21 Haziran 2021 Pazartesi

İSMET İNÖNÜ'NÜN KAYIP BÜSTÜ NEREDE?

 Akın Güre 


Niye aylardır peşindeydim bu büstün? Belki bazi dostlarim merak ediyorlardır. Olayı ilk önce Ali Rıza Dursunkaya'nın hala bir türlü yeni baskısı yapılamayan kitabından öğrenmiştim. Ne değerli bilgiler saklıdır bu kitapta, bilseniz.(Kirklareli  Universltesinde Ali Rıza Beyin yazdiklari ve çikardiği gazete kaynak gösterilirek bir sürü çalışma yapılmış ama kitabıni genç okurlarla buluşturmak kimsenin aklına gelmemiştir!)Onlardan biri de İsmet İnönü'ye ait kayıp büst ile ilgili olanıdır. Bu beni farklı yorumlara sevk etti başından beri...Trakya'da böyle bir büst ilk olarak Kırklareli'inde açılmıştı, bu önemliydi önce. Yıl ikinci dunya harbinin başlarıydı. Sınırdan Alman ordularının top sesleri duyuluyordu. Diğer Trakya halkı gibi Kırklarelilller de şehri terk ediyorlardı. Korkuyordu herkes. Gözler İsmet İnönü'deydi. Onun Hükümetinin alacağı kararlar insanların hayatını belirleyecekti.Acaba savaşa girilecek miydi? Trakya insanı 1912 den  beri savaşmaktan yorgun, bitkin düsmüştü. Balkan Harbi bitmiş, Birinci Dünya Harbi baslamıştı. Köyler boşalmış, çocuklar babasız, kadınlar kocasız kalmışlardı. Topraklar ekilemiyordu, kıtlik, açlik insanları tehdit ediyordu. İaşe sorunu idarecileri endişelendiriyordu.  İşgallerin arkasi kesilmiyordu ayrıca. Daha 1920 yılında en son Yunan işgali yaşanmıştı, insanlar çok çile çekmişlerdi. Bu topraklar acılarla yüklü kötü anılarla doluydu. Savaştan yana olan Nazi hayranlarının uğraşlarına rağmen yönetim Almanya ile ilişkileri  dikkatli bir politika ile yönetiyor ve harbin çılgınlığından uzak kalmaya çalışıyordu. İste İnönü Büstü  bir serhat kentinde  böyle olağan üstü günlerden geçerken halkın "milli şef"lerine bir teşekkürü sayılıyordi. Bustü Kırklareli için anlamlı kılan hikaye budur. Ama hikayenin gerisi de manidardır. Bu ise Türk siyasi hayatının karakteristik ýönlerindendir. 1950 seçimlerinde tek parti rejimi bitince eski hatıralar unutulur, büst yerinden sökülerek komutanlik bahçesinin karşısındaki hapishaneye kaldırılır. Hikaye bununla kalmaz, büst orada kimsenin haberi olmaadan yıllarca bekler. Hapishane bir gün yıkılıncaya kadar...Bulanlar şimdi yaşadığımıza benzer bit şaskinlığa kapılırlar. Müze yetkilerine sorulur. Onlar önemsemezler, "koyun bir kenara, sergilenmeye değmez" derler. Ama devlet geleneği gereği bulunan şey ne olursa olsun yok edilmez, muhafaza altinda tutulur ve bir depoya konur. Yıllar geçer ve bir depodan bir depoya  taşınsa da kimse devlet malıdır diye büste bir zarar vernez,ama kimse de ne işe yarar diye sormaz! Gerisini anlatmama gerek var mı? Birilerini eleştirmek değil niyetim, olan olmuş diyorum ve şasırmiyorum aslında. Bu da küçük bir örnek nasıl olsa! Ama sorulacak sorular, yapılacak yorumlar, alınacak dersler var derseniz haklısınız. Onu da yazarim bir gün.

16 Haziran 2021 Çarşamba

YEDİDEN YETMİŞE KADAR YOĞURT

 Ahmet Rodopman 



Doğumdan ölüme kadar deyişi ile bir ömür boyu kastedilmektedir genellikle. İşte bu deyişe en yakışan yiyeceklerin başında gelmektedir sürekli kullanmakta olduğumuz şu bildiğimiz yoğurdumuz. Tam da tıbbın babası ünlü hekim Hipokrat’ ın yüzyıllar öncesinden seslendiği gibi,’’Yiyecekleriniz ilaçlarınız, ilaçlarınız yiyecekleriniz olsun’’ sözlerine uyan bir üründür yoğurt. Türklerin dünya dillerine kazandırdıkları ender sözcüklerden biri olan yoğurt, Orta Asya’ dan başlayıp Balkanlara değin tüm Türk dünyasının çok fazla tükettiği bir gıdadır. Tarihi efsanelerle süslü yoğurt hangi iklimde, hangi zamanda, kimler tarafından ve nasıl bulunduğuna bakılmaksızın bu topraklarda benimsenmiş, geliştirilmiş ve çeşitlendirilmiştir. Adeta Türklerin has yiyeceği, vazgeçilmezi, öğünlerinden eksik etmediği bir sağlık ürünü olmuştur. Genellikle bebeklerin ilk altı ayından sonra anne sütüne ilave olarak almaya başladıkları ilk besin maddesi olmuştur yoğurt. Yoğurt ilk ağız tadımız, yüzümüzü ekşiten ilk burukluktur. Yaşamımız boyunca, ekmeğimize sürdüğümüz tereyağı, yazları yudumladığımız tuzlu soğuk ayran, sabahları içtiğimiz çorba, öğlen, akşam yemeklerinde kaşıkladığımız yoğurt, çoğumuzun gözünde ekmek kadar, su kadar aziz bir yer etmiştir. Geceleri uykuya dalmak için atıştırılan bir kase yoğurdun verdiği huzurla görülen rüyada yine yoğurt vardır. Yaşlılığımızda, elden ayaktan düşüp, dişlerimiz döküldüğünde yine en değerli besinimiz, dostumuz yoğurt olur. İçine ekmek doğrar, ayran yapar içeriz, doya doya, kana kana yeriz yoğurdu da bıkmaz usanmayız. Yemeklerimizde, tatlımızda, tuzlumuzda, böreğimizde, çöreğimizde yoğurt vardır. Önceleri bilmeyerek sonraları bilerek tükettiğimiz, ilaç diye bildiğimiz yoğurt hepimiz için bir sağlık iksiri, genç ve güzel kalmanın sırrı, uzun yaşamanın formülü haline gelmiştir şimdi. İşte bunun içindir yediden yetmişe değin yoğurda beslediğimiz sevgi. Ancak bilindiği gibi sözünü ettiğimiz yoğurt, meralarda otlayıp, doğal ürünlerle beslenen koyun ve ineklerin sütünden yapılan yoğurttur. Ne yazık ki artık kentlerde doğru bir süt bulabilme şansımız azaldığından, hazır yoğurtlar satılmakta, bizlerde içeriğinde süt tozu ve uzun süre bozulmadan kalması için değişik koruyucular katılan yoğurtları kullanmak zorunda kalıyoruz. Hazır yoğurtların sağlık ve beslenmedeki rolleri hala en çok tartışılan konulardan biri olduğu unutulmamalıdır. Bulabiliyorsak annemizin yaptığı ev yoğurdunu veya iyi bir sütten kendi yaptığımız yoğurdu tüketmeye çalışmalıyız. 


Kırklareli’ de oturuyorsanız sanırım hala şanslısınız. Hele bahar aylarında bence dünyanın en güzel yoğurdunu bulabilirsiniz. Hatta ister koyun yoğurdunun enfes tadını, ister inek yoğurdunun daha az yağlı ve sağlıklı yoğurtları bulabilirsiniz. Namazgah caddesi üzerinde meydana yakın ve Gençlik sinemasının karşısındaki yoğurtçulardan aldığımız yoğurtların tadını 50 yıl aradan sonra hala arıyorum. Hele o mayıs aylarında bıçak ile kesilen koyun yoğurtlarını hala bulabiliyorsanız, hiç kaçırmayınız. Korkarım oraya da endüstriyel yoğurtçuluk girer ve o doyumsuz yoğurt tadı gider. Biz Kırklareli’ den İstanbul’ a gelinceye kadar kendi yoğurdumuzu kendimiz yapardık. Ancak yıllardan beri aynı sütçüden, bildiğimiz inek veya koyunların sütünü aldığımızdan sorun yaşamadık 

İstanbul’ da iyi süt bulmakta çok zorluk çektikse de, son zamanlarda deneyip beğendiğimiz çiftliklerin sütlerini alarak yoğurtlarımızı yapıyoruz. Sizlere bir sır söyleyeyim. Babaannem tam bir Balkan kadını idi. 102 yaşında öldüğü zaman bile cildi 18 yaşında bir kız kadar pürüzsüz ve sağlıklı idi. Bir bakraç dolusu sütten yaklaşık 6-7 kilo yoğurt yapar, bütün gün onu yer veya ayran yapar içerdi. Rahmetliden bizlere de geçmiş olacak ki her gün kişi başı 1 kilogram kadar süt ve yoğurt tüketmekten hala vazgeçmedik. Günlük cam kaplarda yaptığımız yoğurtların görsellerini de bu sayfada görmektesiniz.

Yoğurt la ilgili çalışmalar ilerleyip araştırmalar yapıldıkça yoğurdun bilmediğimiz nice özellikleri karşımıza çıkmaktadır. Her biri bilim dünyasında şaşkınlıklar yaratırken, yoğurt gözümüzde daha bir anlam kazanıp, değerlenmektedir. Eminim bu yazıyı okuyan pek çok kişi de eğer günlük beslenmesinde yoğurda fazla yer vermiyorsa üzülecek ve yarından sonra bu mükemmel besinden daha fazla yararlanma yollarını arayacaktır. Yoğurt sevenler yoğurda daha bir başka bakacaklar, belki de sevmenin yetmeyeceğini anlayıp aşık bile olacaklardır. Bu ilgi belki de evde yoğurt yapmaya değin uzanacak, kendi bilgi ve becerilerinizle yoğurdun farklı şekillerde ve farklı tatlarla tüm öğünlerinizde yer almasını sağlayacaktır. Böylece lezzetli tatlarla bütünleşen sağlıklı uzun yıllara yoğurt sayesinde yelken açmış olacaksınız.


Peki bu kadar övgüler düzdüğümüz yoğurt nedir? Özellikleri, önemi, yararları nelerdir? Neden bu coğrafyanın vazgeçilmezi olmuştur? Diğer milletlerin yoğurtla ilişkileri, yoğurda bakışları, yoğurdu tüketişleri nasıldır? Yoğurt nasıl yapılır? Yoğurttan neler yapılır ? Nasıl faydalanılır? Bunlar gibi daha nice soru geliyor doğal olarak insanın aklına, bakalım bu yazımızda bunlardan hangilerine yanıt bulabileceğiz hep birlikte.


