Halk Bilimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Halk Bilimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2021 Pazartesi

HALK BİLİMİ – YOK OLAN MESLEK ve ZANAATLAR- SÜPÜRGE ve SÜPÜRGECİLİK

Ahmet Rodopman 

Halk Biliminin önemli bir alanını oluşturan eski zanaatlar ve meslekler bölümünde, Kırklareli’ de yakın zamana kadar bir hayli fazla olan, fakat artık yok denecek kadar azalan Süpürge Yapımcılığına bakalım hep birlikte. Bir zamanlar evlerimizin vazgeçilmezi olan çalı, ot, el ne denirse densin süpürgeler, günümüzde çoğu evlerde kullanımdan kalktılarsa da, yine de siz, siz olun evlerinizde kullanmasanız da bir tane alın, bir kapının arkasına koyun, zor zamanda(elektrik kesilir, makineniz bozulur veya aniden misafir gelir) etrafı süpürür, kolayca dağınık görünümü düzeltirsiniz.(tabii süpürdüklerinizi halının altına saklamamak şartı ile). Bunun içinde süpürgenizin hemen yanında bir faraş bulundurmayı unutmamanız lazım. Ben evde elektrik süpürgesinin sesinden hiç hoşlanmadığım için, bir şekilde lazım olunca elime aldığım süpürgemle bir söyleşiye başlarım. İyilik, hoşluk sorularından sonra, çöpü, suyu, kırıntıyı topladığım süpürgemin bizim eve gelinceye kadar yaşadığı macerayı düşünürüm. İsterseniz bugün de bir süpürgenin öyküsünü okuyalım hep birlikte.
Süpürge deyip geçtiğimiz bu temizlik aracımız yakın zamana kadar evde, iş yerinde en büyük yardımcımızdı. Şimdilerde elektrik süpürgeleri, plastik süpürgeler, fırçalar çıkınca, emektar ot süpürgelerimiz çöpe atıldılar. Oysa yaklaşık 500 yıldır, tarımı yapılan, yapımının özel  beceri ve ustalık istediği gözde mesleklerden biri  olarak varlığını sürdürmüştür. Kırklareli’ de özellikle Karaumur Caddesi ve Zincirli kuyu Caddelerinin eski pazaryeri civarında onlarca süpürge imalathanesi bulunmaktaydı. Durmaksızın diken, kesen, toplayan çalışanlarla dolu bu dükkanların bir kısmında ahşaptan yapılmış bir balkon vardı. Her aşamasında elden ele dolaşarak, her ustanın el becerisine göre şekillenen süpürgelerin yapıldığını görürdük. Zamanla dağınık halde bulunan bu küçük imalathaneler, Devlet Hastanesinin ilerisinde Kofçaz yolu üzerinde yapılan Süpürgeciler Çarşısında toplanmışlardı. 20-30 yıl orada sürdürülen bu uğraş, burasının yıkılıp, Kapalı Pazar Yeri için inşaat yeri olarak belirlenmesinden sonra nerelere savruldular bilemiyorum. Sorduğum kadarı ile yeni eleman bulamayan ileri yaştaki ustalarda işi bırakmayı yeğlemişler. Böylece geleneksel halk zanaatlarımızdan birisi daha tarihin derinliklerine gönderilmiş oldu. Oysa süpürgenin imalat sürecini düşünecek olursak, ham maddesini kendi toprağından elde ettiğin, yapılma aşamasında  dışarıdan alınması gereken fazla bir şey istemeden, el emeği ve becerisi ile ortaya çıkan bir satış kalemi olarak düşünülebilir. Hem de kelime anlamı ile hem yerli, hem milli bir ürün. Orta okul sıralarında samimi bir arkadaşım, yaz tatillerinde dayısının süpürge imalathanesinde çalışıyordu. Bende sık sık ona gider, merakla izlerdim çalışanların hallerini. Öylesine hızlı bir şekilde işlerini yaparlar ve hemen ondan sonra yapılacak iş için yanındaki veya bir üst katındaki ustaya elindeki işi iletirlerdi ki  gözle takip etmek bile zordu. Bize o keskin bıçakları vermezlerdi, ancak süpürge tellerini boylarına göre toplar ustasına verirdik. Tamamlanan süpürgeleri de ambalajlanması için büyük balyaların yapılmasına yardım ederdik. Üretimin bir aşamasında olmanın da mutluluğunu yaşardık. O yıllarda kamyonlar dolusu süpürgenin İstanbul’ a gönderildiğini hatırlıyorum. 
Belki de pek çoğumuzun şimdiye değin hiç ilgisini çekmeyen süpürgenin tarihsel süreç içindeki öyküsünü hiç merak ettiniz mi?. Süpürge deyip geçtiğimiz bu eşyamızın öyküsü günümüzden 500 yıl kadar önce Arjantin’ den tohumlarının Avrupa’ ya getirilmesi ile başlıyor. Tohumların getirilip ekilip biçilip süpürge haline getirilmesinin öncülüğünü Avrupa’ daki Musevi tüccar ve imalatçılar yapıyorlar. Sanırım o günlerde iyi bir gelir getireceğini düşünmüşlerdir. Avrupa ‘da yayılan bu meslek Balkan Harbi sonrası göçler ile Trakya’ ya ve göçmenler ile de başta Marmara bölgesi olmak üzere Anadolu’ ya yayılmıştır. 
