27 Kasım 2022 Pazar

VAHİT LÜTFİ SALCI'NIN KALEMİNDEN KIRKLARELİ HALK ŞAİRLERİ


 Akın Güre

Son otuz yılını geçirdiği Kırklareli’nde oldukça renkli bir hayatı yaşamış olan Vahit Lütfi  Salcı’yı bu günlerde çok az kişinin hatırladığını düşünüyorum. Onun hayatı aslında romanı yazılacak ilginç olaylarla doludur. Gençlik yıllarından başlayıp Kırklareli’nin bir bucağında sona eren, sürgünler, maceralar, acılarla yüklü bu hikayenin kahramanı yaşadıklarına meydan okurcasına  sabır ehli bir araştırmacı ve bir musiki üstadıdır. Onun bıraktığı izleri takip etmek üzere çıktığınız bu yolculukta hemhal olacağınız bir insanla karşılaşırsınız. Vahit Lütfi Salcı için bir süre önce başlayan çalışmalarımı  aradığım kaynaklara erişim zorlukları nedeniyle maalesef istediğim tempoda sürdüremedim.  Bu çalışmalarım sırasında onu farklı kılan özellikleri vurgulamaya, hikayesindeki  parçaları bitiştirmeye çalışarak bu çok yönlü kişiyi daha iyi anlatabilmeyi, sesini yeni kuşaklara duyurabilmeyi, eserlerine ve anılarına sahip çıkılmasını istedim. Bu çabalarım bulduğum yeni kaynaklardan çıkarttığım  keşiflerle giderek ilginç bir noktaya geliyor. 

Aşağıda okuyacağınız  yazı  Vahit Lütfi Salcı'nın Trakya'da Yeşilyurt Gazetesinde 1937-1938 yılları arasında tefrika edilen Kırklareli Halk Şairleri başlığını taşıyan serinin ilkidir. Böylece merak eden okuyucuların erişimini sağlamak üzere Kırklareli Yarel Tarih sayfalarımızda  paylaşmaya başlıyorum. Özgün halini bozmamaya çalışarak sınırlı düzeltmelerle yetindiğim bu metinlerin  okuyuculara ilginç geleceğini ve başka araştırmacılar için önemli bir kaynak olacağını düşünüyorum. Yazılara erişmeme ve kullanmama olanak veren değerli araştırmacı Ali Arslan'a burada bir kere daha teşekkür etmeyi borç biliyorum.


Kırklareli Halk Şairleri-1

Yıllardan beri Yaptığımız(Folklar) denilen araştırma ve tetkikler neticesinden anlıyoruz ki  Kırklareli'nde şimdiye kadar ismi ne tezkerelere ve nede tarihe geçmemiş ve hatta sanat ve eserleri işitilmemiş, bilinmemiş bir çok şairler yetişmiştir. Hem de bu şairlerin çok değerli eserler verdikleri ve Türk edebiyatı tarihine önemle geçmeye layık şairlerden oldukları görülüyor.

İsimleri ve eserleri böyle meçhul kalmış şairler yalnız Kırklareli'nde değil, Türkiye'nin bütün şehir, kasaba ve köşe ve bucaklarında unutulmuş kalmışlardır. Düne kadar Edirneli Nazmi'yi,  Seyri'yi,  Dervişi'yi, Aşık Ahmed'i, şurada burnumuzun dibinde, Çöke denilen mahalde yatan Muhiddin abdalı, İspartalı Seyrani'yi(meşhur Seyrani değil)Sivaslı Ruhsati'yi ve bunlara benzer yüzlerce ve belki binlerce Türk Şairimizi hiç bir Türk edebiyatı muhafili bilmiyorlardı. Bu hal Türk irfan ve kültürü adına ne kadar acıklı bir yoksuzluktur.

Şimdi bu şairlerden bahsetmezden evvel bunların neden böyle unutulup kalmış olduklarının esaslarını tetkik edelim. Bunun sebebi ehemmiyetle iki esasa dayanıyor. Birincisi;

Şehirli ile köylü arasında ve halk ile münevverlik taslayanlar beyninde derin bir uçurum açılmış olmasıdır. Şehirliler yalnız divan edebiyatına kuvvetle sarılmışlar, edebiyatlarında lügat olmayan ve arapça ve farsça bulunmayan her hangi bir üslup, bir yazı veya bir manzumeye iltifat etmemişler, onları cehaletle suçlandırmışlarlardır. Bu yüzden halk şairleri kendi kabuklarına büzülmüşler ve yalnız kendi alem ve muhitlerinde verimler vermişlerdir. Bunların bu suretle bütün bu verim ve eserleri kendileriyle beraber edebiyat alemimizden göçüp gitmişlerdir. Ne yazık! İkincisi;

Türkiye'de asırlardan beri sürüp gelen mezhep kavgalarıdır. Sünnilik ve Alevilik kavgaları. Her iki taraf birbirlerini insafsızca tekfir ve tekdir ediyor. Kıymetli olsa da eserlerini tezyif ile karşılıyorlardı. Bu Sünnilerle bu Alevilerin her ikisi de Türk kanını taşıyan öz kardeş oldukları halde birbirlerinden şark ile garp kadar uzaklaşıyorlardı. Aleviler, herhangi bir hususiyetlerini ve adet ve an'anelerini Sünnilere göstermeyi (Büyük günah) sayıyorlar ve bu suretle edebiyat ederlerini de çok büyük kıskançlıkla Sünnilerden saklıyorlardı ve böylece halk edebiyatı bakımından karşımıza iki mühim engel çıkıyordu. Biri açık halk edebiyatı, biri de gizli halk edebiyatı idi. Açık halk edebiyatı iltifatsızlıktan görünemiyor, gizli halk edebiyatı da mezhep kavgaları sebebiyle meydana çıkamıyordu. Musikide de aynen böyle oluyordu.

(Trakyada Yeşilyurt, s.2. 17 Mayıs 1937)


13 Ağustos 2022 Cumartesi

BİR CUMHURİYET AYDINI: HALİL TEKİN BUCAKLI’YA SAYGI


 # Halil Tekin Bucaklı

 Akın Güre 

Unutulmayan anılar, hayatımızda iz bırakan kişiler, yaşanan yere ait kültürel ve tarihi miras saydığımız varlıklar bir şehrin ruhunu oluştururlar. Şimdiki kuşaklara bu dediklerim garip gelebilir ama bunlardan koptuğumuzda orada yaşamanın anlamından geriye çok az şey kalıyor. Kent yaşamı yaşadığımız çağda insanları farklı yerlere savurdu. Sadece tüketmeye yönelik zevkelerle doldurulmuş günlük yaşamın rüzgarına kapılmış insanlar için bu söylediklerim pek anlam ifade etmiyor olabilir. Bizler geçmişin hikayelerini anlatmaya, tarihin sokaklarında dolaşmaya devam edeceğiz. Aşağıda okuyacağınız hikaye de bunlardan biri.


Kırklareli Basın Tarihinden bir Yaprak: Özveri Dergisi:


Kent tarihine yönelik araştırmalar sırasında bazen ilginç keşiflerle karşılaşırsınız. Belki de yaptığınız işin en zevkli yanı burasıdır. Geçenlerde Kırklareli’nde basın tarihi ile ilgili çalışmalar yaparken de böyle oldu. Konuyla ilgili yazıları ararken adına ilk kez rastladığımı sandığım biriyle karşılaştım. Sandım diyorum, çünkü kim olduğunu baştan çıkartamamıştım. Nazif Karaçam, Gazete Trakya’daki yazısında bu kişiyi etraflıca anlatmaya çalışmıştı.(1) 1956 yılında yayımlanmaya başlayan Özveri dergisinden söz ederken hakkında bazı önemli bilgiler de veriyordu.


Ama önce biraz Özveri’den söz edeyim. Derginin sahibi Rıza Tagal olarak biliniyor. Yani Ali Rıza Dursunkaya ailesimden biri. Yönetim yeri, çok ilginç, Kırklareli Öğretmenler Derneği derginin. Aslında dergiyi öğretmenler çıkartmaktaydı ve yasal engelleri aşabilmek için böyle bir çözüm bulunmuştu. Yazı kadrosunda yer alan isimler, Nazif Karaçam’ın sıralamasıyla şu kişilerden oluşuyordu: Nazif Karaçam, Orhan Hançerlioğlu, Fahrettin Dağdelen, Etem Ütük, Necmettin Efe, Kamil Varlık, Fedai Can, Trakyalı Aşık Mustafa, Yüksel Güngör, Mehmet Adem Solak, Muammer Tuncer, O.Yunus Yıldırım, Muzaffer A. Özden, N.Atik, Ali Büyükhelvacıoğlu, Refik Fikret Sağnak, Rıza Yalt.


Eğitim, kültür ve sanat konularında yayımlanan bu dergiden itiraf etmeliyim ki ilk kez haberim oldu. Aynı dönemlerde Edirne’de Uluğ Turanlıoğlu tarafından çıkarılan Damla dergisini hatırlıyorum. Ayrıca yine Kırklareli’nde yayın hayatı kısa süren, 1935-1936 yılları arasında Kırklareli Halkevi tarafından yayımlanan Batıyolu dergisinden de haberim vardı. Özveri’deki yazarlardan biri Mehmet Adem Solak  olunca, şu anda Güre’de yaşamakta alan değerli eğitimci ve şair büyüğümüzü arama gereği duydum. Onunla konuşurken öğrendim ki, Özveri dergisinin bir süre yazı işleri müdürlüğünü yapanlardan biri de o. Nazif Karaçam da yukarıda bahsedilen yazısının sonuna Mehmet Adem Solak’ın dergide çıkan Fukara Hasan adlı şiirini koymuştu. Bu şiir onun 1958 yılında yayımlanan ilk kitabı olan İçimde Yeşeren Bahar’da yer alıyordu:


Bu ev sekiz kişi bir Hasan

Hasan’ın sırtında su, sırtında ekmek

Bu ev tezek kokusundan kara islere dek

Hasan demek.

Alnında iki damla ter izi

Hasan bitkin gelir çalışmaktan geceleri

Elleri çatlamış sapsarı nasır

Elleri dokuz boğazın elleri.

Hasan, senin sırtına böyle yazılmış kaderin

Sabah tuz-biber akşam tuz-biber

Neylesin fukaralık bu

Yakındıkça uzar gider.


Halk Ozanı Trakyalı Aşık Mustafa:


Mehmet Adem Solak’la dergi hakkında konuşurken uzayıp giden sohbetimizin içinde ilerde ondan yazmasını istediğim ilginç anıları da dinleme fırsatı buldum. Ama konuşurken aklıma takılan asıl soru Nazif Karaçam’ın yazısında adı geçen Trakyalı Aşık Mustafa’nın kim olduğuyla ilgiliydi ve kendisini dinlerken hafızamdaki anılar birden canlanmaya başlamıştı. Yazıyı okurken asıl adının Halil Tekin Bucaklı olduğunu öğrendiğim bu kişi, Karahıdırlı Halil Bey olarak biliniyordu. Yazıda Başbakanlık Arşiv Genel Müdür Yöneticiliğinden emekli olduğu belirtilen Halil Beye , Nazif Karaçam yazdığı “Kırklareli’ni Geçmişten Geleceğe Taşıyanlar” kitabında yer vermişti.


Pekiyi, kimdi bu Karahıdırlı Halil Bey?


Adem Solak ile sohbet sırasında fark ettim ki Halil bey aslında benim ilk gençlik yıllarımda tanıdığım, babamın yakın dostu olan “Halil Amca” idi. Sabahları önümüzden geçerken babamın avukatlık yazıhanesine muhakkak uğrardı. Halil beyin gözleri görmezdi. Koluna girdiği bir yardımcısı vardı, onunla dolaşırdı. Ceketinin sağ cebinde ise, başlığı dışa gelecek şekilde katlanmış bir Cumhuriyet Gazetesi muhakkak olurdu. Yazları babama yardımcı olmak için çalıştığım bu yazıhane sohbetlerini merak ve keyifle dinlerdim.


Halil beyin hayatımda bu nedenle önemli bir yeri vardı. Ama onunla ilgili fazla bilgiye sahip değildim henüz. İngilizce öğretmenim Hüsniye Özyürek’in babası olduğunu hafızamı zorlayarak hatırlıyordum. Halil beyden herkes saygıyla bahsederdi. Çok iyi fransızca biliyordu ve sürekli kitap okuyan, dünyada ve yurta olup biteni günü gününe takip edebilen biriydi. Babamla ikisinin konuşmalarını dinlerken onların ilgi alanlarına girmek hoşuma giderdi. Bu yakınlaşma daha sonraki yıllarda benim araştırmaya, okumaya yönelmemi sağlamıştır. Bu nedenle babamın yazıhanesinde yaz dönemlerinde geçen mesai saatlerim düşünce ufkumu açan bir fırsata dönüşmüştü diyebilirim.


Şiir yazan Aşık Mustafa’nın ötesine uzanan özellikleriyle çok yakınımda olmuş biriyle yıllar sonra başka bir şekilde yeniden karşılaşmış olmam hem bir hüzün hem bir sevinç yaratmıştı içimde. Halil Amca’yı yeniden yaşatacak sihirin ne olduğunu anlamak, üstlendiğim görevin en zevkli yanıydı. Aslında bu işin katlandığınız yorgunluğa değmesini sağlayan şey de buydu. Hatırlamak yaşamı uzatmanın elimizden gelen tek yoluydu.


Şimdi Halil Tekin Bucaklı hakkında toplayabildiğim bilgilerden bahsetmeliyim biraz da. 


