sert bir kayaya çarptığımı anladım. Hala karşımda duran okunacak onlarca kitap ve makale, alınmış sayfalarca not ile bu işin üstesinden nasıl gelebileceğimi bilemiyordum. Günlerce süren okumalar, okudukça başka yazılara kayan ilgiler, isimler, tarihler, hadiseler, biyografiler beni bu işin esasını oluşturan tarihsel bir bağlamın eşiğine getirdi.  Bir birine bağlanmış, anlaşılması zor tarihsel süreçlerin doğru bir şekilde  kavranmasını gerektiren zahmetli bir işe sürükledi  beni bütün bunlar. Eğer sadece  bir hikaye anlatıcısı olsaydım, belki Kepirtepe'yi daha zevkli ve duygusal bir çerçevede sunan bir yazı çıkartabilirdim sizler için. Ama öyle olmadı ve bu benim işimi zorlaştıran bir durum. Hatta haddimi aştığımı düşünderecek kadar ağır bir sorumluluk.

Niye böyle olduğunu umarım yazıları okurken sizlere düşündürtebilirim. Eğer anlatamayı becerebilir ve böyle olmasını sağlayabilirsem bu işi başarmışım diyebileceğim kendi kendime.

Köy Enstitüleri, ömrü topu topu 14 yıl sürmüş, bunun sadece ilk 6 yılında özgünlüğünü koruyabilmiş, sonunda zihinlerden kazırcasına bir karşı hamleyle ortadan kaldırılmışlardır. Ancak bu okulların eğitim ve öğrenim yöntemleri, amaçlarının isbetliliği, dayandığı ilkelerin doğruluğu, yaşattığı değişim rüzgarı son derece değerlidir ve  sadece eğitim tarihinin bir konusu olmaktan öte ilginç bir hikayedir de.  Bunun için Köy Ensitüleri gerçeğini anlamak aynı zamanda geçmişten bu günlere sarken siyasal, toplumsal problemlerle yüzleşmemizi de gerektirir. 

Ben bu işin belli bir bölümünü sizlere sadece özetleyebilirim. Burada yapacağım iş  konu başlıkları altında toparlamaktan başka bir şey değil. Önce  Köy Enstitülerinin  hangi ihtiyaçlardan  doğduğunu açıklayacak tarihsel çerçeveyi anlatmakla başlamak istiyorum. Çünkü Cumhuriyetin Osmanlı'dan devraldığı ağır toplumsal koşullar anlaşılmadan bu noktaya nasıl gelindiğini kavramak imkansız.

1923 Yılında ilan edilen Cumhuriyet'in kurulduğu günlerde bağımsızlığın teminatı sayılacak iki  şey vardı: İlki, kendi ayakları üzerinde durmayı sağlayacak bir ekonomik yapıydı. İkincisi, yeni sistemin devrimci ilkeleriyle uyumlu, toplumsal bütünlüğü sağlayabilecek eğitimli vatandaşlar topluluğuydu.  Bu nedenle Cumhuriyet ilk yıllardan başlayarak eğitim konusuna büyük önem vermişti. Bu yolla sağlanacak kültürel birlik olmadan millet vasfına sahip olmak elbette imkansızdı. Eğitim kurumları sadece maddi yapılardan ibaret şeyler değildi. Onları dolduracak eğitmen kadrolarına, bu eğitmenleri yetiştirecek uzman kişilere ihtiyaç vardı. Bütün bu görevleri planlayacak, hayata geçirecek uygulaycılar bulunmalı,  görevlere getirilmeliydi. Gerekli yasal düzenlemeler, teşkilatlanmalar yapılmalıydı. Ama en önemlisi  bunun için gerekli doğru eğitim yöntemlerini kullanmak ve  hedeflere ulaşmayı sağlayacak kurumsal, yasal dayanaklardı. Bunun için işe Osmanlıdan miras kalan karmaşadan  kurtulup, eğitimi tek bir çatı altında toplamaktan başlamak gerekiyordu. 