Fundagiller familyasından Latince Calluna vulgaris diye bilinen Süpürge Otunun tohumları çok sert olmayan iklimlerde her türlü toprakta yetişir. Funda olarak ta bilinen bu bitkinin pembe, sarı veya beyaz çiçekleri açar, tohumları aynı zamanda iyi bir kuş yemi olarak ta tüketilmektedir. Tarladan başlayıp, süpürge otunun kesilip, kurutulup, ilaçlanıp(Kükürtleme), ve kurutulmasından sonra süpürgeci dükkanlarına getirilen süpürge otları boylarına ve kalınlıklarına göre ayrılıp, yapım aşamasına geçilir. Önce süpürgenin başlangıcı olan sarma denilen işlem yapılır, daha sonra bağlanması için süpürge, diğer bir ustaya aktarılır. Bağlandıktan sonra dikim için başka çalışana verilir . En sonra da kurutulması için havalandırmaya bırakılır. Havalandırmadan sonra kesilerek tamamlanan bir dizi el emeği işlemlerinin sonucunda üretilmektedir elimizdeki, evimizdeki süpürge Böylece satışa sunulma sırası gelmiş olur.
Pek çok şeyde olduğu gibi süpürge ile ilgili efsaneler , söylenceler dilden dile dolaşmaktadır. Dünyaya gelen kız çocuklarının çeyiz sandığının hazırlanması, bebek beşiğe konurken başlarmış derler. Sandığa ilk konulan iç çamaşırı, sofra bezi, toprak ile birlikte bir de küçük el süpürgesi ilave edilmesi adettendir denilmektedir. Büyüyüp evlenince saçını süpürge yapmasın, baba evinden getirdiği süpürgeyi kullansın diye olabilir herhalde. Bir de, Cadı Süpürgesi efsanesi uydurulmuştur ki, şimdiye kadar uçanı görülmediği gibi, görülebileceğine de inanılmamaktadır. Ancak, Trakya’ da süpürge ve gelinlik kızlarla ilgili söylenceler geçmektedir. Süpürge imal edilirken el ile tutulan baş kısmının üstüne geniş kafalı bir çivi takılanlarını gelinlik yaşına gelen kızların kullanması adet edinilmiştir. Ayrıca, artık geçerliliğini yitiren, ‘’Bu evde gelinlik yaşına gelmiş kızımız var’’ anlamına gelen, dış kapıya asılan minyatür süpürgeden de söz edilmektedir. Beni en çok şaşırtan, eskiden adet  yerini bulsun diye yapılan süpürge ise, Kırklareli’ de de kısmen yapılan ama, Edirne işi adı ile satılan ‘’Aynalı Süpürge’’ diye bilinen süpürgenin kullanılma nedenidir. Genç kızın çeyizine konulan bir adet özel yapım aynalı süpürge, kızın gelin gittiği evde etrafı süpürürken, kaynanasının arkasından konuşup konuşmadığını kontrol edebilmesi için, aynadan faydalanmasını sağlamak içinmiş. Birde, annelerin  süpürgesini en sık kullanıldığı durum, yaramazlık yapan çocuklarına vurmaya kıyamadığı zaman, süpürgesini çocuğunun arkasına vurarak ona ceza veriyormuş gibi yapmasıdır.
Eskilerin sıkça kullandıkları, ‘’Tüfek icat oldu , mertlik bozuldu’’ sözünü anımsayarak, ‘’Elektrik Süpürgesi icat olundu, el süpürgesi dama atıldı’’ diyebiliriz. Ve artık evlerimizde içinde gaz olmayan Gaz lambaları sergilediğimiz gibi, süpürülmeyen süpürgeleri de nostalji köşelerimizde saklayabiliriz.

11 Mart 2021 Perşembe

HALK BİLİM (FOLKLOR) -ANNELERİMİZİN ÇEYİZ SANDIKLARI

Ahmet Rodopman 
Şimdilerde ne kadar kaldı ? Hala devam ediyor mu çeyiz sandığı geleneği, göreneği ve özelliği bilemiyorum. Belki de yok olan veya olmaya yüz tutan pek çok güzel adet ve alışkanlıklarımızdan biri gibi o da modernleştiğimizi sanarak terk ettiğimiz unsurlardan biri olarak kalacak  hafızalarımızda. Ama annelerimizin çeyiz sandıklarının kokusu  uzun yıllar geçse de silinmeyecektir beyinlerimizin en ince kıvrımlarından. Günümüzün bilimleri kokunun en nostaljik hatırlatıcılardan biri olduğunu belirlemiştir. Çoğumuz annemizin sandığını yıllarca önce kaybetmiş olmamıza karşın, benzer bir kokusunu her hangi bir şekilde duyduğumuzda hemen anımsarız, o evi, o odayı, o sandığı. Tam olarak tanımlayamasak da,  götürür bizleri o tılsımıyla geçmişte ki o güzel günlerimize. Herkesin annesinin sandığının kokusu, kendine özeldir ve de çok güzel gelir insana. Annesini hatırlattığı için olsa gerek veya anne sıcaklığını yaşadığı o küçüklük günlerini.