Gıda maddeleri tüzüğünde yoğurt şöyle tanımlanmaktadır: “ Yoğurt, en az 90 °C’ de ısıtılıp mayalanma derecesine kadar soğutulmuş sütün, yoğurt mayası katılarak laktik asit mayalanmasına tabii tutulmasıyla elde edilen özel kıvamdaki süt ürünüdür”. Bilimsel olarak; Lactobacillus bulgaricus ve Streptococcus thermophilus adlı yararlı bakteri ve bunlara ait kolonilerin birlikte simbiyoz yaşamlarını sütte sürdürmeleri ile oluşan ekşimsi tatlı, kıvamlı, beyaz renkte bir üründür. Dünyanın değişik yörelerinde farklı farklı yöntemler kullanılarak farklı tatlarda ve kıvamlarda yoğurt yapıldığı bilinmektedir. En çok kullanılan sütler, inek ve koyun sütüdür. Ancak kimi yerlerde, keçi, manda, lama gibi hayvanların sütleri kullanılarak da yoğurt yapılmaktadır. Yoğurdun üzerini kaplayan kaymak sütün içerdiği yağ oranıyla doğru orantılıdır ve belki de yoğurdun en lezzetli bölümünü bu özelliği nedeniyle oluşturur.


Eskiden evlerde yapılan yoğurt artık açık süt satışlarının ortadan kalkması nedeniyle yapılamaz oldu. Yoğurt gereksinimi teknolojinin devreye girmesiyle gelişen ve yaygınlaşan hazır yoğurtlarla sağlanmaya başlandı. Usulüne göre ve hijyenik olarak yapılan yoğurtları artık istenilen boyutlarda her yerde rahatça ve ekonomik olarak bulabilme olanağımız arttı. Yeter ki üzerinde yazan son kullanım tarihleri geçmemiş olsun. Yine de ben bir nostaljiyi yaşamak istiyorum, evimde kendi yoğurdumu kendim yapacağım derseniz ve şansınız da yaver giderse bir çiftlikten taze sağılmış bir kap temiz süt bulmuşsanız hemen size kendi yoğurdunuzu yapabilmeniz için bir tarif vereyim.


Aldığınız sütü her olasılığa kaşı tülbentten veya küçük delikli bir süzgeçten süzdükten sonra ateş üzerinde birkaç taşım kabarıncaya değin kaynatın. Kaynatmayı 15-20 dakika civarında tutarsanız sütteki tüm patojen mikroorganizmalar yok olacaktır. Koyu kıvamlı bir yoğurt yapmak istiyorsanız sütü suyunun uçması için bir süre daha kaynatmanız gerekebilir. Tencerenizi ateşten indirdikten sonra etrafı yün battaniye veya kumaşlarla çevrelenmiş özel olarak hazırlayacağınız yerine yerleştiriniz. Sütün biraz soğuması için ortam sıcaklığına göre değişecek bir süre beklemeniz gerekecektir. Sütün sıcaklığı 40-42 derece olunca(bunu anlayabilmek için; serçe parmağınızı süte batırıp denemeniz gerekir. Parmağınız yanmadığında süt mayalanacak ısıya gelmiş demektir), önceki yoğurdunuzdan alacağınız bir parça maya için kullanacağınız yoğurdu, ılınan sütten alacağınız bir miktar sütle sulandırıp usulca süt tenceresine katmanız gerekir. Mayanın süte oranı % 1-3 civarında olmalıdır. Hafifçe karıştırılan süt üzeri iyice örtülerek mayalanmaya bırakılır. Tencere en az üç saat hiç açılmamalıdır. Yoğurdun istenilen tadına bağlı olarak 3 ila 5 saat içerisinde açılan tencere bir süre daha oda sıcaklığında bekletildikten sonra buzdolabına kaldırılabilir. Buzdolabında da 12 veya 24 saat bekletilen yoğurt artık yiyebileceğiniz hale gelmiş demektir.

Eğer taze sağılmış süt bulamazsanız, günlük pastörize sütleri veya uzun ömürlü kutu sütlerini de kullanarak yoğurdunuzu yapmayı deneyebilirsiniz. İlk denemelerinizde iyi bir netice alamazsanız sakın yılmayın. Yönteminizde küçük değişiklikler yaparak başarılı olacağınıza inanın.


İster hazır olarak alınız ister evinizde kendiniz yapınız yoğurt her şekliyle size şifalar getirmek için sofrada yenilmeyi beklemektedir. Tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de süt yoğurttan daha fazla tüketilmektedir. Neyse ki ülkemiz dünyada kişi başına en fazla yoğurt tüketen ülke olduğundan bu açık bir ölçüde kapatılmaktadır. Ancak bilinmesi gereken şudur ki yoğurt süte nazaran pek çok bakımdan gerek besleyicilik gerekse yarar açısından daha üstündür. Sindirimi daha kolay olması, uğradığı fermantasyon nedeniyle vücuda yararlı daha fazla madde içermesi, taşınma, saklanma tüketilme koşulları nedeniyle yaşantımızda daha büyük bir yere sahiptir. Yapıldığı sütün ve kullanılan yöntemin özelliklerine göre değişiklikler göstermesine karşın bir yoğurdun bileşimi yaklaşık değerleriyle şöyledir.


Bileşim Miktar

Su % 80-86

Kuru Madde % 14-20

Yağ % 2-8

Protein % 4-8

Süt Şekeri % 2-5

Mineral Madde % 0,8-1,2

Asitlik 0,9


Bu değerler pek çok açıdan süte yakınsa da yoğurt B grubu vitaminler, kalsiyum ve kolay sindirilebilen fermentasyon ürünleri nedeniyle beslenmede daha önde bir yer tutmaktadır. Özellikle fermentasyon sırasında laktozun bir kısmı hidrolize olduğu için sütü sindirmekte güçlük çekenler tarafından (laktoz intoleransı) daha rahat tüketilmektedir. Sindirimi daha kolay olduğu gibi sindirim sistemini düzenleyici etkiye de sahiptir. Özellikle ince barsaklar da bakteriyel ortamının korunmasında ve hastalık hallerinde bozulduğunda onarılmasında önemli bir rol oynar. Onun için ishal ve kabızlık şikayetlerinde beslenmeden yoğurt eksik edilmemelidir. Ayrıca antibiyotik kullananlarında barsak florasının bozulmaması için bol miktarda yoğurt tüketmeleri gerekmektedir.

Yoğurdun özellikler ve yararları saymakla bitmez. Ancak biz dilimiz döndüğü, yerimiz elverdiğince yazmaya çalışalım.


Yoğurdun kalori değeri, laktozun laktik aside dönüşmesine bağlı olarak süte göre %3-4 oranında azalmaktadır. Bu yoğurdun vücut formunu korumada ve bol miktarda yense de kilo aldırmamasında önemli bir etkendir. Bunun içindir ki pek çok rejim reçetelerinde yoğurda büyük bir yer verilmektedir. Organizmanın gereksinim duyacağı pek çok şeyi dengeli olarak kapsamında barındırıp, mideyi tok tutup, vücuda zarar vermeksizin kilo verdirebilen bir kurtarıcı olarak yoğurda sarılabilirsiniz. Böylece sadece zinde ve zarif kalmakla yetinmez, yoğurdun sağlık için yararlı pek çok özelliğinden de faydalanmış olursunuz.


Yoğurt; zengin bir karbonhidrat(laktoz), protein, yağ, vitamin, kalsiyum ve fosfor kaynağıdır. Buna rağmen çok az bir kalori değerine sahiptir. 100 gram yoğurtta 36 kalori bulunmaktadır. Özellikle A, B, E vitaminleri ve mineraller bakımından hayli zengin olan yoğurt, kolit, alerji, osteoporoz, hazımsızlık, hipertansiyona ve kalp-damar hastalıklarına karşı güçlü bir koruyucudur.


Yoğurt, kandaki asit baz dengesini sağlıklı hale getirmekle kalmayıp, vücuttaki kolesterol miktarının azalmasına da yardımcı olur, özellikle kötü kolesterol olarak adlandırılan LDL kolesterolü azaltırken iyi kolesterol olarak adlandırılan HDL kolesterolün artmasına yardımcı olur. 


Diabet(Şeker) hastalarında kan şekerini düşürücü özelliği uzun zamandan beri bilinmektedir. Bunun için kaymağı alınmış ve ekşimemiş yoğurt seçilmelidir. Sütün içindeki laktoz(süt şekeri) fermentasyonla laktik aside dönüştüğünden diyabet hastalarına sütten çok daha yararlı olmaktadır. Akşamları ve özellikle meyve tüketiminin çok olduğu zamanlarda yenen yoğurdun, midede biriken şekeri dengeleyici özelliği vardır. Bunun içinde geceleri yatmadan önce yoğurt yenilmesi uykuya dalma ve hazmı kolaylaştırma özelliğinden dolayı önerilmektedir. Böylece bedenin fazla şekeri ortadan kaldırmak için ürettiği insülin salgısını da azaltıp, insülinin bedene verdiği zararları da azaltarak, uzun ömürlü olmamızı sağlayacaktır.


Sindirim sisteminde zararlı bakterilerin üremesini durdurarak bağırsakların düzenli olarak çalışmasını sağlar. Sindirim sisteminin sağlıklı çalışmasını sağlayarak mide rahatsızlıklarını ve kabızlığı önler. Kolon kanserinden koruyucu özelliğini gerek ince gerek kalın bağırsaklarda zararlı bakterilerin faaliyetlerini durdurucu ve yok edici özelliğinden dolayı önemlidir. 


Yoğurt üzerinde yapılan araştırmalar, özellikle prebiyotik, probiyotik ve canlı yoğurt bakterileri içeren yoğurtların başta meme ve rahim ağzı kanseri olmak üzere pek çok kanser olgusunu, enfeksiyonları, gastro intestinal hastalıkları ve astım gibi hastalıkları önleyici etkilere sahip olduğunu saptanmıştır. Tüm bu hastalıkların oluşmasında en önemli nedenin bağışıklık sistemi olduğu kanıtlanmıştır. Yoğurdun bağışıklık sistemini uyarıcı etkisi bilindiğinden, bu etkinin hastalıkların önlenmesinde önemli bir etken olabileceği belirtilmektedir. Yoğurdun fazla tüketildiğinde özellikle yaşlılar gibi bağışıklık sistemi baskılanmış gruplarda immün yanıtı ve bağışıklık sistemi ile ilgili hastalıklara karşı direnci arttırmaktadır.