Halil Tekin Bucak Hakkında Öğrendiklerim:


Halil Tekin Bucaklı 1903 Selanik Kozan doğumludur. Bir Osmanlı bürokratı ve Bektaşi dedesi olan Selanikli Hayrullah Efendi’nin oğludur. Eşi artık mahalle olan  Karahıdır köyünden Adalet Hanımdır.  Baba Vize Sancağında Nüfus Müdürlüğü yapmış, okumaya önem veren ve oğlunun iyi bir eğitim almasını isteyen biridir. 1912’de Balkan Savaşları sırasında oğlunu öğrenim için İstanbul’a gönderir. Halil Bey’in Mekteb-i Sultani’de okuduğu söylenir ama torunlarından aldığım son bilgiye göre Bursa Lisesi’ne girer ve oradan mezun olur. Daha sonra Osmanlı Devletine sivil yönetici sınıfını yetiştirmek amacıyla açılan Mekteb-i Mülkiye’ye(Siyasal Bilgiler Fakültesi) girer. Bu okulu 1927 yılında birincilik ile bitirir. Kırklareli Valiliğinde maiyet memurluğu olarak başlayan memurluk hayatı birçok ilçede çeşitli görev ve kaymakamlıklarla devam eder. Vize’nin ilk kaymakamı olur. 1937 yılında İzmir Bölgesi İş Müfettişliği, 1938 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü 6. Şube Müdürü, 1941 yılında İçişleri Bakanlığı Nüfus İşleri Umum Müdürü ve 1944 yılında Başbakanlık Arşiv Genel Müdür Yardımcılığı görevinde bulunur 1955 yılında emekliye ayrılıp Kırklareli’ye yerleşir. (2)


Devlet yönetiminde bulunduğu sıralarda çevresi tarafından prensiplerine son derece bağlı biri olarak tanınır. Çok iyi Fransızca bildiğinden Ankara’daki yüksek bürokrasi içinde “Fransız Halil” olarak tanınır. Fransızca kadar Osmanlıca’ya ve Rusça’ya da hakimdir. “Trakyalı Dertli Mustafa” “ Trakyalı Aşık Mustafa” mahlaslarıyla şiirler yazar. Bu şiirleri Özveri dergisinde yayımlanır. 1953 yılında yazdığı, Atatürk’ün naaşının taşınması sırasındaki duygularını anlatan Çakırım Destanı isimli şiiri ile ünlenir. Bu şiir Atilla İlhan tarafından bir televizyon kanalında okunur, daha sonra bestelenmek üzere Nevit Kodallı’ya verilir. Ancak bu tasarı hayata geçirilemez. (3)


Üç kız babası olan Halil Tekin Bucaklı çocuklarının kendisi gibi iyi bir eğitim almalarını ister. Kızlarından Hüsniye(Özyürek) 1946 yılında Üsküdar Amerikan Kız Kolejinden mezun olduktan sonra Kırklareli Lisesi’nde ingilizce öğretmeniliği yapmıştır. Diğer kızı Melek(Ovalı) Üsküdar Amerikan Kız Koleji mezunudur. Kırklareli siyasi hayatında kültürlü, aydın bir Cumhuriyet kadını olarak tanınmıştır. CHP kadınlar Kolu Başkanlığı yapmış, Belediye yönetiminde görevler almıştır.


Halil Tekin Bucaklı şeker hastalığı nedeniyle görme engelli olduktan sonra ölünceye kadar hayatını Kırklareli’nde geçirmiştir. Okumaya olan düşkünlüğü, Fransızca olan hakimiyeti ile bilinen, düşünceleri, eleştirileri ile aydınlar ve gazeteciler arasında saygıyla anılan bir kişi olarak itibar görmüş, meziyetleri, fikirleri, tavsiyeleriyle saygıyla anılmıştır. Atatürk devrimlerine bağlılığı ile bilinen Halil Tekin Bucaklı son günlerinde ülkeyi karanlık bir döneme sürükleyen gelişmeleri kaygıyla izlemiş, 12 Eylül 1980 askeri darbesini yapanlara karşı öfkesini dile getirmiştir. Gazeteci İsmet Solak bir yazısında o günleri şöyle anlatır :

“Kenan Evren o sırada TV'de konuşuyordu. Ve Atatürk ile söze başlıyor, Atatürk ile bitiriyordu. Halil Bey, 28 yıldır görmediği gözleriyle sanki geleceği süzüyordu:

"Bana da öyle geliyor çocuk. Sonunda, 'Atatürk, Atatürk' diye, diye

bunlar bu defa Atatürk'ü gerçekten öldürecekler. Gidişatı hiç

beğenmiyorum."

"Ben Atatürk'ün en yakınında bulunmuş, isimsiz beş sınır neferinden

biriyim. Ama, benim neler yaptığımı sorma çocuk. Bu sır benimle

toprağa girecektir. Yeter ki, o büyük dehanın izinden ayrılma, onu

anla, anlat, tanı ve tanıt. Mesele burada."(4)


İsmet Solak Hali Tekin Bucaklı’yı andığı başka bir yazsında onun sözlerini nakleder:

“Devlet Arşivleri eski Genel Müdürlerinden, akrabam da olan, rahmetli Halil Tekin Bucaklı ileri yaşlarda görme yetisini yitirmişti. Bir gün Devlet yönetimi üzerinde sohbet ederken şöyle demişti:

“Bak çocuk, bu dediğimi unutma. Büyük bir düşünür, her toplum kendine layık olan bir yönetimle yönetilir, diyor. Çünkü, onu görür, her şey ondan ibaret sanır. Oysa, insanların aklı toplumların itibar ettiği zamanlarda öne çıkarsa, o toplum kendinden de ileri bir yönetim tarzını seçebilir. Bizler, Mustafa Kemal ile bu imkana kavuştuk ve çağdaşlığı ve uygarlığı yönetim ilkesi saydık. Ha, yarın bir gün bu imkanlarımızı kaybedersek çağ dışına düşeriz ve safsataların emrine giriveririz, bunu da iyi belle.”

Halil Tekin Bucaklı kim mi? Mektebi Mülkiye’nin arşivine girerek nasıl büyük bir zekaya ve yeteneğe sahip olduğunu görebilirsiniz. Çünkü, öğrenim döneminde tüm notları tam olan bir öğrenci olduğunun farkına varabilirsiniz. O kadar zekiydi ki, “Ben Atatürk’ün sınır neferlerinden biriyim, ama görevimin ne olduğunu sorma bana. Sınır neferliği bana yeter de artar” der ve sohbeti bitirirdi.” (5)


Kırklareli’nde 2007 yılının Ekim ayında yapılan bir şiir okuma etkinliğinde kızı Melek Ovalı babasından şöyle bahseder:

"Babam Atatürk sevgisiyle dolu bir insandı. Bizi de o şekilde yetiştirdi. Bugün Atatürk'e karşı yapılan tutum ve hareketler bizi derinden yaralıyor. Birlik ve beraberlik içinde olalım. İnandığımız şeylere sahip çıkalım. Bize düşen görevleri yapalım. Ne olduğumuzu, nereden geldiğimizi unutmayalım. Her şeyden önce laik, demokratik bir ülkede yaşıyoruz. Atatürk devrimleri ve inançları yıpranmaya başladı. Babam hayatı boyunca mücadeleyi elden bırakmadı. Babamla gurur duyuyorum. O yaşamı boyunca dürüst ve namuslu bir hayat sürdü. Hiç bir zaman taviz vermedi. Bizler de onun gibi hiç bir şeyden taviz vermemek zorundayız." (6)


Bu duyarlı Cumhuriyet aydını 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı üzüntülere dayanamayıp 24 Eylül 1980 günü aramızdan ayrılmıştır.

Yazdığı şiirler şimdiye kadar bir kitapta toplanmamıştır. Kitaplığında yer alan el yazması notlarının bir kısmı bu gün torunları tarafından korunsa da zengin kütüphanesi maalesef bu gün kayıptır.


Torunlarından rica ettiğim belgeleri ve fotoğrafları daha sonra ayrıca paylaşmayı düşünüyorum. Ayrıca yakın zamanda kendisini ziyaret etmeyi planladığım Sayın Ertuğrul Karakılavuz ile bu konuda yüz yüze bir görüşme yapacağım. Yazıya son vermeden önce burada bir bilgiyi paylaşmadan geçemeyeceğim:


Gazete Trakya sayfalarından öğrendiğime göre 2017 yılının Ocak ayında yapılan Belediye Meclisi toplantısında Ertuğrul Karakılavuz tarafından Karahıdır Mahallesi’nde uygun bulunan bir sokağa Halil Tekin Bucaklı adının verilmesi talep edilir. Karar uygun bulunarak, 898. Sokağa Halil Tekin Bucaklı adı verilir. Bu karara Ak Parti grubu sokak ve caddelere ancak şehit ve gazilerin adı verilir gerekçesiyle itiraz eder ve talebe red oyu verir. Ancak Meclis oy çokluğu ile Halil Tekin Bucaklı adının verilmesini kabul eder. (7) Kendisiyle telefonda görüştüğüm Ertuğrul Karakılavuz bununla ilgili Meclis kararının elinde olduğunu bana söyledi. Ancak benim Karahıdır Mahallesi için yaptığım harita taramasında maalesef bu sokağın adı hala 898. Sokak olarak geçmekte. Demek oluyor ki Belediye Meclis Kararına rağmen sokağın adı hala eskisi gibi durmaktadır. Ancak işin daha ayıbı Halil Tekin Bucak gibi değerli bir Cumhuriyet aydını, Atatürkçü bir büyüğümüzün, Cumhuriyet Yönetimi’ne hizmetleri geçmiş değerli bir bürokratın adının kent merkezinde bir cadde veya sokağa verilmemiş olmasıdır. Bu konunun takipçisi olacağımı buradan duyurmak isterim.


Notlar:

(1) Nazif Karaçam, Bir Zamanlar Kırklareli’nde “Özveri” Dergisi Çıkardı, Gazete Trakya 23.3.2006.

(2) Vikipedi Halil Bucaklı maddesi; Nazif Karaçam Kırklareli'ni Geçmişten Geleceğe Taşıyanlar, 2014 Edirne.

(3) Çakırım Destanı Şiiri değerli dostum Hasan Çalıkuşu tarafınadan bana gönderilmiştir. Onu Kırklareli Yerel Tarih Grubunda Hasan Çalıkuş’nun bir çalışması olarak ayrıca paylaştım. Bu yazı için şimdilik elimde bulunan tek fotoğrafı da ondan aldım.