Sandığın kullanımı, gerek kendi  coğrafyamızda, gerekse dünya üzerinde neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. M.Ö 5000 lere  değin giden bir mazisi söz konusudur. Mısır’lılarda, Sümer ve Asur’ lularda, Yunan’ lılarda, Roma, Bizans ve Osmanlı’ larda çok değişik amaçlarda kullanılmıştır. Genellikle mal ve eşya taşımada, saklama ve ev içi düzenlemelerde sıklıkla kullanıldığını görmekteyiz. Özellikle Osmanlı’ların Avrupa ile ilişkilerinin fazlalaştığı 1800 lü yıllardan itibaren bugünkü ev içi kullanımlarında karşımıza çıkmakta, o zamana kadar bohça, çuval ve denkler de tutulan kıymetli eşya veya giyeceklerin saklanıp, korunmasında ve evlerde de oturma, üstünde yemek yeme gibi değişik işlevleri olan bir aksesuar gibi değerlendirilmiştir.
Ancak sandık denilince ilk akla gelenin Çeyiz Sandığı  olacağı şüphesizdir. Çünkü kültürümüzde çok sık olarak birlikte kullanılan iki kelimedir. Evliliğin kutsandığı pek çok ülkede de bu gerçeklik sürdürülmektedir.  Düğünlerin vaz geçilemeyen bir ritüeli, renkli bir gösterisidir, gelin alayının Çeyiz Sandığını almaya gelmesi ve damat adayı ile yapılan pazarlığı. Genellikle gelinin bir yakınının sandığın üstüne oturması adetten sayıldığından, damat tarafı makul bir para vererek gönlünü almaya çalışır. Bu, tarafların hoş görüsü ile kısa zamanda tatlıya bağlanarak, sandık, gelin ve gelinin diğer çeyizleri yüklenilerek, davul, zurna, ağıtlar ve alkışlar eşliğinde damat evine doğru yola çıkılır. Gelin yeni evine gelince de sandık en özel eşya olması nedeniyle gelinin odasının baş köşesine yerleştirilir. Artık gelin hanım ve sandığı ömür boyu sürecek bir beraberliğe başlamış oluyorlardır. Üzerinde anahtarı olsa da olmasa da kadının izni olmadan kapağının açılamayacağı gelenek haline gelen bu çeyiz sandığının, halkın hafızasında çok eski zamanlardan beri özel bir yeri oluşmuştur. Ülkemizde ve şehrimizde pek çok şeyin yeni yaşam koşullarına evrilmesine karşın kız çocuklarına çeyiz düzülmesi konusu geçerliliğini sürdürmektedir.
Benim gibi geçen yüzyıldan kalanların çok iyi anımsayacakları gibi yöremizde kız çocuğu doğduğu zaman başlar çeyizini hazırlamaya ana ve babası. Hatta hoş bir tekerlemesi vardır hepimizin bildiği, ‘’Kız beşikte, çeyiz sandıkta büyür’’ şeklindedir. Kimi kez sandık gelinceye değin bohçalarda biriktirilen kızın gelinlik çeyizleri, kimi ailelerde de  beşik ile birlikte eve getirilir ve doldurulmaya başlanır. 
Gerçekten de yoksul varsıl ayrımı  olmaksızın, özellikle kız anaları ellerine geçtiği zaman sandığa bir şeyler örüp koyarlar, bir parça bezin etrafına oya yapıp koyarlar. altı tane çay kaşığı alabilmişse onu koyar, derken kız büyüyüp eli iş görmeye başlaması ile birlikte, gergef  işler, dantelli, işlemeli çeşitli örtüler, yaygılar, bohçalar, giysiler yapıp sandığını doldurur. Belki şimdi gençlerimize oldukça fantastik gelmesine rağmen, folklorik birer öğe olarak yazmadan edemeyeceğim. İlk olarak sandığın en altına dolu olsun diye ‘’don’’, bereketli, üretken olsun diye bir parça ‘’toprak’’, giyimli, kuşamlı olsun diye ‘’gömlek’’, sofrası açık olsun diye ’’sofra bezi’’, nazar değmesin diye,  nazar boncuğu ve  ‘’şap’’ yerleştirilir.  Kırsal kesimde babanın ekip biçtiği buğday, arpa, darı v.s gibi bitki tohumlarından bir miktar konur (bu ürün çeşitlendirilmesi açısından çok önemli bir gelenektir). Bende  36 yıl önce  kızımın sandığına kalem ve kağıt  koymuştum. İyi bir okur, yazar olması dileklerimle. Bilemezdim ki büyüyüp evlenince, yurt dışına gidip,  bugün bana o kalemle mektup yazacağını.