Yoğurt, içerdiği büyük orandaki kullanılabilir kalsiyumu sayesinde büyüme gelişme çağında diş ve kemik gelişimini hızlandırır, raşitizmden korur. Menopoz sonrası kadınlarda ve yaşlı erkeklerde kemikleri güçlendirir, kırılmaları önler. Bu nedenle her yaştaki insanın beslenmesinde son derece önemlidir. Düzenli olarak kullanılması halinde ağız kokusunu ve diş taşlarını giderdiği, dişeti iltihaplarını önlediği kanıtlanmıştır.


Yoğurt özellikle rejim yapmak isteyenler içinde biçilmiş kaftan olarak karşımıza çıkmaktadır, yağsız yoğurtlar az kalori içermeleri, tok tutmaları ve günlük mineral gereksinimi sağlaması bakımından kilo vermek isteyenlerin gözdesi olmaktadır. Yoğurdu düzenli olarak tüketen kişilerin diğerlerine göre % 22 daha fazla kilo verdikleri görülmüştür. Hele bu oranın karın bölgesinde % 81 e değin vardığının anlaşılmasından sonra yoğurt zayıflamak isteyenlerin vazgeçemeyecekleri bir besin olmuştur. Yoğurt sadece yağ akışını sağlamakla kalmayıp aynı zamanda kas yapımını da gerçekleştirmektedir. Bilindiği gibi, kas oranı yüksek olan bedenlerde günlük kalori tüketimi daha fazla olmaktadır. Bu da kilo vermeyi daha çabuklaştırmakta ve kolaylaştırmaktadır.


Yapılan çalışmalar bu kadar yararı olan yoğurdun yetişkin bir kişi tarafından her gün en az 125 gramdan az olmamak üzere istenildiği kadar yenebileceğini ortaya çıkarmıştır. Kadınlarda 25 – 30 yaşlarından sonra bu miktar günlük 500 grama kadar çıkarılmalıdır. Yoğurt özellikle beklediğinde saldığı suyu ile birlikte yenilmeli veya ayran yapılıp içilmelidir. Çünkü bu su başta kalsiyum olmak üzere çeşitli organik asitleri ve mineralleri barındırmaktadır. Yeri gelmişken pratik bir bilgi olarak aktarmadan edemeyeceğim bir nokta da, yoğurdu kabından alırken düz bir düzlem halinde almaya dikkat ederseniz beklese dahi suyunun çıkmadığını göreceksiniz. Ama bir kuyu kazarmışçasına yoğurt kabının derinlemesine yoğurdu kaşıkla aldığınızda, hangi yoğurt olursa olsun bekletildiğinde o kuyucuğa epey bir yoğurt suyunun biriktiğini göreceksiniz. Ayrıca yoğurt suyunun böbrek taşı düşürmede de yararı olduğunu unutulmaması gerekir.


Yoğurdun bol bol yenilmesinin sadece sağlıklı ve uzun bir ömre sahip olmanın yanında yoğurdun katıldığı veya yoğurt ile yapılan yiyeceklerin lezzetlerini arttıracağından, damak tadına düşkün olanlar için özellikle önerilir. Sarımsaklı bir kase yoğurdun uyku getirmesinin yanında çok iyi bir de panzehir olduğunu bilmeyenimiz yoktur sanırım. 


Yoğurdun yararları bilimsel olarak kanıtlandıkça diğer uluslarında yoğurda ilgileri artmış, günlük beslenmelerinde daha yoğun bir şekilde kullanır olmuşlardır. Yeni bakteri çeşitleri üretilmiş, laboratuvarlarda ayrımı yapılan yoğurt bakterilerine patentler alınarak farklı tatlarda ve markalarda yoğurtlar geliştirilmiştir. Genellikle tatlı veya içerisinde meyve bulunan yoğurtlar daha fazla ilgi uyandırmıştır. Sizde evinizde yapacağınız veya hazır alacağınız yoğurdun içine küçük parçalar halinde meyveler katarak farklı tatlar yaratabilirsiniz. Denemenin ve üretmenin sonu olmayacağı gibi yoğurtla elde edeceğiniz lezzetlerinde sonu olmayacaktır. İster balla, şekerle tatlandırın, isterseniz içine şeftali, muz, çilek parçaları katıp kaşıklayın, yiyebildiğiniz kadar yiyin.


Tatlıdan tuzluya her türlü yemeğin içine, yanına yakışan yoğurt ile ilgili yazılacakların sonu bucağı yok anlaşılacağı gibi. Biz en iyisi sözümüzü tatlıya bağlayıp, annemin çok ta güzel bir ad taktığı yoğurtla yapılan bir tatlı tarifi ile noktalayalım. Annemin öğle yemeklerini hazırlarlarken saatin on bir buçuk olduğunu anlayıp ta, babamın yemek için eve gelmesine fazla vakit kalmadığını hissettiğinde, ama o gün ille de tatlı yapması gerektiğinde alel acele yaptığı o yumuşak, güzel tatlıya verdiği addır on bir buçuk tatlısı. Sizlerde deneyiniz. İçine yoğurt girdiğinden mi, yoksa hem kızartılıp hem şeker şerbetinden midir nedir bilinmez nefis bir lezzeti olur. Dikkat edin parmaklarınızı bile yiyebilirsiniz.


ON BİR BUÇUK TATLISI


Gereken malzemeler:

- 2 veya 3 adet yumurta,

- 1 çay veya su bardağı yoğurt,

- 1/2 çay kaşığı kabartma tozu,

- 1/2 veya 1 limonun suyu,

- 1.5 – 2 su bardağı un.

Şerbeti İçin:

- 2 su bardağı tozşeker,

- 2 su bardağı su.

Kızartmak İçin:

- 2 su bardağı sıvıyağ.

Yapılışı:

Yumurta, yoğurt, limon suyu iyice karıştırılır. Un ve kabartma tozu katılıp, koyu bir boza kıvamında bir hamur yapılır. Diğer taraftan şeker ve su kaynatılıp, şerbet hazırlanır. Soğuması için bekletilir. Hamur karışımından tatlı veya çorba kaşığına alınıp, kızdırılmış yağın üzerine bırakılarak kızartılır. Çıkarıldıktan sonra hemen şerbete atılır. Üzerine isteğe göre tarçın Hindistan cevizi veya dövülmüş Antep Fıstığı serpip servis yapılır.

Afiyet olsun.

14 Haziran 2021 Pazartesi

Kırklarelili Bir Vatansever Muhittin ÖZENBAŞ

 


Hasan ÇALIKUŞU

Bazı vatan evlatları vardır ki, onları tanımak ve aziz hatıralarını karşısında saygıyla anmak gerekir. Bu kahraman kişilerden biri de Kırkkilise Belediye eski reislerinden Mehmet Muhittin Özenbaş ‘dır. Yaşadığı sürece vatan düşmanı mutasarrıf ve yöneticiler, cahil yobazlar ve halk menfaatini hiçe sayan gayrimüslim ve kişilerle arası hiç iyi olmamıştır. Bu uğurda başına gelmeyen kalmamış, büyük haksızlıklara uğramasına rağmen doğru bildiği yoldan hiç ayrılmamıştır. 

O zamanın tarihi sürecine bakıldığında zor yıllardı. 1877-1878 Türk-Rus Savaşı ve işgali, 1912-1913 Balkan Savaşı ve işgali, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, 1920-1922 Yunan işgali, Milli Mücadele, Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu yaşayan herkesi derinden etkilemişti. Kırım savaşı sonrasında Kırım’ın Bahçesaray kasabası Özenbaş köyünden İstanbul’a göç etmek zorunda kalan Hacı İsmail Ağa ile Hatice Hanım ve oğlu Mehmed Tevfîk Bey, o zamanki adı Tekkeşeyh olan Ulukonak ve Arizbaba çiftliklerini alınca Kırkkilise’ye yerleştiler. 

Köprülü Mehmet Paşa'nın soyundan bir kızla evlenen Mehmed Tevfîk Bey, 40 yaşında iken maiyetindeki eyalet askerleri ile Sivastopol Muharebesi’ne gönüllü olarak katıldı. Zengin bir kütüphanesi olduğu söylenen Tevfîk Bey, Alevî-Bektaşi inancına sahip divan ve tekke şairi olan âlim bir kişiydi. Filibeli Bağdadî-zâde Mehmed Efendi’nin yanında babalık icazeti aldı. 

1877-1878 Türk-Rus Savaşı sonrasında Rus işgali altında olan Babaeski'de Aziz Nikolaos'un (Noel Baba) mezarı olduğu iddiasıyla yanına kilise yapılmasına şiddetle karşı çıkmış, bu mezarın Türk dervişi Sarı Saltuk olduğunu söyleyerek engellemişti. Bağnazları sert dille eleştirmesi, ezanı düzgün okumayan müezzine çıkışması ve tekke faaliyetleri yüzünden kendisini çekemeyenlerce ezanı eleştirdiği iftirasıyla II. Abdülhamit’e kadar şikâyet edildi. Ne yazık ki davanın görüldüğü Edirne mahkemesince idam kararı verildi ve çiftliğine el konuldu. İtiraz üzerine idam kararı kaldırılır ama Mehmed Tevfîk Bey Baba 1894 yılında Trablusgarp’a sürgüne gönderildi. Çiftlik ve tekkelerin yönetimi artık kızı Fatma Hürmüz Hanım ile eşi Ahmet Tevfik Servet Bey’e kalmıştı. Çocukları Mehmet Muhiddin ise İstanbul’da Mülkiye-i Şahane'de (Siyasal Bilgiler)  oku- yordu. Mehmed Tevfîk Bey Baba çok sevdiği torunu Mehmet Muhittin’e Trablusgarp’tan yazdığı öğüt mektubu bir vasiyet gibiydi. Nitekim 1896 yılında Mehmed Tevfîk Bey Baba sürgünde hayatını kaybedecekti. Kayınpederini çok seven ve hürmet eden Servet Bey bu acı haberi alınca üzüntüsünden hastalanacaktı. 

Bir yıl sonra Mülkiye-i Şahane'de okuyan Mehmet Muhittin Kırkkilise’de bulunan çiftliğine 1897 yılında geri dönmek zorunda kaldı. Çünkü 52 yaşındaki babası Ahmet Tevfik Servet Bey haksızlıklara dayanamamış, vefat etmişti. Bundan sonra Mehmet Muhittin Özenbaş çiftliklerin idaresini ele alacak, Kırkkilise’de hayır işleri, belediye reis vekili ve reisliklerinde bulunacak, vatanın tehlikede olduğu zamanlarda canını ortaya koymaktan çekinmeyecekti.