Osmanlıda eğitim ve öğrenim faaliyetleri 19. yüz yıl ortalarına kadar büyük ölçüde devletten ayrı kurumlar eliyle yürütülüyordu. Bunların çoğu vakıf kuruluşlarıydı. Köy ve mahallelerde kurulmuş sıbyan mekteplerine devletin bir müdahalesi yoktu ve buraları tamamen imamların yönetimindeydi. Orta öğretim, yüksek okul düzeyinde sayılacak rüştiye, idadi ve sultani gibi okullar daha sonra devlet eliyle açılmaya başlanmış, sadece medreseler hala vakıf yönetimi altında faaliyetlerini sürdürmeye devam ediyorlardı. 1924 yılına gelinceye kadar ülkede 479 medrese ve 18000 medrese öğrencisi bulunuyordu. Fakat ilginçtir ki bu öğrencilerin de sadece 6000 'i okula giden gerçek öğrencilerdi. Gerisi askerlikten muhaf olmak için  mederselere kayıt  yaptıranlardı.

Eğitimdeki bu  ikili bir yapı Cumhuriyet'in ilk yıllarında hala devam ediyordu. 3 Mart 1924 tarihinde çıkartılan Tevhid-i Tedrisat yasası ile bu dağınıklığa son verildi ve laik eğitim sistemi Milli Eğitim Bakanlığı çatısı altında toplandı. Çok önemli bir bilgiyi de eklemem gerekiyor burada: aynı gün kabul edilen bir yasayla Hilafet de kaldırılmıştı.

Medreseler kapatılsa da din işleriyle igilenmek laik devletin görevleri arasına girmişti. 1924 yılında medreseler yerine İstanbul Darülfünun bünyesinde İlahiyat Fakültesi kuruldu. Ancak başlangıçta 224 olan öğrenci mevcudu 1934 yılında 20 kişiye düştü. Bu nedenle İlahiyat Fakültesi kapatılarak yerine İslam Tetkikleri Ensititüsü açıldı. Ayrıca ülkenin çeşitli yerlerinde 29 adet İmam Hatip okulu açılmıştı. Pek fazla ilgi görmeyince 1930 yılında bu okullar da kapatıldı. Ayrıca isteğe bağlı olarak okutulmakta olan din dersleri de şehir okullarında 1933 yılında, köy okullarında 1939 yılında müfredattan çıkarıldı. Artık bundan sonra 1948 yılına kadar okullarda din dersi okutulmayacaktı.

Cumhuriyeti'in Atatürk'ün önderliğinde topluma kazandırmak istediği ülkü birliği ve   kültürel kaynaşma, milletçe beraber aynı yönde ilerlemek için önemliydi. Bunun için öncelikle okur yazarlığın yaygınlaştırılması gerekiyordu. Eğitimde atılacak  önemli adımların başında latin alfabesine geçilmesi geliyordu. Latin harflerine geçilmesi 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı yasa ile kabul edildi. Daha 1923 İzmir İktisat Kongresinde bile latin farflerine derhal geçilmesi için bir öneri sunulmuştu. Kongre başkanı Kazım Karabekir bu öneriye, İslamın birliğini bozar diyerek karşı çıkmıştı. Latin harflerinin kabulunden sonra 24 Kasım 1928 tarihinde resmi gazetede yayınlanan bir talimatname ile Millet Mektepleri açılmasını öngören karar açıklandı. Bu okullarda günlük hayatta işe yarayacak bilgi ve beceriler de öğretiliyordu. İlk beş yıl içinde yaklaşık 1.5 milyon kişiye okuma yazma öğretildi.