Böylece günler, aylar, yıllar geçer, kız büyür, sandık dolar, talipler gelir gider, damat adayı belirlenir, önce söz, sonra nikah ve düğünün vakti gelir çatar. Gelin Alayı gelince Çeyiz sandığı  çıkarken etraftaki bildik, tanıdıkların şahitliğinde çeyize bir bedel biçilir, bu bedelin eğer verilmişse başlık parası ile farklı olmamasına özen gösterilir. Bugün garip gelse de bu uygulamanın ince bir söylemi vardır. Başlık parasına kız satılmamış, o para ile yeni evinin gereksinimlerini karşılamıştır, anlamı çıkmaktadır. Gelin Alayı Çeyiz Sandığını alır, yeni evde çeyiz serilir. Ev düzenlenir, konu, komşu, tanıdık gelir gider ve her yerde olduğu gibi burada da beğenenler ve beğenmeyenler olur. Çeyizi beğenmeyenler “kızı büyümüş, anası uyumuş”; beğenilmişse “kızı okumuş, anası dokumuş” gibi sözlerle yergilerini ve övgülerini dile getirirler. Ve sonunda yine kabak anaların başına patlar. Onun içinde Çeyiz Sandığı kadının, yani ananın doğumundan ölümüne değin sorumluluğundadır. Ebediyete göçtüğünde de ardında bıraktığı en değerli emanetidir. Siz, siz olun annenizin, anneannenizin, babaannenizin sandığına sahip çıkın. Onu gözünüz gibi koruyun. Bırakın maddi olan parayı, altını, pırlantayı. Onlara her istediğiniz zaman sizler ulaşabilirsiniz. Annenizi, kokusunu, tarağını, eğer varsa kendi ördüğü atkısı, beresi, baş örtüsünü özenle saklayın. Hele yöresel el işleri, dantelleri, oyaları, yağlık, yemeni, yaşmakları, tülbentleri varsa birer sanat eseri  titizliği ile koruyup, kollayın lütfen. Çünkü çeyizler toplumların yazısız tarihi belgeleridir, hafızalarıdır. Şimdiye kadar değerleri bilinememiş, atılmış veya dağıtılmış sonuç olarak kaybedilmiş onca yapıt var ki arkasından ancak ah, vah diyebiliyoruz.
Bir de herkesin bildiği ve benim bu konuyu yazmama neden olan bir nokta var ki değinmeden geçemeyeceğim. Sanırım hepimiz annemizin sandığının açıldığında, odaya yayılan o farklı annemize özel kokuyu anımsıyoruzdur. Tam olarak tarif edemeyeceğim, levanta, sabun, naftalin kokuları karışımı, kullandığı pudra, krem veya deodorantının , eskimiş tahtanın, kumaşın, boyasının rayihaları toplamı olan koku.  Yıllar geçtikçe azalan ama etkisi eksilmeyen o kokunun hatırlattığı anne sıcaklığı hiç eksilmiyor insanın benliğinden. Annesi hayatta olanlar lütfen annelerinizin çeyiz sandıklarına sahip çıkın. Onları çocuklarınıza, hatta torunlarınıza en değerli emanetler olarak, anlamlandırarak teslim ediniz. Bir iğnenin, bir yüksüğün, bir aynanın bir pudra kutusunun manevi değerini belirtip, geçmişi ile barışık, geleceğe sağlam adımlarla yürümesini sağlayınız. Toplumsal hafızanın oluşmasına yardımcı olmanın mutluluğunu yaşamanız dileklerimle.

28 Şubat 2021 Pazar

HALK BİLİMİ(FOLKLOR) - PALA KİLİMİ(ÇAPUT KİLİMİ)GERİ KAZANIMIN VE YENİDEN DEĞERLENDİRMENİN EN GÜZELİ

Ahmet Rodopman 
Son yazdığım Şayak ve Keçe yazısını okuyan tanıdıkların bir kaçı, Pala Kilimini biliyor musun diye yazdılar. Bilmez olur muyum hiç. Çocukluğumda vazgeçemediğim uğraşılarımdan biri idi. O zamanlar BU uğraşılarımızın, geri kazanım noktasında bu kadar önemli olduğunu bilmememe karşın yine de hoşuma gidiyordu, bir işe yarıyor olmamın farkına varmak. Annemin evde topladıkları, o zamanlar terzilik yapan babamın dükkanda kalan artık kumaş parçalarını önüme alır, makasla saatlerce ince şeritler halinde keser, sonra uç uca ekleyip, yumak yapardım. O yumakları babam bazen sırtlar, bazen bir at arabasına atar, Demirtaş Mahallesinde, Bulgaristan’ dan gelen pala kilimi dokuyan tezgahları olan tanıdıklarına götürürdü. Bir hafta, on gün sonrada güzelce dokunmuş yeni pırıl pırıl kilimlerimizi getirirdi. Ahmet Mithat İlkokulu  karşısında ki  oturduğumuz ev bir hayli eski idi. Mutfak ile tuvalet arası 20 metre civarında bir koridorumuz vardı. Yeniler gelince eskiyenleri kaldırır ve yıllarca kullanırdık o pala kilimlerini.
Çok değil 50-60 yıl kadar geriye gidildiğinde Kırklareli’ de hala ekonomik yaşama zorunluluğu vardı sanırım. Bence çoğu aile ancak kazançlarıyla günlük geçimini sağlayabiliyordu. Çoğumuz yoksul değildik, gerçi varsıl da sayılmazdık. Kıt kanaat ama mutlu yaşayabilmenin sırrını, doğru çalışıp, dürüst yaşamak ile bulabilmiştik. Şimdi çocuklarıma anlatıyorum da, milattan önceki masalları anlattığımı sanıyorlar. Bırakın masa sandalyeyi, somya, karyola dahi yoktu çoğu evde, yere serilen bir softa bezi üzerine konulan yastaaç(üzerinde hamur yoğrulan tahtadan yapılmış yuvarlak sofra sehpası) üzerine yemekler konur, etrafında yere oturulup yemek yenirdi. Geceleri yere yataklar serilir, yan yana yatılarak uyunurdu. Şimdi düşünüyorum da  yaşantılar genellikle dışarıdan çok az şey satın alınarak devam edebilecek şekilde sürer giderdi. Kazançlar az olduğu için de bunu dengelemek için tasarruflu yaşamak, planlı harcamak gerekiyordu. Evlerde yaşamın kalitesi, ve beslenme düzeyi düşürülmeden elden geldiğince ucuz ve uygun şekilde gereksinimler karşılanmaya çalışılırdı.