(4) İsmet Solak www.zohreanaforum.com. 21.01.2009

(5) İsmet Solak, 24 Saat Gazetesi, 20.4.2016

(6) Melek Ovalı, Gazete Trakya, 4.10.2007

(7) Gazete Trakya Haberi Şehit Özüpek'in adı sokağa veriliyor  5.01.2017



11 Ağustos 2022 Perşembe

HİLMİ GÖKER’ İN VİTRİNİ KIRKLARELİ’ DEN PORTRELER HİLMİ GÖKER

Ahmet Rodopman 

1950 ile 2000 yılları arasında Kırklareli’ de yaşayıp da Haluk Hilmi Göker’ i tanımayanın olmadığını düşünüyorum. Rahmetli zaten bir şekilde kendisini tanıtır ve herkesi de tanırdı. Ben bile hiç tükenmeyen merakım nedeniyle Hilmi Amca ile tanışmış hatta arkadaş bile olmuştum.10 yaşlarımda başlayan tanışıklığımız uzun süre vitrinini seyredişlerimle sürüp gitmişti. Ta ki üniversiteye gelinceye değin. Sonra İstanbul’ a geliş ve 50 yıllık bir kopuş yaşadım Kırklareli’ den. Ama hiçbir zaman Hilmi Göker’ in vitrini aklımdan çıkmadığı gibi defalarca da rüyalarıma girmişti. Daha ilk okul sıralarında nereden merak sarmıştım bilemiyorum, Doğan Kardeş Dergilerinin iflah olmaz bir okuyucusu olmamdan mı eve her hafta alınan Hayat Mecmualarında gördüklerimden mi bilemiyorum az da olsa eski eserler ile ilgili bilgilerim vardı. Bir gün annemle Pazara giderken, Büyük Caminin karşısında hamama bitişik köşe dükkanının vitrininde eski paralar, kırık dökük çanak, çömlek, toprak yağdanlıklar, demir bıçaklar, el işlemeli örgüler gibi diğer dükkanlarda göremediğim şeylerin olduğunu fark etmiştim. Evimize oldukça yakın olan bu dükkana gider önünde durup, hayran hayran seyrederdim bu vitrinde sergilenenleri. Önce ara sıra seyretmeye gittiğim vitrin, giderek beni daha fazla kendine çekmeye başlamıştı. Özellikle orta okula başlayınca, evle okul arasında kalan Hilmi Amcanın dükkanının önünden geçerken göz atmadan edemediğim vitrininin önünde zaman geçirmelerim özellikle okul çıkışından sonraki saatlerde daha da fazlalaşıyordu. O eski paralar, paslanmış kılıçlar, bakır kaplar, taştan yapılmış kolyeler, kırılmış kaplar, bozuk tabancalar hepsi gözümde canlandırarak oyunlar oynadığım nesneler olmuşlardı. Çok ilginç bir kişi idi bence Hilmi Göker, sanırım bende onun dikkatini çekmiştim. Yakışıklı, uzun boylu, her zaman düzgün ve güzel giyinen, güler yüzlü, tatlı dilli, herkesle barışık, ağzı iyi laf yapan tam bir esnaftı anladığım kadarı ile. Okul dağılımlarında dükkanı kapalı olduğu zaman, genelikle karşıdaki Büyük Camii ye öğlen veya ikindi namazlarına gittiğinde, uzun uzun vitrinini seyrediyor ve bundan son derece mutlu oluyordum. Kütüphane merakım nedeni ile eski eserler, müzeler ve arkeoloji ile ilgili pek çok kitap okumuştum. Ama hiç müze görmemiştim. Hayalimde ki müzeyi onun vitrininde bulmuş, adeta kurmuş gibi hayran hayran bakıyordum gelip geçerken. Çok seyrekte olsa ara sıra vitrindeki ürünler değişir, eskileri merak ederken yenilerin konuldukları yerleri ezberlerdim. Hatta okuduklarımdan yola çıkarak, mahallemizde dere boyunda yıkılmış eski bir evin bahçesinde bir kaç arkadaşımla birlikte, keser ve el çapaları ile kazılar yapıp, kırık tabak parçaları, topraktan yapılmış yağ kandilleri, çanak, çömlek kırıkları, paslanmış demir parçaları, çiviler çıkarıp toplamıştık. Onlar ile mahalle müzemizi kurma hayallerimiz olmuştu.
Bir süre dükkanının kapalı olduğunu görüyordum. Sonra bir tabelanın konulduğunu hissettim kapalı kepenklere.’’Uzun bir yolculuğa çıktığım için bir süre işyerim kapalıdır’’ gibi bir yazı duruyordu.. Hac mevsimi idi. Demek ki antikacı amca hacca gitmiş, ancak dini görevi ile işini karıştırmamak için böyle yazmış olabileceğini düşünmüştüm. Çocuk aklımla da bu nedenle antikacıyı daha çok sevmiş tim.
Aslında tek işi bu eski eserleri alıp satmak olmayan Hilmi Göker tatlı dili ve hoşsohbet davranışları ile  özellikle Çarşamba günleri şehre gelen köylülerin de uğrak noktalarından biri idi. Dükkanı kadın ve erkek köylerden gelenlerle dolup taşardı. Çok sonra tabelasını görünce anlamıştım bunu.’’Altın dizer, altın bozar, kuyumcu Hilmi Göker ‘’ yazıyordu. Ama benim çocuk aklımla bunu anlayabilecek halim yoktu.
Günün birinde babamın dükkanında iken Hilmi Göker dükkana geldi. Eyvah dedim beni babama şikayet edecek şimdi. Ama hiçte düşündüğüm gibi olmadı. Meğer babamla uzun zamandan beri tanışıyorlarmış. Bazı şeyler satın aldı ve babama ;   - Bu çocuk senin oğlun mu Hüseyin Ağabey ? diye sordu. Rahmetli babamda, -Allah bağışlarsa benim küçük oğlum dedi. Ben bu sırada kıpkırmızı olmuş nefessiz dinliyor ve bekliyordum ne olacak diye. Hilmi Göker, - Çok meraklı bir çocuk. Çok da terbiyeli. Benim vitrinimin önünden ayrılmıyor. Bana çırak ver onu dedi. - Ona kaç defa içeriye gir, merak ettiklerini yakından gör dedim girmedi. Diye ilave etti. – Babam da; - Sağ ol Hilmiciğim. Çok meraklıdır, Okumayı da çok seviyor. Senin vitrin ilgisini çekmiş demek ki demişti. Bana da dönüp; - Hilmi Amcan yabancı değil. Merak ettiğin bir şey olursa içeri gir sor. Demişti.
İçim rahatlamıştı. Sonraki günlerde artık daha rahat seyretmeye gidiyor. Kolay gelsin. Hayırlı işler deyip selam veriyordum. Bu arada aylar, yıllar da geçiyordu. İstanbul’ a, Edirne’ ye geldiğimizde özellikle müzelere görmeye gidiyorduk. Lise çağlarında artık müze kavramım değişmişti. O koca vitrin bana küçük görünmeye başlamıştı. Eski eserler diğer gördüklerimden çok daha albenisiz olduklarını, eski paraların yerine altın, gümüş sikkelerin değerli olduğunu öğrenmiştim. Buna karşın yine arada sırada Hilmi Amca’ ya uğrayıp hatırını sorar, iyi işler derdim. Çok hoş karşılardı. Sevinirdim.
Hilmi Göker’ in o vitrini başka kimlerin dikkatini çekip geleceğine ışık saçmıştır bilemiyorum. Ama benim lise yıllarımdan sonra çok istememe karşın yaşam koşullarını düşünüp vazgeçtiğim Arkeoloji tahsilimi yapmasam da, ölesiye tutkun olduğum, eski eserler, kültürel değerler, insana dair olan her şeyle ilgilenmemi sağlayan okuma ve öğrenme isteğimin filizlenmesine neden olduğu için  Hilmi Göker’ in o vitrine minnettarım. Tabii bu vitrini yapan yaratan kişi olan Hilmi Göker’ e Kırklareli’ de nasıl tanınırsa tanınsın, buradan bir kez daha rahmetler diler, mekanının cennet olmasını dilerim.
Yazıma son vermeden önce sanırım çok azımızın bildiği bir özelliğini de sizlerle paylaşmaktan onur duyarım. Hilmi Göker ‘ in yaşamını merak edip araştırırken, onun gençlik yıllarında iyi bir şair ve hatip olduğunu öğrendim. Hatta 1946 lı yılın da ‘’ Gül Bahçesinde Bir Yaralı Arslan ‘’ adlı bir şiir kitabı yayınlayarak Kırklareli şairleri arasına girerek benin ‘’Kırklareli’ den Portreler’’ dosyamda önemli bir yerde olmasının da nedeni olmuştur. Çok aramama karşın edinip okuyamadığım kitabına sahip olanlar varsa en azından bir iki şiirini buraya yazarlarsa çok sevinirim. Çoğumuzun yakından veya kısmen tanıdığımız Hilmi Göker ile ilgili ne yazık ki çok fazla şey bilemiyorum . Edindiğim bilgilere göre 1921 yılında o zaman ülkemiz sınırlarsı dışında olan Üsküp te dünyaya gelmiştir. Babası Kadri Bey 1. Dünya Savaşı’na katılıp Üsküp’e geri geldikten sonra devletler arası antlaşmalar neticesinde Kırklareli’ nin Yenice köyüne yerleştirilmişlerdir. 1940 yılında askere gidinceye kadar köyünde kalmıştır. Beş yıl İzmir de askerlik görevini yaptıktan sonra İstanbul’ a gelmiştir. İstanbul’ da çok değişlik işlerde çalışmış, sanıldığına göre burada antikacılık mesleğine merak sararak Kırklareli’ ye dönmüştür. Birkaç yıl Kırklareli köy ve kasabalarında seyyar antikacılık yaparak köyleri, köylüleri ve antikacılık ile kuyumculuk mesleğini tam olarak öğrendikten sonra Kırklareli’ de dükkanını açmıştır.Uzun bir süre bu dükkanında çalışan Hilmi Göker 2000 li yılların başlarında hastalanarak hakkın rahmetine kavuşmuştur. İşte Büyük Caminin karşısında ki köşede bulunan bu dükkan ve o dükkanın vitrini benim Kırklareli’ de en sevdiğim ve hala rüyalarıma giren ve unutamadığım yerlerden birisi olarak kalmıştır.


KIRKLARELİ’ DEN PORTRELER Prof. Dr. KAMURAN AVCIOĞLU

 Ahmet Rodopman 


Trakya’ da son günlerde görülen Tarla Tırtılları ile ilgili bilimsel nedenleri araştırırken, bunların Güneş Lekeleri ile ilgili olabileceği  öne sürüldüğünü  duyunca, Üniversite yıllarımda okuduğum bu konuda yapılan çalışmaları tekrar gözden geçirme gereksinimi gündeme geldi. Doğru hatırlamışım. O yıllarda bir hayli merakımı çeken şu güneş lekeleri konusunda İstanbul Üniversitesi Gözlemevi Araştırma ve Uygulama Merkezinde yapılan ve uluslar arası Kongrelerde önemli ses getiren çalışmaları bir kez daha gözden geçirdim. Bir başka yazımda beni çok heyecanlandıran Astronomi, Astrofizik ve Uzay Bilimleri ile ilgili olarak İstanbul Üniversitesi Astronomi Enstitüsünden söz edeceğim. 1933 yılında ve sonrasında Almanya’ dan Mustafa Kemal Atatürk ‘ ün özel girişimleri ile gelen dünyaca ünlü bilim insanlarının insanüstü uğraşmaları ile kurulan bu Enstitü’ ye o günün koşullarında en iyi teleskoplar getirilerek zamanının önemli konusu olan güneş lekeleri incelenmiş ve  yapılan bilimsel gözlemler tüm dünya literatürüne geçmiştir.

Özel olarak yaptırılıp getirtilen bu özel teleskop sayesinde Türk bilim insanları Dünya çapında saygın bir noktaya gelmişlerdir. Özellikle 1955 yılından sonra bu teleskopta genç ve çok meraklı bir hanım bilim kadınımızın oturup günlerce değil, aylarca değil yıllarca güneş yüzündeki  lekeleri incelediğini öğrenince, bu bilim insanını merak ettim. 30 yıl kadar önce hakkın rahmetine kavuşan bu değerli insanın Prof. Dr. Kamuran Avcıoğlu olduğunu ve sevgili Kırklareli’ miz de doğup büyüdüğünü  biyografisine ulaşınca öğrendim. Merakım kat be kat arttı. Araştırmalarımı daha da derinleştirme gereksinimi duydum. İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, Fen Fakültesi dokümanlarından bulabildiğim  bilgileri sizlerle de paylaşmak istedim.

Sanırım Kırklareli’ de çok bilinmeyen değerli bilim insanı Prof. Dr. Kamuran Avcıoğlu’ nu ‘’KIRKLARELİ’ DEN PORTRELER’’ bölümümüzde tanıtarak, bu topraklarda doğup, büyümüş, sonra uzaklaşsa da gönlümüzden kopmamış yüzlerce değerli insanımızın da  zamanla sayfalarımızda yer alacağını, bunun içinde sizlerden de öneri ve bilgi isteğimizi bir kez daha yinelemek istiyorum. Kentimize değer katan değerlerimizi tanıyalım, tanıtalım, unutmayalım.

Kamuran Avcıoğlu,  9 Nisan 1932 tarihinde Kırklareli’ de doğdu, ilk okulunu Kırklareli’ de okuyup, orta öğrenimini Kandilli Kız Lisesinde yaptıktan sonra 1952 yılında kaydolduğu İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Astronomi dalından 1955 yılında mezun oldu. 1955 yılında Kürsünün başında bulunan Prof. Dr. Gleissberg,  Kamuran Avcıoğlu’ nu Astronomi Kürsüsüne asistan kadrosuna almıştır. 1959 yılında doktor unvan’ ını almış, 1967 yılında  ‘’HD 217050 yıldızının spektrel incelenmesi’’  konulu tezi ile doçentliğe, 17 Mayıs 1980 yılında  ‘’P Cygni atmosferinin spektrel analizi ve yapısı’’ adlı takdim tezi ile Profesörlüğe  yükseltilmiştir. Prof. Dr. Metin Hotinli’ nin emekli olmasından sonra Bölüm Başkanlığı’ na atanmıştır. 1957-1958 ile 1963-1964  öğrenim yıllarında ve Şubat 1967, Temmuz-Ağustos 1970, Ağustos-Eylül 1975 tarihinde, Paris, Meudon Rasathanesi Dr. Herman’ ın Spektroskopi  Servisiínde, 1 Ağustos- 20 Eylül 1980 arasında da Paris, İnstitut dí Astrophysique’ de Dr. Underhill ile çalışarak bilimsel incelemelerde bulunmuştur. 1971-1978 yılları arasında Fen Fakültesi Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Kamuran Avcıoğlu, 1987-1990 yılları arasında da Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölüm¸ Başkanlığı’ nı yürütmüştür. Prof.Dr. Kamuran Avcıoğlu, İstanbul Üniversitesi Gözlemevi Araştırma ve Uygulama Merkezinin kurucusudur. 1990 yılında kurduğu bu Merkezín Müdürlüğünü de vefatına kadar sürdürmüştür. Astronomiye ne kadar çok gönül verdiğini biricik kızına Feza ismini vermesinden de anlayabiliyoruz. Prof. Dr. Kamuran Avcıoğlu Türk Astronomi Derneği kurucularındandır ve uzun yıllar Yönetim Kurulu üyeliği yapmıştır. Ayrıca Uluslararası Astronomi Birliği, Türk Matematik Derneği ve Üniversiteli Kadınlar Derneği üyesidir ve uzun yıllar bu derneğin Sekreterliğinde bulunmuştur. 26 Ocak 1988 tarihinde seçildiği Fen Fakültesi Dekanlığı görevini hayata gözlerini yumduğu 30 Ocak 1991 tarihine kadar sürdürmüştür.



KIRKLARELİ’ DEN PORTRELER REFET RODOPLU YOLU KIRKLARELİ İLE KESİŞEN ÇOK YÖNLÜ BİR BALKANLI


 Ahmet Rodopman 

Çocukluğumda evimizin penceresin de otururken ağır ağır yürüyen, beyaz saçlı iyi giyimli, nazik ve sakin bir kişiydi geçen evimizin önünden. Karşılaştığı kişilere selam verişi, biz çocuklara davranışları oldukça saygı duyulacak şekilde idi. Bir gün babam eve bu kişi ile konuşarak geldiğinde sormuştum. Kim bu arkadaşın diye ? ‘’Çok iyi, bilgili bir kişidir, Bulgaristan’ da öğretmendi. Buraya gelince Bucak müdürü oldu’’ demişti. Bizim evimizin biraz ilerisinde oturduğunu sonradan oğlu ile arkadaş olduğumuzda öğrenmiştim. Ahmet Rodoplu benden bir, iki yaş daha büyüktü ama liseyi bitirinceye kadar güzel bir arkadaşlık yapmıştık. Oldukça genç yaşlarında hayata veda ettiği haberini alınca çok üzülmüştüm.

Arkadaşımın babası olan Ahmet Refet Rodoplu’ yu ‘’Kırklareli ile yolları Kesişenler’’ bölümümüzde  anlatmak ve bilmeyenlere hatırlatmak istedim. Kendisinden önce rahmetli babası Svilengrad (Mustafa Paşa), ve Eğri Dere Müftüsünü anlatırsam sanırım nasıl bir aile ile tanıştığınızı daha iyi anlayacaksınız umarım ki.