1912 yılında Kırkkilise Mutasarrıfı Celâl Bey zamanında Belediye Reisi yapan Muhittin Özenbaş, siyasal bilgiler okuduğu için şehircilik üzerine bilgisi olduğundan, Balkan harbinin sebep olduğu hasarlar karşısında İstanbul'dan getirdiği İtalyan mühendisi Andre Beverato ve Alfred ile şehir imar planında şehir içi ve ana caddelerini belirlemiş ve bunların zamanın en önemli alanı olan Cumhuriyet Meydanı’na çıkacak biçimde planlamıştı. Planda yer alan istimlak, yol açma ve genişletmelerin yanında yeni idari yapılaşma, yeşil alan düzenlemeleri, cami, çeşme ve metruk yerlerin tamiratı da bulunuyordu. Tanzim edilen harita ve planı Kırkkilise Liva İdare Meclisi’ne sunmuş, alınan kararla plan tasdik edilmişti. Böylece Kırkkilise’nin bilinen ilk şehir planı yapılmış oldu.

Muhittin Özenbaş. şehrin birçok yerinde hemen çalışmalara başlamıştı. Ancak bu işlerin sanıldığı gibi kolay olmadığını biliyor, türlü sıkıntılara katlanmaya çalışıyordu. Yapılacak işlerden birisi de Tırnova yolunun Kadı Çeşmesi’nden itibaren 9 metreye çıkarılma- sıydı. Çalışmalar esnasında 1500’lü yıllarda yaşayan Emin Ali Çelebi  nin yol üzerinde kalan kâgir türbesinin nakli esnasında şehirde garip din dedikoduları duyulmaya başlamıştı. Şehrin tarihi camilerinden Kapan Camii’de salavat esnasında cemaatin üzerine ayet-i Şerife yazılmış ufak taşlar atılıyordu. Cemaat ve mutaassıplar arasında bir korku ve endişe başlamıştı. Güya türbenin yıkılması başlarına taş yağmasına sebep oluyormuş. Bunu yapan bir meczubun yakalanması ile bu hurafe son bulmasına rağmen arkasının araştırılmasına lüzum görülmedi. Tabii ki müftü başta olmak üzere bazı itirazların yükselmesi ile bunu meczup üzerinden tertipleyenler belli oldu. Muhittin Özenbaş’ın divan ve tekke şairi âlim dedesi dini bir iftiradan dolayı sürgünde hayatını kaybetmişti. Buna benzer bir ithamla babası Ahmet Tevfik Servet Bey de Kırkkiliseli hocalar tarafından suçlanmışsa da mahkeme reisi Ömer Bahir Efendi’nin dikkatli tetkiki ile iftiralar asılsız çıkmıştı. Şimdi sıra kendisinde idi galiba. Nihayetinde idare meclisindeki müftünün de planda tasdik ve imzalarının gösterilmesi sure tiyle dedikodular son buldu.  Türbeden kalan kısma bir lahit yaptırılarak Emin Ali Çelebi'ye ait kemikler oraya gömüldü.  O tarihlerde belediyeye ait Gureba Hastanesi fiziki olarak yetersiz kalmasından dolayı yıkılmıştı. Belediye Reisi Muhiddin Özenbaş, Mutasarrıf Celâl Bey başkanlığında Dr. M. Fuat Umay ve Mühendis Faik Bey’den oluşan bir komisyon ile aynı yerde yeni bir hastanenin inşasına 1912 yılında başlanıldı. Fakat savaşlar ve işgaller nedeniyle 1922 yılında bitirilebildi. 

Eski Hükümet Konağı, Belediye ve Jandarma üçgeninin ortasında olan Hürriyet Bahçesi’nin hem ihtiyaca karşılamaması hem de az da olsa alkol verilmesi nedeniyle resmi kurumların ortalarında içki içilmesinin uygun olmadığı ve şehrin daha ortasında geniş bir park kurulması için yer düşünülüyordu. Rum kökenli Macaraki Nikolaki’ye ait olan Menzil Hanı,  Kapan ve Hızırbey Camii arasında şehir içinden geçen Bağlıcadere’nin kenarında bulunuyordu. Han çok eskiydi ve zaman zaman tamir görüyordu. Han yıkılmasın diye altına ve dere içine konulan destekler dereyi darlaştırınca Aralık 1912’de yağan yağmurlar derenin taşmasına neden oldu. Sel suları hanın dere üstünde kalan kısmının sol tarafa doğru yıkılmasına sebep oldu. Bunun üzerine bu fırsatı değerlendiren belediye Macaraki Hanı ile bu alandaki eski hamam ve aradaki bütün arsa ve dükkânların tamamını istimlak ederek yıktı. Böylece park alanı açılmış oldu. 

Varlıklı bir kişi olan Macaraki Nikolaki, aynı zamanda Avusturya konsolos vekiliydi ve pek çok yasal imtiyaza sahipti. Hürriyet ve İtilâfçıların da olayı tahrik etmesiyle bu yıkım kararına karşı Belediye Reisi Muhittin Bey ile mühendis Faik aleyhinde uzun bir süren ağır teşebbüslerde bulundu.  Ancak her türlü işini kanuna uygun yapma dikkatini gösteren Muhittin Özenbaş diğer işlerde olduğu gibi bu istimlak işinde de hesabını tertemiz verecekti.

Muhittin Özenbaş’ın diğer bir imar icraatı da Jandarma’ya bitişik ve Hapishane karşısındaki iki katlı olan eski Posta ve Telgraf İdaresi’ni yıktırmak oldu.  Onun yanında da Dodopolos’a ait bir ev ve su kaynağı bulunuyordu. Bu bina da yıkıldı ve bu alan cadde ve Jandarma bahçesi yapıldı. Su kaynağı ise Hürriyet Bahçesi’nde kullanılmaya başladı. 

Kırkkilise halkı ve Muhittin Özenbaş, Mutasarrıf İbrahim Süreyya Bey’i kişiliği ve yaptığı hizmetlerinden dolayı çok seviyordu. Süreyya Bey gençlerden Şehir Bandosu kurmuştu. Bunun yanında gece eğitimi veren Çırak Mektebi açmıştı. Öyle ki, mektepte hususi öğretmenlerle okuma yazma da öğretiliyor, çocuklar gündüz esnaf yanında çalıştırılıyor, akşam mektebe gelerek yiyor içiyor,  aynı zamanda mektepte yatıyorlardı.  1914 yılında Süreyya Bey'in Balıkesir'e tayini haberi üzerine İslam, Hıristiyan ve Musevi ileri gelenleri ve ruhani reisleri memnuniyet ve hoşnutluklarını bildiren telgraflarını Dahiliye Nezaretine göndererek Süreyya Bey’in Kırkkilise’de kalmasını rica etmişler ve hatta Belediye Reisi Muhittin Bey bu konuda görüşmeler yapmaya İstanbul'a gelmişti. Ama girişimler sonuçsuz kaldı.

O dönemlerde zor günler yaşanıyordu. Teşkîlât-ı Mahsûsa (Gizli İstihbarat Teşkilatı), İttihat ve Terakkî Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa'ya bağlı olarak kurulmuştu. İttihat ve Terakkî'nin Türkçü ve İslâmcı siyasi görüşleri doğrultusunda, yurt içi ve yurt dışında, karşı-istihbarat, propaganda, örgütlenme, suikast eylemlerinde bulunuyordu. 1914'te Harbiye Nezareti'ne bağlı resmî bir örgüte dönüştürüldü. 1918'de İttihat ve Terakkî hükûmetinin iktidardan ayrılması ile Teşkilât-ı Mahsusa da kapatıldı. Teşkilât-ı Mahsusa, Batı Trakya'da Bulgar ve Yunanlara karşı direniş örgütleme çalışmalarında da bulunuyordu.  Bu nedenle I.Dünya Savaşı'ndan sonra Anadolu'da oluşturulan Kuvâ-yi Milliye ve Müdafaa-i Hukuk gruplarının önde gelen isimlerinden birçoğu Teşkilât-ı Mahsusa üyesiydi.  

Muhittin Özenbaş, bu yıllarda boş durmamış, I. Dünya Savaşının ülkeye getirdiği tehlikeler karşısında Kırkkilise’de üyesi olduğu İttihat ve Terakki'nin bir devamı olan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'ne girmiştir. Mutasarrıf Celâl Bey zamanında 1913 yılında Kırklareli Müdafa’a-yı Milliye Cemiyeti’nin kurucu başkanlık görevini üstlenmiştir. Cemiyetin kurucuları arasında Hükümet Tabibi Dr. Fuat Umay, Şevket Dingiloğlu, Avukat Ekrem, Soruşturma Hakimi Tahir, Mühendis Faik ve Komiser Eyüp gibi önemli isimler vardı. Bu cemiyetin kurulmasından sonra Hürriyet ve İtilâf yanlısı yönetici ve kişiler ile başlayan olaylar Kırklareli halkını çok rahatsız edecek ve huzurunu kaçıracak biçimde olmuştur. 

1917-1919 yıllan arasında ve özellikle Mutasarrıf Vassaf Bey zamanında çeteler halkı soyuyor, yerli Rumlar çok şımarıp taşkınlıklar yapıyor, önü alınmaz istekler ve sonrasında cinayetler gittikçe artıyordu. Osmanlı Devleti ve İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında Osmanlı Ordusu’nda yedek subay olarak görev yapan Türk gençler memleketlerine geri gönderilmişlerdi. Kırklareli’ne dönen gençler işgal, baskı, taciz ve cinayetler karşısında sessiz kalarak bir yere varamayacaklarının bilincindeydiler ve Türk milletinin yeniden doğması için kendileri de bir fırsat yaratmak istiyorlardı. Böylece 1918 yılında tüm yurtta oldukları gibi Kırklareli’de de hukuki ve sosyal haklarını koruyabilmek için milliyetçi bir teşkilat olan İhtiyât  Zâbitleri Teâvün Cemiyeti'ni kurdular. Katılanlar arasında Aziz Alagüneli ve Hayri Mücellitoğlu’nun bulunduğu 70 kadar Kırklarelili vatansever genç, Ali Rıza Dursunkaya’nın önderliğinde cemiyet faaliyetlerine başladılar. O sırada Kırklareli'nde 49. Tümen komutanı olan Albay Şükrü Naili Gökberk de kuruluşa destek verdi. Artık işgalciler ve onlarla işbirliği yapan kırsaldaki çetelerle onların anladığı dilden konuşulmaya başlanmıştı. Ancak bazen de üzücü sonuçlarla da karşılaşıyorlardı. Hayri Mücellitoğlu Yunanlılarla çete savaşında maalesef şehit olmuştu.