İşte bunlardan bir tanesi de Pala Kilimi, diğer ismi ile Çaput Kilimi diye bilinen, eski elbiseler, giysiler, perdeler, yatak örtüleri gibi kullanılmış , artık atılacak hale gelen dokumaların,1,1.5 cm eninde şeritler halinde kesilip,uç uca dikilerek büyük yumaklar haline getirilmesidir. Bu yumaklar pala kilimi dokunan tezgahı olanların evlerine götürülürler. Önce mekik denilen içi oyulmuş, ahşap aletlerin içlerindeki çubuklara sarılırlar. Basit ahşap tezgahlarda, iki katlı gergi ipliklerini bir mekanizma ile aralayıp, mekiğin geçirilebileceği bir açıklık oluşturulur. Mekik, dokuma ipliği ile birlikte bu aralıktan geçirilip, kenarından döndürülerek tekrar ilk atıldığı yere gönderilir. Ardından ahşap sıkıştırıcı parça ile geçirilen kumaş parçacıklarının sıralarına sıkıca yerleşmesi sağlanır. Ve bu işlemler, kumaş yumakları bitinceye kadar devam edilir. Bu yatay ahşap tezgahlar genellikle 90 cm eninde, uzunluğu da 4,5- 5 metre kadar olmaktadır. Tabii bu uzunluk istenildiği kadar olabiliyor. Dokuyanın göz zevkine göre gelen kumaş şeritlerinin renkleri ardı arkasına getirilerek göze hoş gelecek bir görünüm sağlanmaktaydı.
Pala kilimleri bizim çocukluğumuzda bir hayli çok kullanılırdı. Hemen hemen her işte ilk akla gelen eşyalardandı. Evde, bahçede, kırda, bayırda üzerinde oturmak için, yolluk veya kilim yerine odalarda yere serilerek, denk yapmakta, yatak altlarına konmakta her yerde, her şekilde kullanılmaktadırlar. O yıllar fabrikasyon halılar henüz olmadığından ve el dokuması halılarda bir hayli pahalı olmaları nedeniyle pala kilimleri oldukça ucuza halı ve kiliminin yerine kullanılabiliyordu. Hatta bunun için Pala kilimine, çiftliğin eşeği  denilirdi. Her işe koşulan, az masraflı hayvan olması nedeniyle. O yüzden evlerin olmazsa olmazı idi pala kilimleri. Çok ta sağlam olurlardı, yıllarca kullanıldıktan sonra artık kullanılmayacak kadar eskidiğinde de sobalarda yakılarak ısıtmak olan son görevlerini de yapmış olurlardı. Yıllarca kullandığımız pala kilimlerimizi 50 yıl önce İstanbul’ a taşınırken, eşyaları sarmakta kullanmış, sonrada burada kullanmaya devam etmiştik. İyice eskiyinceye kadar.
Ne yazık ki artık ne pala kilimlerini dokuyanlar, ne tezgahları ne de kumaşları şeritler halinde kesip, birbirine ekleyen çocuklar kaldı. Pala kilimleri de ancak ansiklopedilerde gözlerimize takılıyorlar.. Son yıllarda Pınarhisar a bağlı Poyralı köyünde kadınlara pala kilimi dokuma kurslarının açıldığını duyuyorum. Umarım uzun soluklu bir çalışma olur.
Ancak İstanbul’ da sık sık çöp konteynırlarına atılan yeni sayılabilecek halıları ve kilimleri görünce, üzülüyor ve biz bu kadar müsriflik yapacak kadar zengin mi olduk diye kendi kendime soruyorum.  Geçen gün bir pala kiliminden yapılmış çantası ile alışverişe çıkan bir hanım görünce, işle ve emekle ortaya çıkarılmış bir değerin kıymetini bilip değerlendirme isteğinin varlıkla değil de yeniden kazanılma bilinci ile sağlanabileceğini anladım.
Pala Kilimi, yeniden değerlendirme  düşüncesinin eyleme dönüştürülmesine güzel bir örnek. Ancak bunun gibi yüzlerce örneği aklımız, görgümüz ve isteğimizle bulup uygulayabiliriz. Onlardan artırabileceğimiz para ile de kültürel birikimimize katkısı olabilecek şeylere rahatlıkla harcaya biliriz diye düşünüyorum. 
Yazımı bitirirken aklıma geldi. Kullanılamayacak kadar küçük parçalarda, ince kumaştan yapılmış eski giysilerde  asla çöpe atılmaz, bir çuvalda toplanıp birikince tarak denilen makinelerin olduğu yerlere götürülür. Orada bu kumaş parçaları Kıtık denilen adeta tel tel ayrılarak,yatsak, yastık doldurulmak üzere getirilirdi. Böylelikle de yıllarca daha kullanılma şansı olurdu. Bundan daha güzel bir geri kazanılma ve yeniden değerlendirme olabilir mi diye hala düşünmekteyim.