1935 yılına gelindiğinde 16 milyon olan Türkiye nüfusunun 12 milyonu köylerde yaşıyordu. Köylerde öğrenim çağına gelmiş çocukların sayısı 1 milyon 110 bindi . Şehirlerdeki çocukların yüzde 75'i okullara giderken,  köylerde yaşayan çocukların sadece yüzde 25'i okula gidebiliyordu. Üstelik 40 bin köyeden 35 bininde hiç okul  yoktu. Bu sayılar ülkedeki eğitim sorunun ciddiyetini göstermek açısından önemlidir. Bu nedenle başlayan eğitim ve öğrenim hamlesinde köyler için fazla gecikmeden hızlı adımların atılması gerekiyordu. 11 Haziran 1937 tarihinde kabul edilen 3238 sayılı Köy Eğitmenleri Kanun ile köylerde görev alacak eğitmenlerin amaç ve çalışma esasları belirlenmişti. Eğitmen yetiştirmek için alınan bu karar ileriki yıllarda devreye girecek Köy Enstitüleri için ilk adım sayılırdı. Atatürk, dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan'a, askerliğini bitirmiş okur yazar gençler arasından seçilmiş adaylara  hızlandırılmış kurslarda eğitim verilebileceğini söylemişti. Bu model benimsenerek hayata geçirildi ve Eskişehir Mahmudiye köyünde ilk Eğitmen Kursu açıldı. Askerde onbaşı ve çavuşluk yapmış gençler arasından seçilen adaylara 6 aylık bir kurstan sonra eğitmen ünvanı verilerek köy okularında görevlendirildi. Bu şekilde o yıllarda henüz 3 yıllık olan ilkokulardaki öğretmen açığı kapatılamaya çalışıldı. Bu kursların açıldığı köylerde daha sonra açılan Köy Ensitüleri için  Eğitmen Kurslarında kazanılan deneyimlerden yararlanılacaktır. Köy Ensititüleri bu kurslarda hizmet veren eğitmen teşkilatı üzerinde kurulacak ve devam eden Eğitmen Kursları Enstitüler bünyesine alınacaktır. 1948 yılına kadar bu şekilde faaliyeti devam eden kurslarda yaklaşık 9 bin eğitmen yetiştirilmiştir.

Eiitmen Kursları elbette geçici bir uygulama sayılırdı. Öğretmen açığını hızlı bir şekilde kapatmak için bulunmuş bir yoldu. Ancak Cumhuriyet'in köylerde görev almayı kabul edecek iyi yetiştirilmiş öğretmen kadrolarına ihtiyacı büyüktür. İşte bunun için Köy Öğretmen Okulları kurulur. 1937 yılında İzmir Kızılçullu ve Eskişehir Çifteler'de iki Köy Öğretmen Okulu  faaliyete başlar. 1938 yılında ise Edirne Karaağaçta ve 1939 yılında Kastamonu Gölkö'de Köy Öğretmen okullarına sıra gelir. Henüz bu okullar için yasal düzenleme yoktur. Bu nedenle bu okullar 22 Mart 1926 tarihli Maarif Teşkilatına Dair Kanunla düzenlenmiş Köy Muallim Mektepleri kavramına dayandırılır. Bu okullar daha sonra Köy Enstitülerine dönüştürülecektir. Nitekim Edirne Karaağaç'daki Köy Öğretmen Okulu bir süre sonra önce Alpullu'ya, daha sonra da Lüleburgaz Kepirtepe'ye taşınacaktır. Bu konuyu ilerde ayrıntılarıyla anlatacağımdan şimdilik bu kadarını hatırlatmakla yetiniyorum.

Böylece uzun bir girişten sonra  Köy Enstitülerinin açılacağı yıllara geldik. Buraya kadar anlattıklarım, Köy Ensitülerinin kurulmasını hazırlayan sürecin iyi anlaşılmasını sağlamaktı. Çünkü daha sonra ele alacağım gibi Köy Enstitülerinin üstlendiği işlevi doğru anlayabilmek bu koşuların dikkate alınmasına bağlıdır.
Bu eğitim hamlesinin elbette arkasında bazı kahramanları vardır. Bütün tasarım ve uygulamalar onların omuzlarında yükselecektir. Bu insanların sayıları pek fazla değildir. Ancak deneyimlerindeki derecelendirme açısından azımsanmayacak bir düzeyde oldukları kabul edilmelidir. Bu konu aslında Cumhuriyet'e Osmanlı'dan kalan olumlu sayılacak pek az mirastan biri olarak takdir edilmeye muhtaçtır. Özellikle Meşrutiyet sonrasında hızlanan Batılı eğitim anlayışıyla birlikte  eğitim alanında yetişmiş aydınların kazanımları Cumhuriyet kadrolarının yetişmesine katkıda bulunacaktır.