Re’ fet olarak bildiğimiz (asıl adı Ahmet olan Refet Rodoplu, gazetecilik yaparken takma ad olarak Re’fet adını kullanmıştır. Re’ fet, sözlük anlamı olarak merhamet, acımak, yüce gibi anlamları içerir) Re’ fet Rodoplu' nun babası Balkan Savaşları sırasında (1912-1913) bütün Kırcaali ve Rodoplar  bölgesinde tanınan ve sevilen bir din ve hukuk adamıdır. Halkın tüm sorunlarını en hakkaniyetli şekilde hallettiği için, herkesin güvenini sağlamıştır. Benim kayın validem ile komşuluk yaptığı o zamanlarda, anlattığına göre kız kaçırmaların da bile, gelin olacak kız için en emniyetli yer olarak Hasan Vehbi Rodoplu hocanın evi görüldüğü için düğüne kadar müftünün evinde misafir edilirmiş.Bölgesinde sözüne güvenilir ve inanılan bir kişi olarak nam salmış. Balkan Savaşları sırasında Osmanlının çektiği sıkıntıları görüp, yardımcı olmak için halktan para toplanmaya çalışılmış. Çarpışan askerlere destek olmak üzere toplanan sarı liralar  2 heybe dolusu yaklaşık 30 kilo civarında olmuş. Etraf Bulgar çetecileri ile dolu olduğu için 125 kilometre kadar yolu salimen geçmesi ve altınların eksiksiz teslim edilmesi için halk en güvendiği kişi olarak Hasan Vehbi Hocayı uygun bulmuş. Müftü etrafından helallik alıp çok tehlikeli olan bu yola tek başına katırına altınlar yükleyerek çıkmış. Bildiği patika yollardan, dikkatlice geçerek güç bela Gümülcine’ deki Türk Elçiliğine gelmiş.. Ancak oradaki büyükelçi, bu kadar parayı almaktan çekinmiş olacak ki, burası artık Bulgaristan sınırları içinde sen bu altınları Sofya’ daki Türk Elçiliğine götür diyerek, müftüyü bir haftada geldiği yoldan geri göndermiş. Aç susuz yola çıkan Hasan Vehbi Hoca oldukça zahmetli bir yolculuktan sonra Sofya’ ya varıp o sırada Sofya’ da sefir olan,Fethi Okyar’ a altınları eksiksiz teslim ederken odaya sefarette askeri ateşe olarak bulunan kolağası(yarbay) genç bir Türk subayı girer. Fethi Okyar durumu anlatınca gözleri dolan ve müftüye sarılan subayın ağzından şu kelimeler dökülür. – ‘’Böyle evlatlara sahip bir milletin arkası hiç bir zaman yere gelmez. Der. İşte o subay, Mustafa Kemal’ dir.

Millete inancı hiç eksilmeyen Mustafa Kemal Atatürk uzun yıllar sürecek milletini kurtaracak savaşlara girip, muzaffer bir şekilde çıkıp, bizlere Türkiye Cumhuriyetini emanet ederken Bulgaristan’ da kalan Türk soydaşlarımız da tüm zorluklara göğüs gererek varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır.

Biz tekrar Ahmet Re’ fet Rodoplu’ ya dönecek olursak, 1901 yılında Eğri Dere’ de doğmuştur. Babası Svelingrad’ da müftü iken ilk öğrenimini burada bitirmiştir. Ardından Eğri Dereye gelen ailesinin yanında Türk Rüştiyesini,  Plovdiv’ de de İdadiyi(Bulgar Lisesi) bitiriyor. Birinci dünya Savaşının sürdüğü o yıllarda eğitimine devam edemiyor ama okumayı, öğrenmeyi çok seven bir kişi olarak kendisini geliştiriyor. Kırcaali Türk Rüştiyesinde öğretmen olarak ders vermeye başlıyor. Daha sonra ayni okulda müdür olup görevine devam ediyor. Bu arada değişik yayın organlarında etkili fikir yazıları yazıyor. Özellikle Bulgaristan Türk azınlığının hakları ve kültürel gelişmesi için yazdığı yazılardan Bulgar yönetimi rahatsız olup, hakkında idam cezası verilmesi nedeni ile, ailesi ile birlikte 1933 yılında Türkiye’ ye göç etmek zorunda kalıyorlar..

Kıklareli’ ye gelen  Ahmet Re’ fet bey Babaeski ve Lüleburgaz yörelerinde bucak müdürlüğü, kaymakam vekilliği, Belediye Başkan Yardımcılığı yaptığı sırada da sürekli gazete ve dergilerde yazılarını yazmıştır. Emekli olduktan sonra İstanbul Bakırköy’ e taşınan yazarımız burada sosyal sorumluluğu nedeni ile boş durmamış değişik dernek ve cemiyetlerin yardım çalışmalarına katılmıştır. Rodop-Tuna Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği Onursal Başkanlığını ömrünün sonuna değin yapmıştır.Bunun yanında Halk Evleri Derneği, Mustafa Kemal Derneği,  Türk Basın Birliğinde aktif olarak çalışmıştır. Türkiye’ ye geldikten sonra başlıca, Trakya’ da Yeşilyurt, Edirne Postası, Batı Trakya, Önder, Hür Fikir,Yeni Fikir, Ulus, Vize Postası, Anayurt, Birlik, Özdilek gibi gazete ve dergilerde sürekli yazılar yazmıştır. Pek bilinmeyen bir özelliği ise Türkiye’ de Esperanto dilinin gelişip, yaygınlaşmasında büyük hizmetleri olmuş, üzerinde ilginç çalışmalar yapmıştır. Değişik zamanlarda yazıp bastırdığı 10 a yakın kitabı bulunan Ahmet Re’ fet Rodoplu Türk ulusuna gazeteci, yazar, idareci ve sivil toplum çalışanı olarak 59 yıl aralıksız hizmet etmiş olup 10 Nisan 1984 yılında İstanbul’da hakkın rahmetine kavuşarak toprağa verilmiştir.



KIRKLARELİ’ DEN PORTRELER ABDULLAH NACİ ERÇETİN PEK ÇOĞUMUZUN MANDOLİN ÖĞRETMENİ ve KÜTÜPHANE MÜDÜRÜMÜZ


 Ahmet Rodopman 

Hatırlatıcı bir resmini henüz bulamadığım, ama pek çoğumuzun hafızalarında olan Çocuk Kütüphanesi müdürü ve Kırklareli’ deki pek çok çocuğa müzik bilgisi ve sevgisi aşılayan mandolin öğretmenimiz Abdullah Naci  Erçetin’ i anımsadınız sanırım. Mandolin, çocuk kütüphanesi ve sevgili kızı Candan Erçetin’ in resimleri zaten yeteri kadar ip ucu vermiştir hatırlamanıza. Ama resmi elinde bulunan bir arkadaşımız bana internet yoluyla gönderebilirse çok sevinerek biyografisine eklerim.

Kırklareli’ de tanıdığımız her biri birbirinden değerli, dürüst ve insancıl olan Köy Enstitülü öğretmenlerden biri olarak hepimizin gönlüne girmiştir. 1957 den 1976 yılına kadar neredeyse mandolin’ i Kırklareli’ nin milli enstrümanı olarak görmemizi sağlamıştı.

Değeri yıllar sonra daha da iyi anlaşılacak olan sevgili Abdullah Erçetin 20 yıla yakın tek başına bir ordu gibi çalışarak küçüklere müzik bilgisi ve zevkini aşılamıştır. Aynı zamanda da çocuk kütüphanesinde onca çocukla baş edip her birinin isteklerini yerine getirme, ödünç kitap verip takip etmeyi de başarabilmiş küçük şehrin büyük insanlarından biri olmayı başarmıştır. Ondaki bu çalışma disiplini ve fedakarlığı Köy Enstitülerindeki yapma ve yaratma duygusundan mı kaynaklanıyordu yoksa kendine has bir insan severlik ile birlikte ülkesi için daha çok şeylere değer gördüğü çocukları eğitmek, onlara bir şeyler öğretebilmek tutkusundan mı kaynaklanıyordu bilemiyorum. Yıllarca bıkmadan usanmadan bu görevini içtenlikle yapmış olmanın huzuru ile yatıyordur şimdi gittiği yerde diye düşünüyorum. Onu kendi cennetinde daha da mutlu etmek istiyorsak onun ve önderi Mustafa Kemal Atatürk’ ün istediği gibi birer fert olmalı ve yeni bir nesil yetiştirmeliyiz

Abdullah Naci Erçetin bizim kuşağın olduğu gibi benimde en değerli portrelerimden biri olarak kalmıştır hafızamda. Onu çok daha ayrıntılı olarak yazmak isterdim bu bölümde ancak ne yazık ki istediğim kadar veriye ulaşamadım. Şimdiye kadar da Abdullah beyle ilgili yazılmış bilgi elde edemedim. Onu en iyi anlatan sevgili kızı Candan Erçetin olabileceğini düşünerek, onun babasının ölümünde tabutu başında verdiği şu önemli saptamalarını vermekle yetinmeyi düşündüm. Kırklareli’ nin yetiştirdiği bu değerli insanın hepimizin üzerinde emeği ve verdiği değeri düşünerek saygı ve minnettarlık duygularıyla anıyorum. Kentimize değer katan kahramanlar asla unutulmamalıdırlar.

1927 yılında Kırklareli İnece köyünde doğan efsane müzik öğretmenimiz Abdullah Erçetin, 2 Haziran 2010 günü 83 yaşında hayata gözlerini yummuştur. Kırklareli’ de Büyük Camii ‘ de kılınan öğle namazından sonra doğduğu topraklar olan İnece beldesinde toprağa verilmiştir.

Candan Erçetin, ebediyete yollarken, babasının mükemmel bir Cumhuriyet çocuğu olduğunu ifade ederek, “Atatürk ilkelerine bağlı Cumhuriyetçi gençler yetiştirdi. Yaşlılığın getirdiği zorluklar nedeniyle vefat etti” ğini belirttiği konuşmasında, babasının son bir aya kadar sağlık durumunu iyi olduğunu söylemiştir. Yaşı nedeniyle son zamanlarda kemik erimesi tedavisi de gördüğünü belirten Erçetin şunları ilave etmiştir. “Babam mükemmel bir Cumhuriyet çocuğuydu. Atatürk ilkelerine bağlı Cumhuriyetçi gençler yetiştirdi. Bu konuda çok özveriliydi. 1957 ile 1976 yılları arasında müzik öğretmenliği yaptı. Babam duyarlı bir insandı ve öyle yaşadı. Son zamanlarında dahi, siyaset, ekonomi ve güncel olayları takip ediyordu. Ben çok mutluyum, öyle bir babanın eğitiminden geçtiğim için. Sanıyorum Köy enstitülerinin son kalan birkaç neferinden biriydi.

Yolun ışıklarla dolsun, mekanın Cennet olsun kentimin vefakar, cefakar Cumhuriyet öğretmeni. Seni unutamayız .


İKİ ŞEHRİ BAĞLAYAN TARİHİ BİR CADDE TIRNOVA CADDESİ


 Ahmet Rodopman 

Ömrümün ilk 18 yılını geçirdiğim bu cadde hala sık sık rüyalarıma girmekte. Evimiz tam da Tırnova Caddesinin, Yanık Kışla Caddesi yol ağzında idi. Kadı Camii, Kadı Çeşmesi ve Ahmet Mithat İlkokulu karşısında yaşı tahminen 200-300 yıllık bir evde doğup büyümem beklide eskiye ve eski eserlere bu kadar hassasiyetimi de oluşturmuştur diye düşünüyorum. Çocukluğum Balkanlardan odun ve tomruk getiren kamyonları seyredip, gelip geçen insanlara pencerenin önün de oturup, öyküler yazarak, yakıştırarak  geçmişti. Biraz daha büyüyüp meraklarım artınca neden bu isim konulmuş diye sorduğum da, ‘’Bulgaristan’ da bir şehirmiş’’ yanıtını alırdım. Doğruydu. Ama bana yetmemişti hiç bir zaman. Bulgaristan’ ın neresinde, nasıl bir şehir, neden onca şehir varken bu şehir ismi verilmişti ? Sanırım  Kırklareli’ nin ilk ve en önemli caddesi olarak hizmet vermişti uzun süre. Hatta bir ara 1960 larda, transit turist yolu olarak düşünülüp, genişletilmeye çalışılmıştır. Yıllar boyunca aklımı kurcalayan bu sorulara yine en değerli arkadaşlarım olan kitaplarım yanıt verdiler. Edindiğim bilgiler bana göre ilginçti. Hele tarihsel ve toplumsal bağlantıları da kurunca daha bir anlamlı geldiler.

Biliyorum. Bazı arkadaşlarım yine uzun yazmışsın diye bana gönül koyacaklar. Ama nasıl kısa yazabilirim ki, biri 8.000, diğeri 5.000 yıllık bu iki şehrin hikayesini. Neresinden başlasam uzun olacak, ama neresini kısaltabileceğimi bende karar veremiyorum. Ancak okuyunca tamamını, sizlerde neymiş bu Tırnova. Neden şimdiye kadar öğrenmemişim diyeceksiniz.