Damat Ferit Paşa iktidara gelir gelmez Divan-ı Harb-i Örfi’nin başına Nemrut Mustafa Paşa’yı atamıştı. Böylece bütün vatan hainleri birlik olurlar ve uydurma bahanelerle büyük bir insan avı başlatılır. Osmanlı subayları ve devlet adamlarının birçoğu sorgulanıp Divani Harbi Örfi’ye gönderilir ve yargılanır. 1919-1922 yılları arasında yirmiden fazla idam cezası verilir. Beyazıt meydanında kurulan idam sehpalarında birçok vatan evladı suçsuz yere infaz edilir. İngilizleri memnun etme ve bütün taleplerini, ziyadesiyle karşılayan Damat Ferit Hükümetinin teşkil ettiği bir mahkemenin adil yargılama yapması zaten mümkün değildi.

Kırkkilise’ye ise o zamana kadar görülmemiş nitelikte bir mutasarrıf olan Ahmet Vassaf Bey atanmıştı. Hem Hürriyet ve İtilâf Fırkasına hem de Rumlara yaranma sevdalısı olan rezil bir şahsiyetti. Bu uğurda etmediği eziyet kalmamıştı. Halk arasında ona karşı suikast ve evine bomba koyma dahil kurtulma yolları arayanlar vardı. Belediye Reisi Muhittin Bey’e diş geçiremiyor, hıncını halktan alıyordu. Nihayet iki yıl önce yapılan belediye reisliği seçiminde cebir ve zor kullanıldığından bahisle İttihat ve Terakki mensubu bildiği belediye heyetini istifaya mecbur etmiş, memleketin en temiz evladı olan Belediye Reisi Muhittin Özenbaş aleyhine iftiralar uydurmuştu. 1919 yılında bir gece Mutasarrıf Ahmet Vassaf Bey, Muhittin Özenbaş’ı evinden aldırtıp, İstanbul'a Nemrut Mustafa Divan-i Harbine gönderdi. Bu korkunç bir durumdu. Kırklareli’nin en değerli kahraman evladı belki de hiç dönmemek üzere halkın elinden kayıp gitmişti. İstanbul’da Nemrut Mustafa Divan Harbinde yargılanan Muhittin Özenbaş neyse ki bu iftiralar karşısında bir süre hapis yattıktan sonra serbest kalarak canını kurtarmıştı. 

Dedesi, babası ve nihayet kendisine yapılan bu tür haksızlıklar karşısında boyun eğecek bir insan değildi Muhittin Özenbaş. Kırklareli’ne dönmeyerek Anadolu’da Milli Mücadele hareketinin başlaması üzerine İstanbul Sirkeci’de Büyük Postane’nin karşısındaki Kınacıyan Han'da Kırklarelili Kasım Yolageldili'nin yazıhanesinde Kuvayı Milliye çalışmalarına Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde kaldığı yerden vatan mücadelesine büyük bir azimle tekrar başladı. İstanbul’da Fındıklı semtinde kiraladığı evde kalıyor, tanıdığı Kuvayı Milliyecileri gizliden Anadolu'ya gönderiyordu. Kırklareli ve Bulgaristan’da faaliyetlerini başarı ile sürdüren Kırklarelili vatanseverlerle ilişkisini sürdürüyor, Anadolu’ya silah ve mühimmat sevki işlerine yardımcı oluyordu. O zamanın şartları altında işgal altındaki İstanbul’da gizliden gizliye, korkusuzca bu işleri yapabilecek yürekli, bilgili, yiğit vatan evlatlarına ihtiyaç vardı. Muhittin Özenbaş hayatı boyunca Trablusgarp’ta sürgünde vefat eden dedesi Mehmed Tevfîk Bey Baba’nın vasiyeti olan öğütlerine harfiyen uymuş ve Milli Mücadele süresince bu işi de alnının akı ile elinden geleni yapmıştı. Ve nihayet vatan kurtarılmıştı. 

Muhittin Özenbaşı’ın bu yıllar içinde her zaman yanında kendi gibi bildiği yiğit bir arkadaşı vardı: Kırkkilise eski mutasarrıfı İbrahim Süreyya Bey. Kuvâ-yi Milliye başından sonuna kadar Atatürk'ün yanında ve milli mücadelenin içinde yer aldı, İzmit mutasarrıflığı yaptı, Sivas Kongresi'nde Saruhan mümessili olarak bulundu, Kocaeli milletvekili oldu. Muhittin Özenbaş çok değerli dostu İbrahim Süreyya Yiğit hakkında şunları söyler: “Süreyya Bey’in Kırkkilise mutasarrıflığı müddetince halk pek müreffeh yaşamış, haksızlık ve zulüm yapmamıştı. Merhametli, alicenap, vicdanlı, hamiyetli, hak yolunda olan bir zat olmakla beraber fevkalâde asabi idi.”

Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Muhittin Özenbaş, İstiklâl madalyası ile onurlandırıldı ve kendisine milletvekilliği teklif edildi.

Ancak o Kırklareli'ndeki çiftliğinin başına döndü. Yaptığı hizmetlerden dolayı milletvekili olma tekliflerini kabul etmedi.  Arizbaba çiftliğinde oturmaya devam etti. Çocuklarının eğitimiyle meşgul oldu. Çok sevdiği eski arkadaşı Dr. Fuat Umay gibi oğlu Mehmet Tevfik Özenbaş’ın doktor olması onu çok mutlu etti.  

Sosyal ve hayır işlerinde çalışmaya devam etti. 1922 yılında Çocuk Esirgeme Kurumu Kırklareli Şubesinin kurulması amacıyla Mutasarrıf Tevfik Sırrı Gür bir toplantı tertip etti. Bu toplantıda bulunan Muhittin Özenbaş, Malikzade Süleyman, hastane başhekimi Dr. Ziya, hükümet doktoru Ahmet Hamdi, öğretim müfettişi Ali Rıza Dursunkaya, icra memuru Mollaoğlu Mehmet, mahkeme üyesi emekli Osman Dalbayrak, Müftü Ahmet Nuri şubenin kurucuları oldular. Kızanlıklı Ahmet Efendi (Sadri Hekimoğlu'nun kayın pederi) ile cami hatibi Mehmet Efendi bu cemiyet için para toplamakla görevlendirilirler. 

Sahip olduğu çiftlikten büyük bir bölümü 1938 yılında Kırklareli Valisi Hasip Koylan'ın şeffaf olmayan hareket ve tasarrufu sonucu elinden çok ucuz fiyatla alınması Muhittin Özenbaş'ı maalesef çok üzdü. Elinden alınan çiftlik toprakları Romanya'dan gelen göçmenlere dağıtıldı. Bugün Kırklareli Arizbaba Köyü Muhittin Özenbaş’ın çiftliği üzerine kurulmuş bir köydür.

Elinde kalan arazilerden bir kısmının yönetimi için tekrar Ulukonak köyüne döndü. Çiftliği zaman zaman Kırklareli'nden yönetmeye başladı. 1875 yılında doğan, Emine İsmet Hanımla evlenen, 5 çocuk babası, bu vatanın kahraman Kırklarelili evladı Muhittin Özenbaş Ulukonak köyünde, 1942 yılında 67 yaşında vefat etti. 

Eğitimci yazar merhum arkadaşım İlhan Özalp ise Muhittin Özenbaş’ın torunudur. Kırklareli ve Edirne üzerine birçok eseri ve şiirleri bulunmaktadır.    TEŞEKKÜR: Araştırmanın Edirne ayağında yardımcı olan  İrem Tekergölü’ne teşekkür ederim.  KAYNAKLAR: Kırklareli Vilayetini Tarih, Coğrafya, Kültür ve Eski Eserleri Yönünden Tetkik, Ali Rıza Dursunkaya, 1948 Kırklareli İl Yıllığı, 1967     Kırklareli İl Yıllığı, 1973 Kırklareli İl Yıllığı,  2000 Halk Bilgisi Haberleri, Salcı Vahit Lütfi, 1938 Milli Mücadelede Kırklareli, V. Türkan Doğruöz, 2007 İlhan Özalp ile Notlar Ali Coşkun Yanardağoğlu Arşivi  Fuat Gürkaş Arşivi Ahmet Tevfik Servet Bey Baba, Refik Engin, 2006 Efsaneden Gerçeğe Kırklareli, Nazif Karaçam, 1995 Mehmed Tevfîk Bey Baba, Doç. Dr. Hakan Yekbaş, 2014 İstanbul’da Mütareke Dönem Yedek SubayTeşkilatlanmaları, Ali Servet Öncü, 2009 https://harduma.blogspot.com/2014/03/nemrud-mustafa-nazim.html?m=1 https://tr.wikipedia.org/wiki/Te%C5%9Fk%C3%AEl%C3%A2t-%C4%B1_Mahs%C3%BBsa https://www.facebook.com/52460844112/posts/10159636197049113/ https://www.myheritage.com.tr/names/mehmet_%C3%B6zenba%C5%9F https://www.trakyagezi.com/osman-cumhuriyet-kirklarelisaglik-alaninda-yapilan-calis ma-lara-genelbir-bakis/ http://www.gazetetrakya.com/Haber-namazgahcaddesinin -768531.gazetetrakya http://sarantalikoylum.com/trakyaya-damgasn-vuran-tasavvuf-airi/ https://archives.saltresearch.org/handle/123456789/17175 https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/erzurum-kongresinin-101-yil-donumu-erzurum-kongresinde-hangi- kararlar-alindi-5946899/

13 Haziran 2021 Pazar

KIRKLARELİ SUCUK KÖFTESİ

 Ahmet Rodopman 


     

Şimdi düşünüyorum da, bana Kırklareli’ yi hatırlatan öyle çok şey var ki hangisine el atsam nostalji yapıyorsun diyorlar. Ama şu ‘’Sucuk Köftesi’’ ni yazmasam Kasaplar Çarşısını nasıl anlatabilirim ki? Tadı hala damağımda, o günleri birlikte yaşadığımız insanlar hafızamda. Adına ister nostalji, ister içimde büyüyen özlem densin veya ne denirse densin sizlerle paylaşmak isterim. Günümüzden 55-60 yıl önceleri idi sanırım.  Daha önceleri nedendir bilemediğimiz şekilde , Şükrü Naili Paşa Caddesi Terziler Geçidi diye adlandırılmaya başlanmış.  İlerleyen yıllarda 1960 yılı başlarında Cumhuriyet Caddesi ile Cumhuriyet Meydanı’ nı birleştiren geçitte Kırklareli Kasapları toplanmaya başlamışlardı. Bir ara 7-8 kasap, bir kaç balıkçı, ve 2-3 adet sakatatçı   dükkanı sıralanmıştı çarşıya. Ardında da köfteciler gelmişlerdi arka arkaya. Rahmetli babam  1965 yılında çarşıda iş değişikliği yaparak, Tekel Bayii  olarak çalışmaya başlamıştı. Aslında her şeyde olduğu gibi bu değişikliklerde bir bakıma alışılmış eski gelenek ve göreneklerinde yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladığı yıllardı. Bu yazımın da bir çarşı geleneği olarak o günlerde yaşatılan ‘’SUCUK KÖFTESİ’’ uygulamasından söz edeceğim. 