23 Şubat 2021 Salı

HALK BİLİMİ–FOLKLOR– UNUTULAN DEĞERLERİMİZ; ŞAYAK ve KEÇE

Ahmet Rodopman 
Bir süredir sürdürdüğümüz Kırklareli Yerel Tarih grubu çalışmalarımızın önemli bir alanını kapsayan Halk Bilimi(Folklor) dalında incelediğimiz, toplumumuzun yaşantısında geçmişte hayli büyük yerleri olan, yarım asır öncesine kadar Kırklareli’ de de üretilip kullanılan, ancak günümüzde kaybolan değerlerimiz arasında olan Şayak ve Keçeden söz etmek istiyorum bugün.
Uzun insanlık tarihi boyunca uzun süren toplayıcılık ve avcılık dönemi sonrasında yerleşik hayata geçen,  Orta Asya da insan toplulukları tarafından üretilen ilk yünlü ürünlerdir.  Köpek, koyun, keçi ve atın evcilleştirilmesi ile gelişen uygarlığın Orta Asya da özellikle de Türk Boylarında sert iklim şartlarında, günlük gereksinimlerini karşılamak amacı ile oluşturulan en ilkel tekstil ürünüdür keçe ve ardından şayak adı verilen dokuma türü. Özellikle koyunların kesilen tüylerinin üst üste konularak üstüne vurulup sıkılaştırılması ile insanı soğuktan korumada kullanılan bu sıkıştırılmış yün kumaş yüz yıllar boyunca göçlerle bir çok yere ulaşmış ve değişik teknikler kullanılarak üretilip çeşitli amaçlarla uygulanmıştır. Keçe ile Şayağı bir birinden ayıran en önemli ayrıntı, şayağın bir dokuma ürünü ve ardından tepilerek keçeleştirilen kumaş olmasına karşın, keçe, yün liflerinin özel teknikleri ile tepilerek dokumasız olarak yün liflerinin çok özel yapılarından yararlanarak kumaş haline getirilmesi ile elde edilir. Göç yollarıyla gerek Hazar Denizinin kuzeyinden, gerekse Hazar Denizinin güneyinden gelen Türklerle Balkanlara değin yayılmış ve kullanılmıştır. Hatta efsanelere, söylencelere bile konu olmuştur. Derler ki; evvel zaman içinde genç bir çoban, yörenin ağasının kızına aşık olmuş. Ona gönlünce çok güzel bir hediye vermek istemiş. Ama elinde ancak otlattığı sürüsünün koyunlarından kestiği yapağı varmış. Yünlere vuruldukça çok güzel kumaşların olduğunu duyduğu için en güzel yünleri toplamış, bir tokaç ile yün topaklarının üstüne üstüne vurmaya başlamış. Saatlerce uğraşmış, ama bir türlü yünler keçeleşmiyormuş. Öylesine üzülmüş, öylesine üzülmüş ki, iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamış. Bir de  bakmış ki gözyaşı ile ıslanan yünler bir birine yapışmış, keçeleşmiş. Çobanda anlamış ki su katmadan keçeleşme olmazmış. Bunu öğrendikten sonra en iyi yünleri ile öyle güzel bir keçeden kilimler yapmış ki,  sevdiceği  görünce bu kilimleri, kalkmış çobana kaçmış. O günden sonra Keçe de Şayak da, yünün  hep suyun içinde suyla dövülerek elde edilir olmuş. Ve kalkmış gelmiş Orta Asya’ nın steplerinden Avrupa’ nın Balkanlarına, artık Anadolu’ dan göçen Yörüklerle mi? yoksa Batı Hunlarının kalıntılarının gelenek ve göreneklerinden mi bilinmez, ama bir şekilde tüm Balkanların soğuk sularında yapılır olmuş yüzyıllarca. Kırklareli’ de genellikle Şayak adı ile bilinen bu kumaş, özellikle Kofcaz ve Dereköy’ ün orman içi köylerinde yapılırdı. Hatta Dereköy’ e yakın Dolapdere Köyü ismini  derede kurulu Şayak Dolaplarından aldığı söylenirdi. Ben Dolapdere’ de yapılan yaklaşık 50-60 cm genişliğinde top halinde sarılmış Şayakları yakından gördüğüm için, onun sıcaklığını da bizzat yaşayan bir kişiyim. Rahmetli babam terzilik yaptığı sıralarda  şayak dikmek için özel bir makine almıştı. Belli müşterileri alıştıkları için özellikle Dolapdere Şayağından yapılmış pantolon ve yelek diktirirlerdi. En az yarım santim kalınlığındaki şayakları normal dikiş makineleri dikemediği için ancak o büyük makinelerde dikerlerdi. İğne bile kolay kolay işlemez, onlar için özel iğneler ve kesmek için makasları vardı. Özellikle Balkan köylerinde yaşayan yaşlı kişiler genellikle kışın sıcak tuttuğu için diktirirlerdi. Babam ilk okula giderken bana da şayak pantolonlar dikmişti. Kahverengi çok iyi ısıtan, soğuğu geçirmeyen pantolonlardı. Biraz kaba gibi görünse de o meşhur 1963 kışını hastalanmadan geçirdiğim için onları çok sevmiştim. Şimdi sordum da ne bilen, ne yapan, ne diken kalmamış, artık yok olmaya yüz tutmuş beklide 4000-5000 yıllık bir üretim geleneğine son verilmiş oluyor. Gerçi son zamanlarda bazı el işi kurslarında elde basit keçe yapma kursları açıldığını ve rengarenk boyanan yünlerin değişik otantik figürler yapılarak sergilendiğini bildirdiler.