Tırnova tek başına ne anlama geliyor bilemiyorum. Bulgarca da Tarnova olarak geçiyor. Yaklaşık günümüzden 5.000 yıl gerilere tarihlenen bu şehre, ne zaman ve ne için bu ad verildi bulamıyorum. Ancak, tarihsel bilgilerim ve duygusal bakışım sanki Tırnova’ nın çok eski Türk boyları yerleşimi olduğu hissini doğuruyor bende. Nerelerden geldikleri bilinmeyen Trak Boylarının mı, yoksa Karadeniz’ in kuzeyinden gelip Balkanlara sarkan eski Türk kavimlerinin bir yerleşkesi mi olduğunu bilemiyoruz. Ama isim olarak Türkçe ses uyumuna uygun bir söylenişi olduğu gibi, Türklerin yerleşim için seçtikleri diğer beldelerin özelliklerini de kapsıyor. Veya ben öyle düşünüyorum ki Istranca sıra dağlarının güneyine yerleşen Trak Boyları pek çok yere ulaşabildikleri gibi sıradağların kuzeyine de gidip Tırnova’ yı bir yerleşke olarak kurup orada yaşamış olabilirler.

Benim de küçükten beri ilgimi çeken yanları; Kırklareli’ nin coğrafi olarak kuzey doğusunda kalan Tırnavo’ nun özellikleri Kırklareli’ ye çok benzediği için sanıyorum. İki şehirde iki tepe üzerine kurulmuş ve ortalarından birer su yolu geçmekte ve bu suyolunun kenarında uzanan tarihi yolla birbirine bağlanıyorlar.

Nasıl ki Kırklareli Kırklar Tepesi ile, Yayla tepesi ve aralarından akan Bağlıca Deresi ile ilk insanların beğenerek yerleştikleri bir yerse, Tırnavo şehri de Tsarevets ve Trapezitsa tepeleri ile bu tepelerin arasından akan Yantra Nehri’ nin oluşturduğu bir başka yerleşim yeri. Resimlerine bakınca da bu benzerlikler açıkça görülüyorlar. Hele beni en şaşırtan benzerliklerinin başında; Kırklareli’ de Kırk Şehitler Tepesi olduğu gibi, Kırk Şehitler Camii olması ve bununla ilgili onlarca menkıbe ve efsane yazılmasının yanı sıra, Tırnova’ da ise, Kırk Şehitler Kilisesi’ nin bulunması oldu.

Tırnova Caddesinde Kırklareli Merkezinden başlayarak Tırnova şehrine yapacağımız yolculuğumuza çıkmadan önce Tırnova ile ilgili bazı bilgilerimizi tekrar gözden geçirmemiz iyi olur sanırım.. Şöyle tarihin derinliklerine doğru giderek şehri biraz tanımaya çalışalım diye düşünüyorum.

Tırnova’ da yapılan arkeolojik kazılar bu bölgenin M.Ö 3.000 yıllarından başlayarak sürekli bir yerleşim alanı olduğunu bize belirtiyor. Şehirde bulunan eski paralardan bu topraklarda kimlerin yaşadığını anlıyoruz da, kimlerin kurduğuna dair pek ip ucuna rastlayamıyoruz. Roma Dönemi kalıntılarına yer yer rastlansa da, Tırnova’ da Kırklareli gibi istilacıların, göçmenlerin bir geçit yeri olduğu için yerleşik bir kültür bırakmamışlardır. Bir Roma kenti olarak uzun yıllar yaşayan Tırnova, Orta Çağ boyunca küçük fakat kanlı bir geçmişe sahip. II. Bulgar İmparatorluğunun merkezi durumunda olmuş, doğal savunma olanakları nedeniyle pek çok savaşlardan uzak kalmıştır.

Tırnova ilk kez Yıldırım Beyazıt zamanında veziri azam Candarlı Ali Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılmış, ancak kısa bir süre sonra Çar Şişman Ivan’ a anlaşma gereği geri verilmiştir. 1393 yılında bizzat Yıldırım Beyazıt’ ın kuşatması sureti ile ikinci kez alınmış ve 485 yıl Osmanlı İmparatorluğunun kuzey Balkanlar’daki önemli bir yol kavşağı ve şehri olarak kalmıştır. 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus savaşından sonra kurulan Bulgar Krallığına bırakılmıştır.

Osmanlı’ nın hakimiyeti altında geçen bu 500 yıla yakın süreçte Tırnova en görkemli günlerini geçirmiştir. Merkezi konumda olması nedeniyle ticareti gelişmiş, Macaristan’ dan, İtalya’ dan tüccarlar gelip yerleşerek, çok değişik ürünlerin toplanıp dağıtıldığı işlek bir Pazar haline gelmiştir. Bu yıllarda güneye ve kuzeye ulaşan yolların da kavşak noktalarında olmaları nedeni ile Kırklareli’ de büyük bir atılım yaparak ticaret yolları ile ilgili olarak gelişme kaydetmiştir. Kırklareli’ de de Rum ve Yahudi tüccarlar gerek bölgenin tarım ürünlerini pazarlama, gerekse İstanbul ve Edirne’ den gelen yabancı malların Tırnova pazarlarında satışı ile oldukça büyük birikimler sağlamışlardır. Benzerliklerinden ikisi de aynı yıllarda Kırklareli ve Tırnova’ da ipek böceği yetiştiriciliği ile ipek ve bağların kurulması ile üzümcülüğün ve şarapçılığın geliştiğini görüyoruz. Hatta 1890 larda Şark Demiryolları şirketince Kırklareli’ den Tırnavo’ ya uzanacak demir yolu bağlantısı bile düşünülmüş ancak Balkan Savaşlarının çıkması nedeniyle yapılamamıştır.

Tırnavo’ nun bir tiaret merkezi olarak ilerlemesi ile nüfusu bir hayli artmıştır. Osmanlı’ nın yıllık defter kayıtlarına göre 1600 lü yıllarda toplam nüfus 10.000 civarında iken 1850 li yıllara gelindiğinde 15.000 i geçtiğini düşünürsek, Kırklareli’ nin nüfusundan her zaman iki, üç kat fazla olduğunu anlayabiliriz. Genellikle bu nüfusun % 45 i Müslüman olmasının yanında diğer bölümünü Bulgarlar, Rumlar ve Yahudiler oluşturmaktadır.

Dengeler, zenginlikler ve güzel günler bu şekilde sürerken hiç yoktan çıkan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı her şeyi altüst ettiği gibi Tırnova’ yı ve bağlı olarak da Kırklareli’ yi tarumar etmiştir. Bir yıl süren ve önce Ayastefenos ardından Berlin Antlaşmaları ile Tırnova tamamen elden çıkmıştır. Kırklareli’ nin de Tırnova ile olan tüm ticari ilişkilerinin sona ermesi ile her iki şehirde büyük bir nüfus ve varlık eksilmesine uğramıştır. Bu durumu her iki şehirde zenginliğin göstergesi olan büyük ve güçlü yapılar azalırken, başlayan Balkan göçleri ile de Müslüman nüfus, dini yapı ve gelenekler yok olmaya başlamıştır. 1878 yılında yapılan Berlin Anlaşması sırasında Tırnova’ nın toplam nüfusu 11.314 kişi olmasına karşın Müslüman sayısı 688 e inmiştir.

Savaş sonrası kurulan Bulgaristan Presliğinin ilk başkenti ve oluşturulan Bulgaristan Meçlisinin ilk kurulduğu yer olmasının yanında, ilk Bulgaristan Anayasası olan Tırnova Anayasası da burada yapılmış ve uygulamaya sunulmuştur. İlerleyen yıllarda Bulgaristan’ ın şekillenmesine bağlı olarak başkent Sofya’ ya taşınmış, Tırnova ise turizm, el işleri ve sanayi ürünleri imalatı konusunda önemli yol kat etmiştir. Ancak bu yıllarda gösterdiği gelişmelerden ne yazık ki Kırklareli’ nin payına bir şey düşmemiştir. Hatta Dereköy sınır kapısı bile 1970 ler gibi son zamanlarda açılabilmiştir. Geçmişteki o güzel ve bereketli yıllardan geriye hala en eski ve anlamlı olan Tırnavo Caddemiz kalmıştır.

Tırnova Caddesinin Kırklareli’ de kalan başlangıcı 1915 yılında efsane belediye başkanımız olan Muhittin Özenbaş’ ın büyük gayreti ile Avusturyalı bir mimara modern şehircilik anlayışına göre çizdirdiği plan gereği, Büyük Cami ve Arastanın bulunduğu Cumhuriyet Meydanından başlamaktadır. Bu planda, Cumhuriyet Meydanından başlayıp güneş ışınları gibi yayılan 7-8 cadde daha oluşturulmuştur. Halen de bu düzen varlığını zor da olsa korumaktadır. Tırnova Caddesinin başlangıcı bugün Yapı ve Kredi Bankasının karşısındaki Şevket Dingiloğlu Parkının köşesinde yer alıp geriye doğru büyük bir alanı içine alan Trakya’ nın meşhur Macaraki ailesine ait olan büyük Menzil Hanından başlamaktadır. Bu han Kırklareli’ den Bulgaristan, Romanya, Eflak, Boğdan, Moldava, Basarabya, Ukrayna’ ya varıncaya dek kullanılan yolun en büyük hanı olmasına karşın, bu yolun işlevsiz kalması ile çalışamayınca belediye tarafından istimlak edilmiştir.

Sağa ve kuzeye doğru bir kavis yapıp solunda Gümrük Hanı(sonradan İnci sineması olmuştur, şimdide yerine iş hanı yapılmıştır), solunda Kadı Camii, karşısında Kadı Çeşmeyi geçip yokuş yukarıya Ahmet Mithat İlk Öğretim Okulunun önünden devam etmektedir. Gerdanlı Çeşmesinin tadına doyulmaz suları içilip kente veda edilince ve Istranca Tepelerinin kıvrılarak yükselen yolunda gidilmeye başlanır. Eskiden tamamen bağlık ve ormanlık olan bu alan ne yazık ki bilinçsiz tarım ve ağaç kesimi nedeni ile şehrimizde oldukça uzaklara gitmiştir. Yolun sağ tarafında kentimizin korunması için 1877 yıllarından önce yapımına başlanıp, savaşların ilginç gelişmeleri nedeniyle hiç kullanılamadan harabe haline gelmiş Seyfioğlu Tabyalarını geçip, şimdi baraj gölü altında kalan çocukluğumuzun meşhur Çağlayan’ ının köprüsünden geçtiğimizde artık kendimizi ormanın içlerinde hissedebiliriz. Kuruköy , Dereköy geçildikten sonra ulu orman ağaçlarının bir tünel haline getirdiği yoldan sınır kapısına varılmak için 55 kilometre gibi bir yolu geçmeniz gerekiyor. Dereköy sınır kapısından çıkılması ile Tırnavo Caddesinini Türkiye topraklarındaki seyrimiz bitmiş oluyor. Bundan sonra bir kaç daha kısa yol olmasına karşın en rahat gidiş 307 kilometre kadar tutan Burgaz üzerinden Tırnova(yeni ismi ile Veliko Tırnavo ‘’Büyük Tırnavo’’) ya varılmış olunuyor.

İşte kentimizin Tırnavo Caddesi’ nin öyküsü. Hala ismini, tarihini, tozunu, buzunu merak edenler varsa, 350 kilometre kadar yol gidip gördüklerini bizlerle paylaşırlarsa sevinirim.

*Birinci resim, Felix Kanitz in 1870 li yıllarda yaptığı Tırnavo resmi. İki tepe ve nehir. Sonuncu resim Kırklareli' den çıkış Gerdanlı Çeşmesi

Diğer resimler Tırnavo’ nun değişik yerlerinden görüntüler ve Kırk Şehitler Klisesi.



ÖLÜMÜNÜN 40. YILINDA AŞIK ALİ TAMBURACI


 Ahmet Rodopman 

Kırklareli’ de Halk Müziğinin geçmişi oldukça eski, uygulamaları bir hayli geniş olmasına karşın halk müziği sanatçılarımızı ne yazık ki tanıtıp, günümüze kadar getirememişiz. Hatta kırsal kesimimizde ismi unutulan saz ve söz sanatçılarımızı yok saymamız nedeniyle toplu bir arşiv dahi elimize ulaşamamıştır.

Özellikle yaşı 60 ı geçen arkadaşlarımızı çok daha iyi hatırlayabilecekleri bu konuda iki üstadımız vardır ki bir birinden değerli. Bunlardan ilki Vahit Lütfü Salcı ise, İkincisi Tamburacı Aşık Ali Tamburacı’ dır diyebiliriz.

Vahit Lütfü Salcı yaşı ve ilgilendiği konuların değişikliği nedeni ile çok daha tanınır olmuşsa da ondan 16 küçük olan Aşık Ali Tamburacı’  nın hem hocası olmuş hem de birlikte çalışarak pek çok eserin yaratıcılığını yapmışlardır.

1982 yılında Kırklareli’  de hakkın rahmetine kavuşan ustamız, öz be öz Kırklareli ‘li olup 1889 yılında bu topraklarda gözlerini açmıştır. 83 yaşına değin de sevgili Kırklareli’ mizde yaşamış, onun bağrından ezgiler derlemiş ve söylemiştir. Bu yıl 40. Ölüm yılı olan aşık Ali Tamburacı’ yı Kırklareli’ de unutulmaya terk edilmeden analım, hatırlatayım dedim. Derlediği eserden söz edelim ki, radyoda, yolda, düğünde, dernekte bu eserler kulağınıza geldiğinde değerli hemşerimiz Aşık Ali Tamburacı’ yı da anmış olabilelim. Ben Rahmetli aşık ali Tamburacı’ yı 1979-1980 yıllarında Kırklareli’ de değerli kayınpederim Necdet Günay’ ın terzi dükkanında tanımıştım. Bir hayli yaşlılık günlerinde olmasına karşın hala elinde sazı, dilinde türküleri çalıp, söylüyordu. Özellikle ramazan ayında geceleri dükkana gelip etrafı şenlendirirmiştir. Şimdi, o kadar yakınında iken neden söylediklerini kaleme kağıda ve de kayda geçirmediğim için dertlenip duruyorum. Sözlü tarih çalışmalarının ve Halk Bilimi ile ilgilenenler için önemli bir kaynak olabilirdi diye düşünüyorum.