İsmini çoğunlukta bulunan esnafların mesleğinden alan Kasaplar Çarşısı, kentin kendine özgü, rengi, sesi, ruhu ve geleneği olan bir geçitti. Kasapların çoğunlukta olmalarına karşın, sebze ve meyve satanlar, turşucusu, gömlekçisi, berberi, çaycısı ile Kırklareli’ nin hafızasında yer tutmuş bir yerdi. Orada Ahmet Aksu’ nun şaraphanesinin kokusu, köftecilerin müşteri çağırışları, meyhanelerin kapılarından sızan rakı kokusu,pişen köftelerin etrafa saçılan lezzet dumanları, ve telaşlı telaşlı geçip giden insan seli. Kısaca Kasaplar Çarşısının panoraması. Şimdi gelelim bu çarşıyı ete kemiğe kavuşturan sakinlerine. Çoğunlukta olan kasaplardan başlayacak olursak; Çarşının, Kasaplar Çarşısı olarak adlandırılmasında şüphesiz ilk dükkan açanlardan olan Kasap Sami Özturhan ve kardeşleri, Rıfat Tülüş ve çocukları, Hüseyin Tülüş ve Mehmet Tülüş, gelmekteydi. Kırklareli’ nin önemli simalarından ve müteşebbislerinden olan Kasap Yakup’ un bu çarşı ile olan ilgisini bilemiyorum. Ancak 1922 yılından sonra Kırklareli iş hayatında önemli işlerde bulunması nedeniyle unutulmaması gerekenlerdendir diye düşünüyorum. Çarşının diğer kasaplarını sıralamasına devam edecek olursak, Kasap Mahmut Gürkaş ve Oğulları, Kasap İsmail Gerez ve Oğlu, Kasap Recep Koç, Kasap Hikmet Uslu, Kasap Hüseyin Ceylan, Kasap Turhan Özturhan ve şu anda aklıma gelmeyen diğerleri. Büyük bir kısmının hakkın rahmetine kavuştuğunu düşünürsek, unutup yazamadıklarım varsa af ola. Bilen arkadaşlar yazarlarsa sevinirim.  Özellikle bu yazımda kasaplar çarşısının kasaplarını yazmaya özen göstermemin önemli bir nedeni de, Kırklareli’ nin özel köftesini yapan köftecilerinin arkasında, çok özel kıymalar ve diğer ızgara (pirzola, bonfilo, dalak, böbrek, ciğer v.s) çeşitlerini hazırlayan özel kasaplar gelmektedir. Bizim zamanda hemen hemen her kasabın kendi ağıllarında, kendi meralarında  besleyip kendi gözetimlerinde yetiştirdikleri kuzu, koyun, danaları keserlerdi. Daha sütten kesilir kesilmez köylerde soyunu, sopunu bildikleri yavruları alırlar, güzelce doyurarak beslerler ve vakti geldiğinde de keserek satışa sunarlardı. Genellikle Trakya’ nın meşhur kıvırcık cinsi kuzu veya koyunları beslenir satışa sunulurdu.

Köfteci Şevket usta bizim bitişik dükkanımızda komşumuzdu. Sabahın en erken saatlerinde gelir, kasaplardan en beğendiği hayvanı alır, ondan pirzola, büftek, ciğer, cıkartılır diğer kısımları kendi yağıyla birlikte makineden geçirilerek kıyma haline getirilirdi. Büyük tepsilerde gelen kıymalar, Koca Usta Şevket Amca tarafından güzelce tuzu, biberi, soğanı, alıştığı göz kararı ile konur ve dükkanın en kuvvetlileri tarafından iyice yoğurularak kıvamına gelinceye kadar karıştırılır. Koca Usta bu karşımının recetesini pek kimseye vermez, köftecinin sırrı derdi. Kendiside uzun yıllar Küçük Mustafa  Köftecisinde çalıştığı için artık köftenin hem yapılışının hem pişirilmesinin piri olmuştu. 1970 yılından sonra mesleğe başlayan pek çok köftecinin de ustası sayılması Kırklareli’ nin ilklerinden birisi olmasından kaynaklanmaktadır. Sonra çalışanlar, bu köfte hamurundan küçük parçalar kopararak şekil verirler ve kaplara dizerler, buzdolabına dinlenmesi için koyarlar, müşterinin istediği miktara göre kömür ateşinde pişirilerek servis ederlerdi. Şevket amcanın hazırlayıp pişirdiği köftelerinin tadı hala damağımda desem yeridir. Zaman içerisinde yanından ayrılıp kendi işyerlerini kuran Rahmetli Remzi Kurtişoğlu ağabeyimiz,, Recep Tokgöz gibi arkadaşlarımızda Koca Ustanın öğrettiği usulde köfte yapıp başarılı olmuşlardır. Kırklareli’ ye her gelişimde mutlaka uğrar eski tadları alır ve o günleri yad ederiz.

1960 lı 1970 li yıllarda ulusal isim yapmış sucuk markaları daha Kırklareli’ ye gelmemişti. Onun için kasaplar kendi sucuklarını kendileri yaparlardı. Kuruması için dükkanlarına asarlar, müşteri isteyince de iplerinden keser tartarlardı. Bizim Tekel Bayii-Bakkal dükkanımızda da birkaç kasabın sucukları hazır bulundurulur, isteğe göre satılırdı. Bu yüzden sucuk yapan kasapları babam iyi takip eder, taze iken alır, Biraz kendini çekip, kurumaya başladığı zaman satışa koyardı. O zamanlar  Kırklareli de yapılan sucuğun tadını hiç bir yerde bulamıyorum. Ancak sucuktan daha hoş olan sucuk Köftesini ise asla unutamıyorum.Çarşının bir geleneği olmuştu sucuk köftesi. O sarımsaklı, baharatlı etin pişirilmesi ile ortaya çıkan lezzeti ise tanımlamak asla olası değildir. 1965 li yıllarda kasaplarda işler hafiflediği zamanda suçuk yapma uğraşı hızlanırdı. Günlerce gecelerce etler parçalanır, kemikler özenle sıyrılır, eti, yağı, kemik sıyırması alışılmış miktarlarda karıştırılır, üzerine tuzu, sarımsağı, kırmızı biberi, kimyonu ilave edilir ve büyük tahta teknelerde iyice yoğurularak hamur haline getirilirdi. Tabii 200-250 kgramlık  bir kıyma kütlesi ile başa çıkmak bir hayli zor olsa da meslektaş yardımlaşması ile kıyma makinesinin ucuna takılan bir huni aracı ile temizlenip hazırlanmış bağırsakların içine doldurulur. Küçüklü, büyüklü kangallar halinde bağlanarak kuruması için dükkanlara asılırlardı. Hazırlanan sucuk harcını ayni gün dolduran kasaplar olduğu gibi, bir gün bekletip kıymanın mayalanmasından sonra bağırsaklara dolduranlarda vardı. Her şekli ile de bir hayli yoğun ve yorgunluk veren uğraşlardan sonra, olayın keyifli zamanı gelirdi. Teknenin, kıyma makinelerinin, tezgahların temizlenmesinden önce, özel olarak ayrılan ve dolumdan artta kalan sucuk hamuru büyükçe parçalar halinde avuç içine alınır ve el ayası büyüklüğünde yaklaşık çapları 7-8 cm çapında olacak şekilde tombul köfteler haline getirilir ve çarşı esnafına her dükkanda kaç kişi varsa kafa hesabına gelecek şekilde paylaştırılır ve pişirmeye gönderilirdi. Bu sucuk köftesini pişirip dağıtma görevi çoğu zaman Koca Usta Şevket Köse’ ye kalırdı. Köfteler hacimli olduğu için içlerinin iyi pişirilmesi onun tecrübesiyle sayesinde olurdu. Köfte ocağının başında bekleyip , o yağlı, baharatlı köftelerin pişerken çıkardıkları ses ve koku farklı bir keyifti. Yağlar eriyip ateşin üzerine damladıkça alev alırlar, bu alevin fazlalaşıp, köftelerin yanmaması için de ara sıra sirke şişesini sıkarak sirke püskürtür, en lezizinden köfteleri pişirir, tabaklarına koyarak dükkanlarından ayrılamayan esnafa ekmeği ile birlikte servis edilirdi. Bu geleneğin nasıl oluşmuş, yerleşmiş olduğunu bir bilene rastlamadım. Ancak o yıllar hala eski esnaf ve ahilik geleneğinin sürdürüldüğü yıllardı. Şevket amcanın ölümü ile benzer adet ve ritüeller gibi sucuk köftesinin dağıtımı da kayboldu gitti. Suçuk yapan kasabın gönlünden kopan bir hediyesi olarak algılanır, sucuğun bereketli olmasını diliyerek yenilir ve tekrarlanırdı. Devamında müsait olan dükkanlarda yemeğe ve sohbete kalınır, her kes ufak ufak demlenerek birlikte olmanın keyfini çıkarırdı. Ben küçük olduğum için karışamazdım ama babamın büyük bir rakı şişesi ile sohbete gidip, çakır keyif olarak geldiğini bilirim. Halil İbrahim sofrası gibi, her gelen işyerinden yiyecek, içecek bir şeyler getirerek sofraya katılır, gırgır şamata gülünür eğlenilirdi. 30 - 40 dükkanın olduğu bir çarşıda o yıllarda kurulmuş ve yürütülen düzen 1980 li yıllara gelince iyice dağıldı ve o dar zamanlara sığdırılan komşuluk birliktelikleri de yok olup gittiler. 

Oysa Kasaplar Çarşısının o yazılmamış, söylenmemiş kuralları sayesinde her esnaf çok kazanamasa da mutlu ve huzurlu yaşıyordu. Ben çocukken annemle gece yarılarına kadar dükkanda kaldığımızda bile , hiç bir tedirginlik duymadan çalışırdık. Müşterilerimizin pek çoğu sarhoş olmuş denilecek kadar alkol almışlarsa bile, inanılmayacak kadar nazik ve terbiyeli davranırlar, özür dileyip ceketlerinin düğmelerini ilikledikten sonra dükkana girip sigaralarını veya içkilerini alıp çıkarlardı. Aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra düşünüyorum da o güzel insanların beyaz pelerinlerine sarılıp ,beyaz atlarına binip, geriye dönülmeyen yollara gittiklerine inanamıyorum. Geçenlerde kaybettiğimiz aile büyüklerinin mezarlarını ziyarete gittiğimde, mezar taşlarını okurken ne kadar çok tanıdığımın ebedi istirahat gahlarında olduğuna şaşırdım. Hepsinden Allah razı olsun. Işıklar içinde uyusunlar.