Koyun yününün  başka yünler de pek bulunmayan özelliği, her bir yün telinin bütün yüzeyinde kökten, uca kadar bir biri üzerine kapanan küçük pulcukları olmasıdır. Ancak mikroskop altında görülebilen bu pullar, her bir yün lifini balık pulu gibi kaplar, sütüne yağan yağmuru , karı içeri geçirmeden üstten akıtmasının yanı sıra  yapısında bulunan ince hava kesecikleri ile de hava izolasyonu yaparak,  giyen kişiyi iklim koşullarına karşı korur.  Alkali(sabunlu su) veya zayıf asidik bir sıvı ile karşılaşan yün telciklerinin pulcukları açılıp, etrafındaki diğer tellerle bir daha çok zor açılabilen fiziksel olarak birleşen katmanlar oluştururlar. Bunun için yünlerin üzerine su serpilerek, ayakla veya mekanik olarak tokmaklarla vurularak yünler keçeleştirilmeye çalışılır. Bu yöntemle elde edilen keçelere Tepme Keçe denilmektedir. Keçe, geçmişte özellikle Anadolu’ da Bursa, Sivas, Konya, Erzincan, Van gibi koyun yetiştiriciliğin çok olduğu  ve kışları soğuk geçen sosyo- ekonomik olarak pek iyi olmayan yörelerde çoklukla evlerde yapılıp çeşitli amaçlarla kullanılan ürünlere genel olarak verilen addır. Anadolu’nun çeşitli il ve ilçelerinde keçeciliği meslek olarak yapan hatta kuşaklar boyunca yapmakta olan zanaatkarlar bolca bulunmakta idi.  Ne yazık ki pek çok iş kolu gibi Keçecilik de artık yok olmaya doğru girmiştir. Eski ustalar kalmadığı gibi kalanlarda ancak turistik parçalar yapıp satarak hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Teknolojinin gelişmesi ile, bu alanda kullanılan lif ayırma ,dövme makineleri farklı renklere yünleri boyayıp, otantik figürleri keçe parçalarına uygun bir şekilde yerleştirme teknikleri kullanılarak, halı, şilte, seccade, olarak kullanılmaya elverişli parçalar üretilmektedir.
Şayak daha çok Balkan ülkelerinden gelen göçmenler tarafından getirilen çulfalık adı verilen şayak tezgahlarında ,yaşlı ev kadınları tarafından dokunan ham dokumalardır. Yünden yapılan kaba ipliklerin oluşturduklar atkıları arasından mekik ile geçirilen kaba çözgü ipliklerinden oluşan dokumaların, bazen sıcak ve nem altında basınçla veya sürekli çiğnenip, vurularak liflerin bir bibrine bağlanmasını sağlayarak oluşturulan dokumalara denilmektedir. Yün liflerinin ayni yöne dizilmeleri ve kuruduktan sonra aradan uçup giden suyun sayesinde birbirine sağlamca bağlanan yün lifleri sayesinde, ne yağmur, ne kar nede soğuk işlemeyen aba, kepenek, yelek, palto, potur  ve pantolon yapımında kullanılmaktadır. Ayrıca sıkıştırılarak keçeleştirilen koyun yünü ateşe ve kıvılcıma karşı çok dayanıklı olduğu için ateş karşısında yapılan işlerde iyi bir koruma sağlar. Koyun lifleri içinde hava kabarcıklarının olması nedeniyle kışın sıcak, yazın serin tutması, büyük bir emek ile üretilmesine karşın, kendi koyununun yününden ve ev halkının göz nuru ve alın teri ile aile bütçesinden para çıkmaksızın üretilen sağlıklı bir giysi olması nedeniyle yüz yıllar boyunca kullanılmıştır. Ne yazık ki artık bırakın yapılmasının bırakılması adı bile hafızalardan silinmiş olması, geçmişimize, gelenek ve göreneklerimize olan ilgisizliğimizi göstermektedir. Oysa çok değil 90 yıl kadar önce Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ ün Kırklareli’ ye geldiği zaman, Kırklareli halkı ile yaptığı görüşmelerin birinde söz şayak elbiseye geldiğinde söylediklerini o günleri ve Kırklareli’ yi etraflıca anlatan ‘’Efsaneden Gerçeğe Kırklareli’’ adlı kitabında Merhum Nazif Karaçam şu şekilde anlatmıştır;                                                               
‘’ Atatürk 20 Aralık 1930 tarihinde Kırklareli’ ne gelmiş ve o gün belediyede belediye meclis üyeleri, mahalle muhtarları ve bazı kuruluş temsilcilerinin katıldığı toplantıda önemli konuşmalar  yapmıştır. Toplantıda 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’ ndan, bunun ülkemize olan etkilerinden, yarattığı sıkıntılarından,bir süre önce kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’ nın da katılmasıyla yapılan yerel seçimlerden ve sonuçlarından söz etmiş, Cumhuriyetin kurulmasıyla yeni bir kalkınma, çalışma ve milli tasarruf dönemine girildiğini belirtmiş, toplantının başından beri gözünü üzerinden eksik etmediği şayak elbiseli belediye meclis üyesini işaret ederek yanına çağırmıştır.