Tuna kıyısındaki Silistre iline bağlı Tataratmaca köyünde 1897 yılında dünyaya gelen İsmail Hakkı Tonguç bu kahramanların başında gelen kişidir. Onun hayatını anlatmak içi başlı başına bir bölüm ayırmak lazım. Konumuzla ilgisi yönünden şu kadarını söylemeliyim ki İsmail Hakkı Kastamonu öğretmen okulunda parasız yatılı olarak okuduktan sonra İstanbul Öğretmen okulundan 10 Eylül 1918 tarihinde mezun olur. Çok parlak ve hırslı bir öğrenci olduğu için 20 kadar arkadaşı ile birlikte öğrenimini sürdürmek için Almanya'ya gönderilir ve 27 Nisan 1919 yılına kadar Ettlingen'deki Öğretmen Okulu'nda bulunur. Savaşın bitmesinden sonra üklesine geri çağrılır. Daha sonraki yıllarda bu kez Cumhuriyet yönetimince yeniden Almanya'ya gönderilecek ve orada Karlsruhe Baden Güzel Sanatlar Okulu ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde okuyacaktır. İsmail Hakkı Tonguç'un eğitim alanındaki çeşitli hizmetlerden sonra  Bakanlık teşkilatındaki ilk görevi 1935 yılında başlar. Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan tarafından İl Öğretim Genel Müdürlüğüne önce vekaleten daha sonra 1940 yılında asalaten atanır. 28 Aralık 1938 yılında Milli Eğitim Bakanlığına Hasan Ali Yücel'in gelmesiyle Köy Enstitülerinin kurulmasına doğru bir adım daha atılmış olur. 1939 yılında toplanan 1. Milli Eğitim Şurasında ilk Öğretimle ilgili sorunlar ele alınır. Sadece okuma yazma öğretilmesiyle yetinmeyip köy çocuklarına çok yönlü beceriler kazandıracak, aynı zamanda köylüye rehberlik edecek öğretmenlerin yetiştirilmesi için karar alınır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Hasan Ali Yücel'den Köy Enstitülerinin kuruluş esaslarını belirleyen bir yasanın düzenlenmesini ister. Yasa 1940 yılının Mart'ında meclis komisyonuna gelir.  Yasa mecliste tartışılırken karşı çıkanlar da olur. Bunlardan biri yine Kazım Karabekir'dir. "Siz bu yöntemi gelişmiş bir takım uluslardan ya deneyimi yapılmış herhangi bir yerden mi alıyorsunuz?" diye sorar. Hasan Ali Yücel buna verdiği cevapta şöyle konuşur: "Bu tasarıyla bizim yaptığımız şey, bir kopya değildir. Fakat uydurma bir şey de değildir. Biz hiç bir ulusun ilköğretim sorununu çözümlerken aldığı önlemleri aynen almadık. Bunları biz ancak kendi ülkemiz koşullarını ve halkımızın yaşamını göz önünde bulundurarak yapmış bulunuyoruz."

Tartışmalardan sonra 17 Nisan 1940 tarihinde 3803 sayılı Köy Enstitüsü Kanunu, oturuma katılan  278 mebusun oyları ile kabul edilir. Ancak 148 mebus oturuma katılmamıştır ve bu önemlidir. Yasayla daha önce açılmış bulunan Köy Öğretmen Okulları'nın adı  Köy Enstitüsü olarak değiştirilir. 10 adet yeni okul daha açıldıktan sonra bu sayı 1944 yılına gelinceye kadar 20'ye ulaşır. Bu sayı ilerde 24 olacaktır. Köy Enstitüleri'nden  1952 yılına kadar mezun olan öğrenci sayısı 17 bin 341'dir. Köy Enstitüleri'nin ömrü ne yazık ki uzun olamamış, 1946 yılından itibaren kimliklerinden adım adım uzaklaştırlmaya başlanmış ve 1954 yılında tamamen kapatılmışlardır.

Bu hazin ve ibret alınacak bir hikayedir. Köy Enstitüleri için bundan sonraki amacımız  kısa süren bir deneyimin özgün yapısını biraz olsun anlatıp, bunun devrim niteliğinde sayılacak karakterini bilmeyenlere  tanıtabilmektir. Köy Enstitülerine indirilen darbenin anlaşılmasını sağlayacak  bölümlerde ise ders alınacak çarpıcı olgulara ve kişilere başvuracağız. Sanırım buna sıra geldiğinde başımızı öne eğip hep birlikte düşünme gereği duyacağız.

KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...