Kasaplar Çarşısının köftecilerinin olduğu kadar balıkçılarının, sebzecilerinin de anlatılacak o kadar çok şeyleri kalmış ki hafızamda, ara sıra rüyalarıma bile giriyor. İğneada’ dan bol balık geldiğinde akşamları, Balıkçı Yusuf Karakol ve Ömer Orakçı’ nın dükkanlarının önünde sebzecilerin sandıkları kırılarak büyük bir mangal ateşi yakılır,  bir taraftan balıklar pişerken şamata, gırgır gece yarısına kadar devam ederdi. Esnaf ve bu sohbetlere aşına insanlar gelir, balık eşliğinde ayakta demlenirlerdi. Bu toplantıların müdavimleri vardı, özellikle, doktor Nazmi Tuncer ve doktor Yuda, terzi Rıza, Reklam Recep, manav Nushet vazgeçilmezlerindendi. Ne espriler yapılırdı, kahkahalardan geçilmezdi gece yarılarına kadar. Bu sofralarda balıkların bereketine açılır, hoşluklarla geçen birkaç saatin keyfi çıkarılırdı. İnsanlar çok para kazanamasalar da, mutlu, mesut yaşayabilmenin sırrına sahip olmuşlardı.  Sebzecilerinde gün içinde turfanda gelen ürünlerini terennüm eden sesleri duyulurdu. Aklımda kalan sözcük, çilek zamanı, ‘’Çileyi çeken bilir’’ diye, yeni çileğin geldiğini haber verirlerdi.

Zaman ilerledikçe eskiler yaşlanıp çarşıdan eksilince yeni yerler, yeni simalar geldi. Bir iki tane olan köfteciler 7-8 adet oldu. Artık köfteler değil, hizmetler aranır oldu. Dükkanlar daha yeni, çeşitler daha farklı olmaya başladı. Sanırım en az değişen, Küçük Mustafa Köftecisinin lezzetli minik köfteleri ile başlama olarak nitelenen tabaklar ve arkasından da hep sıcak gelen köftelerin tadı oldu. Ancak şu var ki değişim her alanda kendini gösterdi kentimiz de de. Konfeksiyonların yaygınlaşması terziliği, ayakkabıcılığı, yok ettiği gibi, meraların ortadan kalkması, sürülerce hayvan yetiştirip, en iyi hayvanlarını da kesip satan kasapların işi bırakması, köftecinin seçtiğini değil de, bulduğu hayvanın kıymasından köfte yapmak zorunda kalması yanında artan fiyatlar nedeniyle bir porsiyon köfte ile karın doyurmanın bile pahalıya gelmesi, hele alkollü içeceklere gelen aşırı fiyat artışı ile artık köftecilerin akşamcı müşterilerinin de ayaklarının çekilmesini getirdi. Dolayısı ile masraf köfteye yüklenince, fiyatı caydırıcı olmaya başladı ve o nefis kıvırcık  koyunlarının nesli azalınca kıymaya, koyun, dana eti daha fazla girmeye başladı.’’ Önce ekmekler  bozuldu, sonra her şey’’ dediği gibi Oktay Akbal’ ın, değişen dünyanın bir parçası oldu köftemiz, etimiz, suyumuz, sütümüz. 

Bizlere de eski günleri yad edip, yine de en az değişen Kırklareli Köftesinin tadıyla mutlu olmak kaldı.

Ahmet Rodopman

NOT:Bu bölümde kasaplar ve sucuk  ile ilgili ayrıntıları veren Yaşar Can Tülüş’e teşekkür ederim. Yaşar’ ın ilginç bir sucuk kıyması tarifi vardı onu da yazmadan geçmeyeyim. Belki bir gün lazım olur birimize. 1 kilo bir defa çekilmiş yağlı kıymaya % 3 oranında(30 Gram kadar) ince öğütülmüş Kaya Tuzu,% 1 oranında ince çentilmiş veya dövülmüş sarımsak, yeteri kadar kimyon, istenildiği acı kadar kırmızı pul ve toz biber konulup iyice karıştırılır. Bir gece dinlenmesi ve mayalanması için bekletilir. Ertesi gün bağırsaklara doldurulur.

11 Haziran 2021 Cuma

KIRKLARELİ’ DE KİRAZ ZAMANI


 Ahmet Rodopman 

Hafta sonunda Kırklareli’ ye gittik. Araya Pandemi kısıtlamaları girdiği için bir yıldan uzun bir süre gelememiştik doğup büyüdüğümüz kentimize. Öğlen yemeğimizi hep gittiğimiz köfteci 'mizde yedikten sonra, şehir gezimizde cadde ve sokak başlarında sepet sepet kirazların albenisine kapılıp, bol miktarda kiraz doldurduk arabamıza. Daha Kırklareli’ de iken dayanamayıp yedik, bir yandan da korktuk. Anne ve babalarımızın eve kiraz getirdikleri zaman söyledikleri ‘’ Kirazı aç karnına yemeyin. Üstüne de asla su içmeyin’’ uyarıları kulaklarımızda çınladı. Sözde kirazın ahti (tılsımı, sihiri) varmış. ‘’Üstüme su içenin boynunu sapım gibi yaparım’’ diye. Bütün bu uyarıları yaptığım, defalarca ikaz ettiğim halde Kırklareli’ ye ilk defa getirdiğim misafirime söz dinletemedim. Bir sepete yakın en olgunlarından Karahıdır  kirazını yedikten sonra bir de üzerine bolca su içince İstanbul’ a gelinceye kadar benzin istasyonu aramaktan bir hal olduk. İşte kirazın sözünü dinlemezsen böyle miden bozulur, kendini de, bizi de, kirazı da perişan edersin demek zorunda kalmıştım.

İstanbul’ a dönerken Kırklareli’ lilerce iyi bilinen, ancak herkesin pek bilmediği şu Karahıdır kirazını bir kez daha yazayım dedim, ama bu sefer çok dağılıp uzatmadan kısa keserek yazmayı deneyeceğim. Yerken doyasıya, ağzınızdan tadı, aklınızdan bilgisi eksilmesin.

İstanbul’ a gelince bahçemizdeki alaca kirazlarımızın da olgunlaştığını, toplanacak hale geldiklerini gördük. Toplamaya niyetlenince komşularımıza da söyledik. Rahmetli babamın ‘’Komşunun göz hakkı vardır’’ sözünü anımsayıp, toplamamıza yardıma gelenlerle birlikte olanları itina ile topladık. Büyük bir kısmını komşularımızla paylaştık. Artık çok azalan eski komşuluk ilişkilerimizi anıp dertleştik, henüz olgunlaşmayan vişneleri, sarı erikleri, malta eriklerini ve kara dutları da birlikte toplayıp paylaşmak üzere sözleştik. Onlara da anlatmadan edemedim bir çocukluk anımı. Sizlere yazayım buradan kulağınıza ikili kirazları takar gibi rahmetli komşumuz Salih Dalca(Hatice Dalca’ nın değerli babası) nın söyledikleri de kulaklarınıza küpe olsun. Salih Amca kendine özgü ilginç ve çok saygıdeğer bir insandı. İç dünyası çok geniş ve bilgili bir kişi idi. Yine bir kiraz zamanı onların bahçe duvarını aşan kiraz ağacının kirazlarını çocukluğun verdiği acelecilik ve bilgisizlikle elimizle sapından koparmadan sadece etli kısmını çekerek sap ve çekirdeğini de dalında bırakarak toplayıp yiyiyorduk. ‘’Çocuklar istediğiniz kadar yiyin ama sapı ile koparıp alın, sadece etli kısmını çeker alırsanız, ağaç küser, seneye meyve vermez’’, ‘’En üsttekileri de kuşlara bırakın, onların da hakkı var unutmayın’’. O gün pek etkili olmamıştı bizlere Salih amcanın söyledikleri. Sonraları öğrendim iyi bir sufi ve bilge bir kişi olduğunu. Bitkilere ve ağaçlara merak saldığımda da kiraz ağacının ilginç özelliklerini öğrendikçe Salih Amcayı hatırlar ve daha iyi anlar olmuştum. Komşunun oğluna da bunları anlatarak eskiyi bir kez daha yad etmiş oldum.  Her canlıda olduğu gibi kiraz ağacında da bizlerin henüz çözemediği gizemlerden olan bilgisayar veya doğasayar, doğametreleri olabileceğini düşünmeye başladım. Sonra ,bu merak alışkanlık haline geldi bende ve her ağacın kendine özgü olan bir yaşam sürecini takip eder oldum. Ne zaman yaprak dökmeye başlayacaklarından tutunda, sularının çekilme zamanını, aşı olma süreçlerini, çiçek açma, tohuma durma, meyvelerini toplanması ilginç bir evrensel ritmi takip etmekteler. Bende onları takip ediyor olmuştum. Belirli bir süre sonrada yaşamsal fonksiyonlarını kaybederek ya köklerinden yerine yeni bir benzerini yetiştiriyor, yada etrafa saçtığı çekirdeklerinden kendine benzer  yeni fidanların çıkıp ağaç olmasını sağlıyorlardı. Biz buna Felsefede ‘’Tohumun Nedenselliği’’ diyoruz. Her canlıda farklı olmasına karşın, değişmez bir kural olarak sürdürülen bir durum olarak karşımıza çıkıyor. İnsanda bile. Hatta insan evladının  ölümsüzlüğü istemesine örnek olarak, çiçeklerde, ağaçlarda kendi nesillerinin devamı için benzerlerini yaratma uğraşında olmalarını yıllardan beri izlemekten bıkmadım, usanmadım. 




Bizim kiraz ağaçlarına gelecek olursak; Kirazın albenisine kapılıp az zamanda çok kiraz yiyebilmek için, kirazların uzun saplarına parmaklarımızı geçirip kirazların sadece etli kısımlarını toplarsak, Nasrettin Hoca’ nın kendi bindiği dalı kestiği gibi bizde o güzelim Kiraz ağacının zaten çok uzun olmayan ömrünü büyük oranda kısaltmış oluruz. Çünkü kiraz dalında bırakılan sap ve çekirdek ağaca meyvelerinin toplanıp, yenilmediği sinyalini verdiğinden bir kaç sene içinde, ‘’ Artık meyvelerim beğenilmiyor, benim yaşam sürem doldu’’ emri ile, tüm canlılarda bulunan ölüm hormonlarını hareke geçirir ve belli bir süre sonrada ağaç tüm canlılığını kaybederek kuru bir kütük haline gelir. Buna insanlarda emeklilik sendromu denilmekte ve emekli olanların çekilip bir köşeye oturmalarından iki, üç yıl içinde yaşlanıp hayata veda etmesini de yine bu hormonlara bağlanmaktadır.