Yine bir çok değerimizden daha şanslı diyebilirim Aşık Ali Tamburacı için. Çok az sanatçımıza nasip olan broş bir heykeli Fahri Kasapoğku caddesindeki bir kavşakta bizlere kendini hatırlatıyor. Sevindirici bir kararla Kırklareli Belediyesi, Karaca ibrahim Mahallesinde de bir sokağa Aşık Ali Tamburacı ismini vererek değerli halk ozanımızı onore etmiştir.

1899 yılında Kırklareli’ de doğan sanatçımızın sazdan daha kısa saplı halk müziği çalgısını kullanmaya ne zaman başladığını bilemiyoruz. Ancak onun 7 yaşında, şimdi restorasyonu yapılmakta olan Koca Hıdır İlkokuluna başlayıp 5 yıl sonra bitirip İdadi’ ye başladığını biliyoruz. Tamda o yıllarda patlak veren Balkan Savaşı sırasında Kırklareli’ nin düşman işgaline girmesi nedeniyle halkın boşaltıp kaçtığı günlerde, ailesi ile birlikte İstanbul’ a sığınmışlardır. Çocuk denilecek yaşta savaş, göç, ve yaşam sıkıntılarını yoğun olarak yaşaması belki de onun halkına ve sanata duyarlılığını beraberinde getirmiştir diye düşünüyoruz. Balkan Savaşları’ nın bitiminden sonra ailenin İstanbul’ dan tekrar Kırklareli’  ye döndüklerini biliyoruz. Ancak okulunu bitirip bitirmediği konusunda bir bilgiye sahip değiliz.

Ama daha bu yıllarda müziğe karşı ilgisinin arttığını gören ailesi, o günlerde Kırklareli’ de en meşhur söz ve saz üstadı olan Rum Niko Tavradis’ ten müzik dersleri aldırmaya başlamıştır. Bu müzik alt yapısı nedeniyle rahat bir askerlik yapmıştır. Taburun borazancıbaşısı olarak askerliğini sürdürürken bir yandan da aldığı flüt dersleri ile müzik bilgisini arttırmıştır.

Askerlik bitiminden sonra Kırklareli’ ye dönen Aşık Ali Tamburacı  kime aşık olduğunu, niçin Aşık ön adını kullandığını tam olarak bilemiyoruz. Ancak sazın kısa kollusu olan Tambura’ yı çok iyi çaldığı için bu ismi aldığını ve severek kullandığını biliyoruz.

Baba ocağı Kırklareli’ ye ilk geldiğinde Gençler Birliği Bandosuna giren Aşık Ali Tamburacı burada Halk edebiyatı araştırıcısı Vahit Lütfü Salcı ile tanıştı ve ‘’Kırklareli halk Musikisi Cemiyeti’ ni kurdu. Derneğin bandosunda kornet çalmıştır. Bu dönemde Kepirtepe ve Arifiye Köy Enstitüleri ile Çayırova Teknik Bahçıvanlık Okulu’ nda saz öğretmenliği yapmıştır. O yıllarda yeni bir yapılanmaya giren İstanbul Konservatuvar’ ında açılan sanatçı sınavını kazanarak, uzun yıllar radyoda saz çalıp, Tuna Türküleri söylemiştir. En beğenilen, ve yaygın olarak söylenip çalınan türkülerini bu dönemde derlemiş ve tanıtmıştır. 1947 yılında Muzaffer Sarısözen ve Halil Bedii Yönetken ile birlikte yurt çapında yapılan derleme çalışmalarına katılmıştır.

Kırklareli’ de Devlet Memurluğu bünyesinde olması için Bayındırlık müdürlüğünde ve İl idaresi yazı işlerinde çalışmış, kırsal kesimi adım adım gezerek türkü, mani, özdeyiş ve söylenceler toplamıştır. 10 Ocak 1982 yılında Kırklareli’ de hayata gözlerini yumarken arkasında yüz yıllarca söylenecek türkü demetleri bırakmıştır. Ruhu şad olsun.


Aşık Ali Tamburacı’ nın eserlerinden seçmeler.

KIRMIZI GÜLÜN ALI VAR

Kırmızı gülün alı var (aman aman)

 Her gün ağlasam da yeri var

 Bugün benim efkarım var (aman aman)

 Ah bu gönül arzuler seni seni yar seni

 

 Kırmızı gülü budarlar (aman aman)

 Altına meclis kurarlar

 Güzeli candan severler (aman aman)

 Ah bu gönül arzuler seni seni yar seni

 

 Kırmızı gülün pürçeği (aman aman)

 Yar önünde oynar köçeği

 Neyleyim yarsız döşeği (aman aman)

 Ah bu gönül arzuler seni seni yar seni

...................................................

BAHÇELERDE BİBERİYE (MAKİDONLU)

Bahçelerde biberiye

 Şişe dolu amberiye

 Sen benimsin gel beriye

 

 (Bağlantı)

 Aman aman aman balabancı

 Sol yanımda vardır sancı

 Aman Makidonlu Makidonlu

 Güzellerin içinde pek şanlı

 

 Bahçelerde olur marul

Sular akar harıl harıl

 İnce belden sıkı sarıl

 

 Bağlantı

 

 Bahçelerde olur haşhaş

 Rakı içtim oldum sarhoş

 Ela gözler olur bir hoş

.......................................

TABAKAMDA TÜTÜN YOK

Tabakamda tütün yok (Hanım Ayşem)

 Akıl başta tütün yok

 Dolaştım Şam'ı şarkı (Hanım Ayşem)

 Senden sıtkı bütün yok

 

 Kahve Yemen'den gelir (Hanım Ayşem)

 Bülbül çemenden gelir

 Ak topuk beyaz gerdan (Hanım Ayşem)

 Hergün yabandan gelir

 

 Kahve Yemen'siz olmaz (Hanım Ayşem)

 Bülbül çemensiz olmaz

 Yari çirkin olanın (Hanım Ayşem)

 Başı dumansız olmaz

.................................................

YÜCE DAĞ BAŞINDA KERVANIN UCU

Yüce dağ başında da hey aman aman kervanın ucu

 Gelenden geçenden de hey aman aman alırlar bacı

 Gurbet elde kalmışam hey aman yok kardaş bacı

 Ak gül konçesini de hey aman aman yarime takın

 

 Yüce dağ başında da hey aman aman kandiller yanar

 Kandilin şavkına da hey aman aman gelinler oynar

 Herkes sevdiğine de hey aman aman böyle mi yanar

 Ak gül konçesini de hey aman aman yarime takın

AŞIK ALİ TAMBURACI


YEREL TARİH ÇALIŞMALARINA GÜZEL BİR ÖRNEK


 

Ahmet Rodopman

İki gün önce elime geçen kitabı iki gece de okudum. Ama aklım ‘’DOĞU RODOPLAR’ DA BİR KÖY :TAŞLI’’ adlı kitapta kaldı. Dönüp dönüp bakıyorum altını çizdiğim sayfalarına. İsterseniz sizlerle birlikte de bir dolaşalım satır aralarında.

Kitabını ‘’İnsanların Sığmadığı Dünyada. Hazin Bir Balkan Hikayesi ’’ cümlesi ile tanıtan Emekli Öğretmen Raif Güven, bence hikayeden çok fazla yaşamsal ve tarihsel betimlemelerle bir yazım örneği vermiş. Sayfaları okuyanı alıp sanki yüzlerce yıl gerilere götürüyor, bilgi ile yoğuruyor, Balkan coğrafyasını belletirken, doğa panoramasının içindeki insan gerçeğiyle karşılaştırıyor.

Eseri öylesine güzel ve doyurucu ve benzersiz olmasına karşın kendisini, öğretmenlere has bir mütevazılıkla tanımlayıp, beni en çok kendine çeken şu cümlelerle sözlerine devam ediyor.

<<Bu bir roman değildir. Burada Taşlı Köyü ve etraf köylerin bir zamanlar yaşamını, örf ve adetlerini, toplumsal olayları ve oluşumları, değişimleri, kültürünü gelecek nesillere aktarabilme çabasıdır. Aynı zamanda bu bir kültür kitabıdır. Doğu Rodoplar’ ın bir köyü olan Taşlı’ da ve etrafında hayatın öz verisini, yaşamın kalp atışlarını yalın bir dille, elimden geldiği kadarıyla Sizlere aktarmaya çalıştım. Bunu yaparken de Evrensel ve Ulusal tarihi olayların Köyümüz ve bölgemiz üzerindeki etkilerini göz önünde tutarak yapmaya çalıştım. Gerekli bulduğum yerlerde bazı alıntılar yaptım. Bunları da son sayfadaki “Kaynaklar” başlığında belirttim.

Hayatım boyunca çok kitaplar okudum ama hiçbir zaman kitap yazmayı düşünmedim bile. Bir gün baktım ki yaşım ilerliyor, nasıl olsa bir gün bu dünyadan göçüp gideceğim, “Niçin yaşadığım müd¬det zarfında etrafımda, köyümde ve memleketimde olan değişiklikleri, şahit olduğum olayları, bizzat yaşadığım hadiseleri birinci elden benden sonraki nesillere aktarmayayım’’ diye düşündüm. Bu konularda tecrübem yoktu. Daha önceden yazılmış, örnek alabileceğim bir cami günlükleri, okul günlükleri veya geçmişi anlatan özel kişi günlükleri gibi bir şeyler elimin altında yoktu. Etrafımda fikirlerimi paylaşabilecek, yazdıklarımı okuyacak, fikir soracak ve bana yön verebilecek kimsenin olmaması ve benim bu husustaki tecrübesizliğim beni çok zorladı. Bu kitap denemesinde okuyacaklarınızın tümü, benden önceki yaşlı kuşaklardan işittiklerim, kendi şahsi yaşadıklarımdan ve gördüklerimden, ibarettir. Bir belgesel asla değildir ama tarihi özelliği vardır ve onun için bir tarih sayılabilir. Eksikleri ve yanlışları olabilir. Onun için her türlü eleştiri ve öneriye açığım.

Gelin siz de yardımcı olun da köylerimizin ve bölgemizin tarihini hep birlikte, beraber yazalım. Kimin doğru bildiği, duyduğu ne varsa anlatsın, gelecek nesillere dedelerinin, babalarının nasıl, hangi şartlarda hayatlarını yaşadıklarını eksiksiz olarak anlatalım, nerelerden niçin ve nasıl geldiklerini bilsinler. Ben bunları hayattayken kendi üstüme bir vazife bildim. Ben doğru diye bildiklerimi yazdım. Eminim daha yazılacak çok önemli şeyler vardır. Bunları da gelecekte memleketimizin güzel insanlarının yapacaklarına inanıyorum. Çünkü geçmişini bilmeyenin, geleceği de parlak olmaz>>

Raif Güven. 5 mart 2019 İstanbul.

Evet, değerli öğretmenimiz Raif Güven kitabının önsözünde söylemek istediğini yazmış. Ellerine sağlık. Bizlerde 2 seneden fazla bir zamandan beri Kırklareli Yerel Tarihi bölümümüzde hep anlatmak istediğimiz, kısmen yazıp, üstüne basa basa söylediğimiz yerel tarih çalışmalarında aranan işte bu ve buna benzer anılar, söylenceler, yaşananların aktarılması. Kısaca eli kalem tutup, okur yazar olan herkesin hatırladıkları, köyüne, kentine, çevresindeki insanlara dair aklına gelenler. İşte bütün bunlar gelecek kuşaklar için önemli unsurlar. Bun yazılanlar bizler, yaşayanlar için belki pek önemsenmeye bilirler. Ancak ait olduğumuz 60-70 yaş kuşağı hızla azalıyor. Veya yaşlılık nedeni ile yazmaktan, konuşmaktan dahi yoksun kalabiliyor. Zaten kentimizde çok geç kalınmış olan bu yerel tarih belgeleri, kısa bir süre sonra istense de elde edilemeyecekler.

Bu gerçeği hatırlayarak sizlerde bir defter alıp yazmanız, veya çocuğunuza, torununuza yazdırmanız bile gelecek kuşaklar için biriktirip bırakacağınız üç, beş kuruştan daha değerli olabilir. Dedemin yaşadıkları, yazdıkları, anneannemin veya babaannemin söyledikleri, anlattıkları diye torunlarınıza paha biçilmez birer hediye bırakmış, unutulmamamızı bir ölçüde sağlamış oluruz.

Özellikle Balkanlar’ dan göçüp, Kırklareli’ ye yerleşmiş ailelerin fertlerinin ön sözünü aktardığım bu kitabı okumalarını öneririm. Bırakılan o yerlerdeki yaşantıları, zorunlu göçlerin insan ruhunda açtığı onulmaz yaraları, doğup, büyüdüğü topraklardan koparılan insanların yeni geldikleri yerlerinde hayatta kalabilmek için nasıl bir mücadele verdiklerini bir kez daha hatırlamış olacağız böylece. Göçmenliğin ne zor bir yaşam olduğunu, birinci, ikinci hatta üçüncü kuşak bile olsanız yine damarlarınızda yudum yudum hissedildiğini duyumsayacaksınız. Her güçlüğe karşı insanlık onurunu yitirmeden var olmanın sevinci ile çok şeylerin başarılabileceğini bir kez daha görecek, mutlu olacaksınız. Umarım sizler de beğenirsiniz.