Belediye meclis üyesi Abdullah Efendi(Altınelli) biraz korkak, biraz şaşkın ve mahçup Mustafa Kemal’ in yanına gelmiştir. Abdullah Altınelli’ nin üstündeki şayak ceketinin ucundan tutarak, adını, ne iş yaptığını, göçmen olup olmadığını öğrendikten sonra giydiği şayak elbisesinin çok güzel bir kumaş olduğunu belirtmiş,                                                                    - Söyle bakalım, bu kumaşı nereden aldın?                                                                                   - Bir yerden almadım Paşam, koyunlarımızın yününden karım dokudu.Evde dokuma tezgahlarımız var. Kendimiz yapıp giyiyoruz.
Meclis azası Abdullah Altınelli’ nin  verdiği bilgi, içtenlikli ifadeleri, Rumeli şivesi ile anlatımı Mustafa Kemal’ i son derece sevindirmiş ve toplantıda bulunanlara dönerek:
‘’Arkadaşlar  biz savaştan yeni çıkmış fakir bir milletiz. Padişahlar, birbirini takip eden savaşlar memleketimizin geri kalmasına sebep olmuştur. Fakat büyük fedakarlıklarla kurduğumuz Cumhuriyet sayesinde kalkınacağız, ilerleyeceğiz. Ancak çok çalışmak, tasarruf yapmak, yerli malı kullanmak zorundayız. Bu arkadaşımız gibi kendimiz yetiştireceğiz, kendimiz dokuyacağız, kumaş yapacağız, kendimiz dikip giyeceğiz, tezgahlarımızı çalıştıracağız.’’
Daha sonra tekrar Abdullah Efendi’ ye dönerek:
‘’Bu güzel şayak kumaşından bir elbiselik te ben isterim. Evde varsa hemen şimdi alalım, parasını ödeyelim. Şayet yoksa bedelini bırakayım, karın dokuduğunda bana, Ankara’ ya göndersin. Şayak elbise giymeyi çocukluğumdan beri özlerim’’ dedi.
Abdullah Efendi birkaç ay sonra Mustafa Kemal’ in istediği şayak kumasını Ankara’ ya gönderdi. (Efsaneden Gerçeğe Kırklareli-Nazif Karaçam-1995- Sayfa :351-352).
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, bu anekdotunda bizlere o kadar çok şey anlatmış ki, Şayak bahane diyesi geliyor insanın. Kısa söyleşide, neden yeri malı, yurdun malı kullanılması gerektiğini, çok çalışmanın ve tasarruf etmenin gerekliliğini belirterek, istediği kumaşın da peşinen parasını vererek  90 yıl öncesinden bizlere ne çok şey söyleyip, çağdaş bir yurttaş olabilmenin ip uçlarını vermiş. Ama Atatürk’ ün pek çok şeyde olduğu gibi bu konuda da istediği toplumun birer ferdi olamamışız. Kırklareli olarak böyle bir kısmetin değerini bilememişiz. O günkü ileri gelelerimiz, dokunan o kumaşın gönderilmeden önce resimlerinin çekimini yapmamış. Atatürk o kumaştan nasıl bir elbise diktirmiş ?, ne zaman? , nerede giymiş?, merak edip fotoğraflayamamış ?, Atatürk’ ün giydiği kumaş niye Kırklareli’ de moda olmamış? Bu konuda, o kadar sorup soruşturmama karşın en ufak bir ize rastlayamamış olmanın derin üzüntüsünü yaşamaktayım
Bu yazımda da bir kez daha iç çekerek toplumumuzun unutulan bir hatta iki değerinden kısaca söz ettim. Tabii ki gidenler tekrar geri gelmezler. Ama hiç olmazsa  şu anda elimizde olan değerlerimizin su gibi elimizden akıp, gidip yok olmamasını sağlayacak önlemleri akıl önderliğinde,  bilim ışığında ele alalım demek istedim Yoksa çocuklarımıza, torunlarımıza, paslı demir çubuklar ve çimento artıklarından başka övüneceğimi,  göstereceğimiz, hiç bir şeyimiz kalmayacak.
Ahmet Rodopman
Kaynakça:
1 - http://xn--diyarbakrlolu-62b0yc.com/kececiligin-dunu-bugunu/
2 – EFSANEDEN GERÇEĞE KIRKLARELİ . NAZİF KARAÇAM.Kırklareli 1995 
3 -  http://www.anamurunsesi.com/kultur/dokumalar/sayak.htm#:~:text=Koyun%2C%20kuzu%20y%C3%BCn%C3%BC%20kullan%C4%B1larak%20atk%C4%B1s%C4%B1,(Bir%20%C3%A7e%C5%9Fit%20ceket)%20kuma%C5%9Ft%C4%B1r.&text=Bu%20kuma%C5%9Ftan%20yap%C4%B1lan%20elbiseler%20uzun%20s%C3%BCre%20eskimez.
4-  SEDEF ACAR -YÜNLÜ GİYSİ TASARIMINDA BÖLGESEL KEÇELEŞTİRME YÖNTEM VE UYGULAMALARI- Sanatta Yeterlilik Tezi . İzmir 2010

KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...