8 Haziran 2022 Çarşamba

KIRKLARELİ’ NİN ATATÜRK HEYKELLERİNİN VE MASKININ ÖYKÜSÜ


 Ahmet Rodopman 

Kentlerin de bir duruşu, ruhu, geçmişleri ve gelecekleri vardır  denilir. Ne kadar doğrudur bilemeyiz ancak Kırklareli’ mizde  Mustafa Kemal Atatürk’ e duyulan sevgi, saygı ve minnettarlığın en üst düzeyde olmasının tarihsel olduğu kadar, coğrafi, sosyolojik her şeyden önce de duygusal bir özdeşliği vardır. Pek çoğumuzda Atatürk ismini duyunca, farklı bir kalp atışı, kan dolaşımı ve sevgi duygusu oluşur. O içimizden biridir, Yunanistan’ dan gelen komşumuz, Yugoslavya’dan, Bulgaristan’ dan gelen arkadaşımızdır sanki.Onun için hiç ölmez içimizdeki sevgisi. Yıllardan beri de bu böyledir. Hep gözümüzle görmek, yüreğimizde hissetmek isteriz  Atamızı. Bunun içinde ilk yıllarda heykellerini yaptırıp, göz bebeğimiz gibi sakınmışızdır yıllardan beri.

Bu girişten sonra gelelim Atatürk Heykellerimize. Yıl 1928 dir. Bir kişi vardır. Sanki dünyaya heykeltıraş olmak için gelmiş. Bunu da küçük denilebilecek yaşlarında hissetmiş bir yiğit kişi çıkıyor  karşımıza. Tüm yaşam mücadelesini de sanki Atatürk heykelleri yapmak için vermiş gibi geliyor bana. Okuyunca sizlerde ayni duyguyu duyabilecek misiniz acaba? Ahmet Kenan1904 yılında İstanbul’ da doğmuştur. Babası eski Bağdat valilerinden Mehmet Ali Bey dir. İlk öğrenimini bitirdikten sonra İstanbul Sultanisine giren Ahmet Kenan, 7. Sınıftan ayrılarak Sanayi Nefise Mektebine  geçiyor. Geleceğin büyük heykeltıraşının  kaderi böylece şekillenmiş oluyor. Sonradan ismi Güzel Sanatlar Akademisi olan yeni okulunda bir yıl okuduktan sonra o yıllarda Türkiye’ de daha henüz pek bilinmeyen Heykel sanatına duyduğu ilgi nedeni ile okulunu  bırakıp, kendi imkanları ile Almanya’ ya giderken görüyoruz kendisini. Münih’ de değişik atölyelerde, farklı heykelcilik tekniklerini öğrendikten sonra İstanbul’ a dönen sanatçımız  bir süre öğretmenlik yapıyor. Bu arada Feriha Hanım ile evlenmiş ve heykelcilik konusunda adını duyurmaya başlamıştır. İlk heykeli Galata yolcu Salonu girişine konulan Ahmet Kenan’ ın ismi, Atatürk’ ün anıt büstünü yapan, 1927 yılında Atatürk’ e poz verdirten  ilk Türk heykelci olması nedeniyle tanındı..  Artık Atatürk heykellerini, büst ve masklarını en iyi ve gerçeğe en yakın yapabilen bir usta sanatçı olarak 1929 yılında İsmet İnönü’ nün girişimleri ile ilk defa üç ayrı şehre Atatürk Heykelleri yapılması kararlaştırıldı. Bu iller içinde Kırklareli’ mizin de bulunması kentimizde büyük bir heyecanla karşılanmıştır. Böylece, 1929 yılında Amasya ve Tekirdağ ile 30 Mayıs 1930 da da Kırklareli’ mize getirilip Şevket Dingiloğlu parkının girişine konulmuştur. Böylece Kırklareli, Türkiye’ de  Atatürk heykeline sahip olan ilk üç şehirden bir olma şerefi ile tarihe geçmiştir. Heykelin açılışına yoğun işleri nedeni ile gelemeyen Ulu Önder Mustafa Kemal çektiği bir telgrafla Kırklareli halkına şöyle sesleniyordu. ‘’Heykelimizin yerine konulup açılması sureti ile hakkımda gösterilen  samimi muhabbet ve kadirşinaslıktan çok duygulandım. Teşekkür ve muhabbetlerimin muhterem halka duyurulmasını rica ederim.’’

Kırklareli’ ye bu Atatürk Heykelini yapan Heykeltıraş Ahmet Kenan Bey, bundan sonra da pek çok yere Atatürk Heykelleri yapmış, bu başarılı çalışmaları sonucunda Atatürk tarafından kendisine mesleğine  uygun olarak Yontunç soy adı verilmiştir. Bizler de kentimize böyle güzel ve anlamlı bir eseri kazandıran Merhum  Kenan Yontuç rahmetler diler ve minnettarlıklarımızı sunarız. Yazımızı biraz uzatsa da Atatürk ve Kenan Yontuç ile ilgili pek bilinmeyen bir gerçeği de aktarmak ile anılarını yaşattığımızı düşünmekteyiz.

Çocukluğumuzda her bayram çelenk koyduğumuz, 10 Kasım’ larda üşüyüp hasta olmak pahasına da olsa gece yarılarına kadar nöbet tutup meşale yaktığımız Atamızın bu ilk heykelinin hepimizde unutulmayan anıları vardır. Çok daha büyük boyutlarda heykelleri gördükten veya bizlerin çocukluk boyları uzadıktan sonra bizim tarihi heykelimiz küçük gibi görünse de, anlamı ve mermere yazılmış ve bizlerin ruhuna işlemiş olan Atamızın Türk Gençliğine Hitabesi nedeniyle gözümüzde ve gönlümüzde hep en büyük olarak kalacaktır. Pek çoğumuz onun ilkelerine sarılarak bu yaşam yokuşunda başarı ile yükseldiysek sanırım birer mermer parçasından çok daha kutsal anısı, öğretisi ve emaneti olan Türkiye Cumhuriyetine sarsılmaz inancımızdan ve tarihi Atatürk Heykelinin önünde verdiğimiz insanlık  ve namus sözümüzden kaynaklanmıştır.

Aradan 30 yıl geçip Kırklareli’ nin hem nüfus hem yerleşim yeri olarak büyümesi ile yeni bir toplanma meydanı ve yeni bir Atatürk Heykeli yapılma gereksinimi duyulmuştur. Bu yeni girişim o zaman Kırklareli Vergi Dairesi Müdürü olan, sonra belediye seçimlerinde Başkanlık koltuğuna oturan başkan Mehmet Akyürek tarafından başlatılmıştır. Oluşturulan ‘’Kırklareli Atatürk Heykelini Yaptırma Derneği’’ ile çalışmalara başlanmıştır. Heykelin şekli, konumu,Atatürk’ ün duruşu gibi ana noktalarda anlaşıldıktan sonra yapımına geçilmiştir. Kırklareli halkının bu güzel eserin bir an evvel yapılıp yerine konması için maddi, manevi yaptığı yardımlar ve kurumların büyük uğraşlar sonucunda Atatürk heykelleri ile ismini duyuran Heykeltıraş Rahmi Ertemiz tarafından tasarlanıp yapılmıştır.

Heykelin kompleksinde;Mustafa Kemal Atatürk’ ü askeri kıyafeti ile bir dünya kaidesi üzerinde şaha kalkmış bir atın üzerinde görmekteyiz. Bir süre heykelin kalkan elinin neresini gösterdiği tartışılsa da Kırklareli’ halkı bu yeni heykeli de çok sevmiş, Atamızın emaneti olarak bilip bağrına basmıştır. Arkasında kafeterya ve çay bahçesi olan heykel her dönem Kırklareli’ nin buluşma yeri olarak önemini korumuştur.Orijinal alçı modeli 1 yıl, dökülmüş metal hali 1.5 yıl süren hayli yoğun bir uğraş ile ancak 10 yılda bitirilebilmiş, bu arada derneğin başına şehrimizin saygın isimlerinden olan Necmettin Efe getirilmiştir. Kendisinin üstün gayret ve uğraşları sonucunda ancak 28 Ekim 1971 yılında bitirilerek yerine yerleştirilebilmiştir. Sonra çevre düzenlemeleri ile bu günkü halini alan şehrimizin  çüç kaynağı Atatürk heykellerimiz iki adet olmuştur.1971 yılı fiyatları ile 110.000 Türk lirasına mal olan değerli heykelimiz tunçtan yapılmış olup, 4.05 metre yüksekliği ile en yüksek Atatürk heykellerinden biri olarak bilinip metal ağırlığı olarak 3.5 top gelmektedir. Atamızın değişmez bir dünya lideri olduğunun göstergesi olan dünya üzerinde Atatürk figürü Atamıza olan sevgimizle bütünleşince şehrimizin vazgeçilmez bir parçası olmuştur.

Gelelim pek bilinmeyen Atatürk’ ün maskı olayına. A.Kenan Yontunç ile Atatürk’ ün sanata değgin arkadaşlıkları devam ederken mesleğinde gösterdiği üstün başarıları nedeni ile Yontunç Güzel Sanatlar Akademisine eğitmen kadrosuna atanmış 1969 yılına kadar akademik görevlerini sürdürüp emekli olmuştur. Atatürk’ ün sağlığında kendi isteği ile yüzünün kalıbının çıkarılmasına A.Kenan Yontuç görevlendirilmiştir. Hastalığının bir hayli ilerlediği günlerde Yontunç Atamızın ölümünün gerçekleşmesinin hemen ardından  maskın model,ini alacağı için bütün hazırlıklarını yapmıştır. Ve 10 Kasım 1938 günü gelmiş. bütün Dolmabahçe Atasının ölüm haberi ile yasa boğulurken saat 10.00 civarında hazırlamış olduğu bütün malzemelerle odaya gelen A. Kenan Yontuç  hoca işleme başlaması ile heyecanının doruğa çıkması sonucunda düşüp bayılmıştır. Bir yanda hekimler Yontuç’ u ayıltmaya ve işlemin yapılmasına uğraşırken Mask alma işleminin gecikmemesi için Hıfzıssıhha Müdürü Hikmet Beyin bu içi yapması kararlaştırılmış ve Hikmet Bey Mask alma işlemini tamamlamıştır. Bazı resimlerde görülen sevgili Atamızın ölümünden sonra alınan ilk ve tek maskıdır. Maskın Askeri müzede bulunduğu belirtilmektedir. 

Böylece heykellerimizin öykülerini genişçe bir şekilde öğrenmiş olmaktayız. Sanırım bundan sonra bu heykellerin yanından geçerken geçmişleri, anlamları ve önemleri konusunda daha farklı düşünülecektir.


KIRKLARELİ PARKI, TARİHİ, BU GÜNKÜ HALİ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


 Ahmet Rodopman 

Kırklareli’ ye Ramazan Bayramı için geldiğimde güzel anılar, sohbetler ve edindiğim yeni bilgilerle dönmenin sevinci yaşarken bazı noktalarda duyduğum üzüntü ve hüznü de yazmadan edemeyeceğim.

Bunlardan en önemlisi de şehrin ilk kurulduğundan beri merkezinde yer alan Şevket Dingiloğlu Parkı idi. Kırklareli’ de doğup büyüyen, gelip geçen, yerleşip yaşayan hemen hemen herkesin göz ve beyin hafızasında o meşhur çınar ağacı, Atatürk Heykeli, havuzu ve kenarlarındaki ağaçların altındaki masalarda içilen gazozu, çayı, kahveyi, her şeyden önemlisi de yapılan sohbetleri unutulur mu? Unutulmaz elbette. Ama 50 yıl önce bıraktığım kentimde özlemle dolaşırken ne yazık ki o eski parkı göremedim. Adeta bir harabe gibi, kaderine terk edilmiş, gözden çıkarılmış bir arsa haline gelmiş gibi geldi bana. Zaten bir tarafında Arasta(Bedesten) yangınından sonra işyerleri yanan esnafa geçici bir mekan olarak yapılan ahşap kulübeler ayrı bir görüntü kirliliği yaratırken, bakımsızlıktan içinden geçilmek bile istenmeyen hali içimi sızlattı. Oysa ne güzel çocukluk, iİlk gençlik anılarım vardı şimdi olmayan o masalarda ve sandalyelerde. Sevdiğim, kaybettiğim o yakınlarım gibi yoklardı artık parkta. Bir soluk alıp karnımızı doyurmak için Küçük Mustafa Köftecisinin üst katında oturup köftelerimizi yerken, uzaktan da olsa resimlerini çekmekle yetindim ne yazık ki.

Oysa Kırklareli tarihi demek belki de bir ölçüde Parkın tarihidir de demek gerekir. Kırklareli’ nin önce Bizanslılardan bir kaç yıl sonra 1368 yılında  Bulgarların işgalinden kurtarılıp alınmasından itibaren Kırklareli’ nin bir Osmanlı şehri olarak yapılaşmasında  merkezi ilk nokta olmuştur. Önünden geçen Bağlıca dere üzerinde yapılan tahta köprüleri  kentin iki yakasını birleştirmektedir.  İlerleyen yıllarda istimlak edilip yıkılan, hemen yanında eski çifte hamamlar ve karşılarında altta çeşmesi, üstünde kahvehanesi olan dinlencesi bulunmakta idi. Trakya’ da ilk yapılan camii ve külliyelerden olan Büyük cami, bedesten ve çifte Hamamlar ile klasik Osmanlı Balkan kenti görünümü alan bu yapılaşma, büyük bir şans, koruma ve öngörü ile bu güne kadar yok olmadan gelebilmiştir..Kırklareli Osmanlılar tarafından alınmasından  kısa bir süre sonra şu anda parkın Yapı ve Kredi Bankası tarafındaki bölümüne büyük bir Menzil Hanı Yapılmıştır. Bu han1800 lü yılların sonuna kadar çok iyi çalışmış bütün kuzeye giden yolcuların uzun süre kalabilecekleri önemli bir konaklama ve alış verş yapma ve ulaşım merkezi haline gelmiştir. Özellikle Menzil hanının önünde n geçen cadde  Bulgaristan’ ın Tırnavo kentine geçişi sağladığı için Tırnavo adını almış ve bu cadde üzerinde de Gümrük Hanı gibi irili ufaklı geçici han ve oteller yapılmıştır. Kırklareli’ yi en kestirme yoldan Tırnavo’ ya(Bulgaristan) oradan da Romanya, Macaristan, Moldavya, Ukrayna gibi kuzey ülkelerine gidiş ve gelişler için kullanılmaktadır. Zamanla atla, araba  ile, yayan veya kervanlarla yapılan bu yolculuklar azalmış, özellikle 1877-1878 yılı Osmanlı Rus savaşından(93 harbi)  sonra bu topraklar Osmanlının elinden çıktığı için ve Kırklareli Balkan Savaşları sonucunda artık son sınır şehri olarak kalınca, hanlar işlevlerini yitirmişlerdir. Gümrük Hanının Atlas , İnci Sinemasına dönüştüğü gibi, diğer hanlarla birlikte Menzil Hanı da işlevlerini yitirmişlerdir. Menzil Hanının özelliği sahipleri olan Macerakiler’ in Trakya’ da en sözü geçen, zengin kişilerin olması idi. Değişik yerleşim yerlerinde kuyumcu dükkanları ve diğer gelir getiren varidatları olup, Avusturya hükümetlerinin konsolos vekilliğini de yapmaktaydılar. Macarakilerin bir kısmı Lozan Barış Antlaşması öncesinde Kırklareliyei terk edip, Başlıca Yunanistan olmak üzere farklı ülkelere gitmişlerdir.Kalan diğerleri ise 1924 mübadelesi ile şehrimizden ayrılmışlardır. Ancak Yayla’ daki evlerinin ve yaşantılarının şatafatı uzun yıllar Kırklareli^’ de dilden dile dolaşmıştır. Bir başka yazımda Mararakilerin arabuluculuk yaptıkları Osmanlı’ daki ilk tren soygununu ayrıntıları ije anlatmıştım. İşte bu güçlü ve zengin aşlenin elinde bulunan Menzil Hanı ve etrafındaki bütün küçüklü, büyüklü ev ve işyerlerini bütün imkanlarını kullanarak istimlak etmeyi başaran ve bizlere şehrin tam ortasında olşdukça büyük bir alanı temizleyip bırakan bir kişi çıkıyor Kırklareli’ de karşımıza.

İşte, Balkan savaşlarının hemen ertesinde gerek ailesi, gerekse kendisi bile başlı başına bir kaç konuda anlatılacak olan o kişi Muhittin Bey. Ailesi Kırımdan gelen Trakya’nın en zengin ailelerinden Şair Mehmet Tevfik Bey Baba nın torunu, Şair Servet Bey Baba’ nın oğlu olan Muhittin Özenbaş 1915 yılında Kırklareli belediye başkanı oluyor. İyi yetişmiş, Mülkiyede okumuş olan Muhittin Özenbaş zorlu uğraşlar vererek uzun yıllar Kırklareli’ nin tek kullanılan meydanını oluşturuyor. İşte Cumhuriyet Meydanı ve Şehir Parkı olarak kullandığımız yerler kentimize o zaman kazandırılıyor. Geniş ufuklu bir aydın kişi olan Muhittin Bey o yıllarda İstanbul’ a gelen Avusturya’ lı mimara şehir planı yaptırmıştır. Aynı Avrupa şehirlerinde olduğu gibi ortada bir meydan, bu meydana açılan ve meydanın çevresinden belirli açılarla dağılarak şehrin sonuna kadar giden caddelerden oluşan modern bir şehir planı  oluşturmuştur. Dikkat edilirse, hala Cumhuriyet Meydanına  açılan 7-8 cadde  li bu sistem devam etmektedir. Ne yazık ki 100 yıl önce yapılabilmiş bu sistem, sonradan oluşan yeni Kırklareli’ de gerektiği gibi yürütülememiştir. Son zamanlar da ise artan taşıt trafiğinden değil taşıt, insanların bile yürüyemeyeceği bir karmaşaya neden olunmuştur. Adı geçen kişilerin Kırklareli Tarihinde hayli ilginç öyküleri olduğu için burada değil de bir başka bölümde anlatılacağından biz yine parkımıza dönelim.

Menzil Hanının oldukça büyük olan alanına ilave olarak arkada ki evler ve bahçelerde, Kocahıdır İlk Okuluna kadar istimlak edilip yıkılınca düzlenip, eğime uygun olarak taraçalar yapılıp çeşitli ağaçlar dikilmiştir. 1932 yılından başlayarak bu oldukça büyük alanın orta kısmına büyük uğraşlar verilerek çok güzel ve işlevsel bir Halk Evi inşa edilmeye başlanmış ve her yıl artan etkinlikleri ile bölge kültür, eğlence ve öğrenim alanı haline getirilmiştir. Halk Evinin arkasdında kalan büyük alan Kapalı bir konser ve tiyatro salonu olarak düşünülmüşse de yaklaşan II. Dünya Savaşının sıkıntıları nedeniyle vazgeçilmek zorunda kalınmıştır. Fotoğrafta  görülen genç Çınar Ağacı, şimdi yolun genişlemesiyle kenara kadar gelen tarihi Çınar ağacıdır. Hani bir dile gelse de anlatsa bize görüp, yaşadıklarını.

Parkımızın öyküsü henüz bitmedi. Ama, I.Dünya Savaşı bitti. Kırklareli bir beladan kurtulurken başka bir bela olan Mondros Mütarekesinden sonra, Osmanlı İmparatorluğunun dağılacağını anlayan bir avuç aydın yurtsever vatan savunması için çareler aramaya başlamışlardır. Muhittin Özenbaş da Trakya’da kurulmaya başlanan Müdafaa- i Milliye Cemiyetini’ nin ilk şubelerinden biri olarak, bir kaç arkadaşı ile birlikte Kırklareli’ de kurmuştur. Daha sonraları Trakya Paşaeli Müdafaii Hukuk Cemiyetlerine evrilecek olan bu direniş çalışmaları hızla yürürken, Yunan işgali başlamış, cemiyetin bir kaç gözü pek çalışanı ile birlikte Muhittin Bey,  İstanbul’ a  gitmiş ve gerek maddi, gerekse manevi olarak Anadolu’ da başlayan kurtuluş mücadelesine silah ve mühimmat sağlama uğraşını vermiştir. Ülkemizin bulutsu yılları olarak geçiştirdiğimiz bu yıllarda Muhittin Beyi kah İstanbul’ da Kuvva-i Milliyeci’ lerle kah İğne Adadan İnebolu’ya asker ve mühimmat sevk ederken görebiliyoruz. Ankara Hükümetinin Trakya şubesi gibi çalıştığı belirtiliyor. Bu arada, Şevket Dingiloğlu ve cemiyetin diğer üyeleri de bütün evrakları kaçırıp Dereköy üzerinden Bulgaristan’ a sığınarak işgal yılların boyunca cemiyetin faaliyetini sürdürmüşlerdir. İşgal süresince Istranca Ormanlarına çekilen direniş güçleri, yurt dışına çıkanlar ile Anadolu’ da kurtuluş için savaşanlar arasında iletişimi sağlamış ve Yunan kuvvetlerine  vur kaç şeklinde yaptıkları baskınlarla korku salmışlardır. Bu nedenle Yunan Kuvvetlerinin Anadolu’ ya geçip, Türk Birliklerine arkadan saldırma şanslarını kesmişlerdir.  Böylelikle zor yıllar atlatılmıştır. Mudanya Mütarekesi sonrasında , yurtlarını , evlerini terk edenler yavaş yavaş geriye dönmüşler, hayat kaldığı yerden devam etmeye başlamıştır. Tabii ki Yunan İşgali sırasında kimsenin parkı görecek hali kalmadığı için, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte devlet kurumları oluşturulmuş, belediye başkanlığına 1922-1930 yılları arasında Şevket Dingiloğlu getirilmiştir. İşgal süresince yanıp, yıkılan şehrin yeniden yapılanması sırasında da yollar, binalar yapılırken Kırklareli’nin uzun yıllar boyunca en geçerli sosyalleşme alanı olan parkımızda yapılmış, düzenlenmiş ve kullanıma açılmıştır. Yıllarca sonra da, yapılma aşamasında hayli emeği geçtiği için Şevket Dingiloğlu Parkı adı verilmiştir. Bu tarihi parkta 1920-1970 yılları arasında Kırklareli’ de yaşayanların çok fazla unutulmaz anıları vardır. İçimizde anımsayanlar olacaktır mutlaka. Kırklareli’ de oturup dinlenebilecek, tanıdığı kişilerle görüşülebilecek tek yer olarak bu şehir parkı vardı. Hele sıcak yaz gecelerinde adeta vazgeçilmezimizdi. Daha hava kararmadan çocuklar havuza yakın masaları kapmaya giderdik. Sonra anne ve babalar, konular, komşular gelirdi. Çaylar, gazozlar içilir. İsteyen yolun karşısındaki Cennet Pastanesinden tatlı veya dondurma alır yer, geleneksel ayçiçeği çıtlama gürültülerine sohbet sözcükleri karışır, Tarihi çınarın yanındaki  su havuzu veya arkasında ki kum havuzunda  çocuklar oyunlar oynar, tellere veya ağaç dallarına asılan renkli küçük elektrik ampullerinin aydınlattığı yerlerde genç kızlar ile genç erkekler birbirleri ile bakışır, bakışlarla anlaşırlarsa parkın daha tenha köşelerinde konuşurlardı. Hatta, ayaküstü yapılan bu bu konuşmalar kimi kez de yeni evlilikler için atılan ilk adımlar olurdu. Böylece Kırklareli’ nin sıcak yaz günlerinin ardından gelen serin gecelerinde insanlar dinlenir ve evlerine sakin, sessiz dönerlerdi. Bu ritüel yıllar, yıllar boyunca tekrarlandı. Ta ki nedendir bilinmez aklı evveller parkımızı, halkımızdan mahrum bırakana kadar. En azından yüz yıllık bir anlamlı geçmişi olan parkımız yıllar içerisinde ne hüzünleri ne sevinçler yaşamıştır, bunları bilenlere sormalı. Askere gidenler bu parkta  vedalaşır, haçtan gelenler burada karşılanır, Otobüsler bu parkın yanından kalktıkları için, yolcu bekleyenler, yola gidecekler burada soluklanırdı. Milli bayramlar o zamanlar Cumhuriyet Meydanı olan parkın önündeki geniş alanda yapılır, resmi geçit parktan izlenirdi. Bana en hüzün veren yanı, şehit askerlerin bayrağa sarılı tabutlarının askeri bando eşliğinde taşınıp götürülmeleri idi. Bunun yanında  hemen yan tarafta bulunan  Belediye binasında nikahlar kıyıldığı ve düğünler yapıldığı için gelin-damat geçitleri eksik olmazdı. Sünnet çocuklarının sünnet kıyafetleri ile dolaşmaları hiç bitmezdi. Pazar günleri Askeri Bando bayrak indirmeye giderken herkes selam durur, askerler alkışlanırdı.

İşte böyle bir masal gibi anlatıla gelmiş bir kent mekanından söz ediyoruz şimdi. Her birimiz için anısı olan bir yeri mutlaka vardı parkımızın. Benin en çok Halk evine çıkan merdivenleri hoşuma giderdi. Rahmetli babam anlatırdı, vaktiyle Kırklareli’ nin bir Vahit Dedesi varmış. O yaz günleri bu merdivenlere oturur gençlerle söyleşirmiş. Aynı 2300 yıl önceki Atinalı Sokrates gibi. Sonradan bu kendine özgü davranışları olan kişinin Vahit Lütfü Salcı olduğunu öğrenmiş, lise yıllarında çok arayıp soruşturmama karşın pek bir bilgi edinememiştim. Neyse ki şimdi internetten hakkında yeni bir şeyler öğrenebiliyoruz. Ama Kırklareli kendisine  çok şeyler katan, bir dolu şeyin ilkini yaşatan Vahit Dede’yi de aynı şehir parkını olduğu  gibi unutup, unutulmaya terk etmişiz.

Oysa gerek tarihi parkımız, gerekse  şimdilerde değerini anlayabildiğimiz Vahit Lütfü Salcı’ mız ve onlar gibi onlarcası, yüzlercesi, bizlerin vurdumduymazlığı, umursamazlığı yüzünden unutulup gidiyor. Yenine ne koyduğumuzu bilemiyorum. Ama Kırklareli' ye her gelişimde özelliklerinden, öz benliğinden çok şeyin yitirildiğine şahit oluyorum. Buda beni çok üzüyor. Biraz olsun hatırlatabilmek için, belki ileride birileri çıkar merak eder diye durmadan yazmaya çalışıyorum.

Parkımızın da diğer pek çok değerimiz gibi yok edilmesinin önüne geçilmesi için hatırlatmalarda bulunuyorum. Hele Kırklareli’ de iken kulağıma gelen çok katlı İş Merkezi veya AVM yapılacakmış söylemlerine öylesine canım sıkıldı ki oturup Kırklareli’ nin en önemli bir parçası olan Parkımızı yazmak geldi içimden ve farklı bir şeyler düşünenlere de ağız dolusu DOKUNMAYIN PARKIMIZA diye seslenmek istedim. Duyarlarsa, duymak isterlerse tabii ki. 

 

Parkımızı yazıp Atatürk heykelimizi yazmamak olası değil tabii ki. Ancak bu büyük emanetinde en az parkımız kadar ilginç bir öküsü var. Burada yazsan çok uzayacak. En iyisi bir sonraki yazımızda Aziz Atamızını sağlığında yapılan nadir heykellerinden biri ve çok özel Heykeltıraşımızı yazmayı da birlikte ele alalım. Hep beraber görelim Parkı, Halk Evini, Çınarı ve Atamızı bize özel yapan özelliklerini tanıyalım. Çünkü kentimizin birbirinden ayrılamayacak değerleridir onlar.‘’Kentler de insanlar gibidir, anılarıyla birlikte yaşarlar, yaşatılırlar’’


KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...