Kirazla ilgili pek çok söylence ve efsane bulunmaktadır. En ilginci de kirazın ana vatanı olarak bilinen ve ona ismini veren Giresun’ un olması. M.Ö 70 yıllarında Karadeniz bölgesine gelen Roma İmparatoru Giresun ve civarında ilk defa Kirazlarla karşılaşmış, adlarını sorunca ‘’Ceras’’ denildiği söylenince de en güzel fidanlarından alarak memleketine dönmüş. Roma’ lılar kirazı çok beğenmişler, üzerinde bir çok çalışmalar yapmışlar ve bitkiye geldiği yerden esinlenerek ‘’Cerasus Avium’’. ‘’Prunus Avium’’ ismini vermişlerdir. İşte Giresun’ un adı da buradan geldiği rivayet edilir.

Kiraz ile ilgili söylenecek o kadar çok şey var ki hangisinden başlayayım diye düşünürken, yukarıda yazdığım bu sefer kısa keseceğim sözüm aklıma geldi. Yine de bu mucize meyvenin başlıca bilinmesi gereken özelliklerinden söz etmeden geçemeyeceğim.

Yurdumuzun hemen hemen her bölgesinde yetişen kiraz çok iyi bir ihraç ürünümüz olmasının yanı sıra, yaz aylarında en çok sevilen ve tüketilen bir üründür. Baharda havaların ısınmaya başladığı ilk günlerde muhteşem güzellikteki çiçekleri ile yazın müjdecisi olan kiraz ağaçları, fidan olarak ekildiklerinde 3-4 sene gibi bir süreçte ürün vermeye başlarlar. Ülkemizde belirli bölgelerde farklı tür ve çeşitlerde bol miktarda yetiştirilir. Yaşam süreleri pek uzun olmayan kirazın yetiştirilip yaşlananların yerine yenileri dikilerek, verimli bir meyve bahçesi oluşturulabilir. bir meyvecilik yapılabilir. 

Kiraz yetiştiren  ve ihraç eden ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Kirazın ana vatanı diyebileceğimiz ülkemizde ki kirazların  çeşitlerini isimleri ne yazık ki hep yabancı, bu durumu oldum olası garipsemişimdir Lory, Burlat, Giant, Metron, Napolyon gibi türler geliştirilmiştir. Bence  onlarca görünüşü güzel olan bu genetiği ile oynanmış kirazlardan bizin geleneksel Karahıdır kirazımızın yerini tutabilen pek azdır. Bizim eskiden beri kirazı tanımlamakta kullandığımız renk ayrımı ve lezzet farklılıkları idi, kırmızı, siyah, sarı ve beyaz olmak üzere dört renk ile bildiğimiz kirazımızı öyle sepetle değil de günde ancak bir su bardağını dolduracak kadar yememiz halinde, kapsadığı vitamin, mineral ve metabolizma için gereken maddeler sayesinde sağlığımıza bir hayli faydasının dokunacağı belirtebiliriz.  Doğanın mucize meyvesi denilmesinin önemli bir nedeni de uzun kış aylarında genellikle yoğunlaşan kanın kirazın yenmesi ile sulanacağı, vücutta fazla suyun ödem yapması halinde ise, bir tutam kurutulmuş kiraz sapının idrar söktürücü özelliğinden yararlanılması nedeni ile baharda ve yazda aranan ve sevilerek yenilen bir meyve haline gelmiştir. Bu özelliğinden dolayı da tansiyon (kan basıncı yüksekliği)un kontrol etmekte yararlanılan bir ürün olarak bilinir. Yeter  ki diyabetliler  ( kan şekeri yüksek olanlar) 10-15 adetten  fazla tüketmemeye çalışsınlar. Kan şekerlerinin yükselmesi ile karşılaşmasınlar.

Biz kirazın sadece meyvesini tüketen bir toplumuz, oysa bir kiraz ağacının, meyvesi, sapı, çekirdeği, kiraz çekirdeği yağı, yaprağı, kerestesi, kökü, zamkı pek çok yerde kullanılmaktadır. Pek çoğumuz kurutulmuş kiraz saplarının kaynatılarak suyunun içilmesinin, idrar söktürücü özelliğini biliriz. Kiraz çekirdeği yağının kozmetik sanayinde özellikle arandığı ve yüksek fiyatlara satıldığı ise bilmeyenimiz yoktur. Kirazın pek  güzel, biçimli ve büyük yaprakları vardır. Yapraklarında kaynatılıp içilen suyunun İdrar yolları enfeksiyonlarında, böbrek rahatsızlıkları ve selülite  faydalı olduğu belirtilmektedir. Kökünden en kaliteli pipoların yapıldığı kiraz ağacının kerestesi mobilya yapımında en pahalı ürünlerin yapılmasında kullanılmaktadır. Bütün bunların yanında beklide en şaşıracağınız kullanım şekli, kiraz çekirdeği yastığı olacaktır. Güzelce temizlenip pamuklu bir kumaştan yapacağınız torbanın içine koyup,fırında 120 dereceye kadar ısıtacağınız torbanızla kışın gereksinim duyduğunuzda patlama tehlikesi olmayacak şekilde sıcak su torbası yerine rahatlıkla uzun süre ısısını tutabileceğinden kullanabilirsiniz.

Bütün bu kiraz bilgisinden öte oldum olası merak etmişimdir. Ne zaman Karahıdır’ da en iyi kirazın yetiştirildiği saptandı ve kiraz bahçeleri oluşturuldu. Kim ön ayak olmuşsa nur içinde yatsın. Kırklareli’ lilere  önemli bir ağız tadı ve sağlıklı yiyecek miras bırakmış. Ben şimdiye kadar Karahıdır kirazının tarihçesine ulaşamadım.Bilgisi olan varsa lütfen yazsın. Ve bir şey daha dile getirilsin Kırklareli sevenleri tarafından. Bir zamanlar yapılan ‘’Karahıdır Kiraz Festivali’’ yeniden gündeme gelsin. Bu konunun yeniden gündeme getirilip Kırklareli için farklı bir tanıtım ve turizm alanı olabilir mi diye düşünülüp, tartışılsın.Bir etkinlik yapılabilirse de yapılsın. Karahıdır kirazına sahip çıkılsın.

1 Haziran 2021 Salı

LA VİDA ES BELLA EN SARANTA ECCLESIA -KIRKLARELİ MUSEVİ CEMAATİ VE 1950 YILINDA AİLELER-


Hasan ÇALIKUŞU

Roma İmparatoru Aurelius Constantinus’un imparatorluk sınırları içinde yaşayan Hıristiyanlara 313 yılında din özgürlüğünü tanımasından sonra Heraklia olarak bilinen, birçok din ve kültürden insanın yaşadığı bu yer Saranta Ecclesia olarak anılmaya başlandı. Türklerin bu şehri Doğu Romalılardan 1368 yılında almalarından sonra adı Kırkkilise oldu. 

Musevilerin Trakya’da varlığı Roma İmparatorluğu dönemine kadar uzanmaktadır. Seyyahlar birinci yüzyılda Anadolu’nun hemen her şehrinde Yahudilere rastlanıldığını anlatırlar. Dördüncü yüzyılda Bizans kentlerinde yaşamakta, çoğu geçimini ticaret, çiftçilik ve doktorluk gibi mesleklerden sağlamaktaydı. Ancak Hıristiyanlığın gittikçe kuvvet kazanmasıyla özgürlük ve haklarını yitirmeye başladılar, durumları günden güne kötüleşti, sinagoglarına el konuldu, din değiştirmeye zorlandılar, katledildiler veya göçmek zorunda bırakıldılar. Bizans İmparatorluğu döneminde de sorunlar devam etti ve Yahudiler dışlandı, acı, zor, yasaklı ve karanlık bir dönem yaşadılar. Ta ki 1453 yılında Osmanlılar tarafından Bizans alınıncaya kadar. 1492 yılında ise İspanya ve daha sonra Portekiz engizisyonundan ka çan Yahudiler II. Beyazıt zamanında Osmanlı İmparatorluğunun başkenti Edirne’ye sığınmışlardı. 1900 ’lü yıllara kadar başka ülkelerden de kaçmak zorunda bırakılanlar izledi. 

Kırklareli Musevilerinin kadim bir topluluk olduğunu anlamak için Kırklareli Musevi mezarlığında 1735 yılına ait bir mezar taşı bulunduğunu, daha önceki yüzyıllarda yaşayan Yahudi topluluklarında yazılı mezar taşı geleneği olmadığından bir belge bulmanın mümkün olmadığını belirtmek gerekir. 1758 yılı İstanbul doğumlu gezgin Venedik Mıkhitaryan Manastırı Rahibi Ğugas İnciciyan 18. yüzyıldaki notlarında “Kırkkilise halkından Yahudiler Podolya’dan gelmiş ve bozuk bir Almanca konuşurlar, başlıca işleri tereyağcılık ve peynircilik olup, imal ettiklerini kendi mühürleri ile damgalayarak, başka milletlerin ellerinden çıkanlarını haram sayan İstanbul Yahudilerine sevk ederler” demektedir. Daha sonra İspanya’dan gelen "Sefarad" Yahudilerinin etkisiyle İspanyolca konuşmak yaygınlaştı.

Osmanlı döneminde Musevilerin Kırkkilise’de 17. yüzyıldan kalma eski bir sinagogları vardı. Yüz yıl kadar önce bunun yanına yeni bir sinagog daha yapılmış, eski sinagog da bir süre sonra yıkılmıştı. Kırklareli’de Cumhuriyet Caddesi ile Şükrü Naili Caddesi’nin kesiştiği köşede yer alan sinagogun girişi Kasaplar Çarşısı tarafındadır. 

Karakaş mahallesinde ayrı bir semt kuran Museviler 1900’lü yılların başına doğru yaklaşık 400 hanede iki bin kişiye yaklaşmışlardı ve cemaat o dönemlerde en görkemli devrini yaşıyordu. Ancak Kırklareli'nin eski Yahudileri rahat yaşamayı sevdiklerinden pek varlıklı olamamışlar ve pek çoğu da okuyamamıştı. O vakitler eski havranın yanı başındaki tek odalı sıbyan mektebinde hahamlar sadece din dersi ağırlıklı bir eğitim verirdi. l'Alliance Israèlite adlı Fransız okullarından biri Kırkkilise’de 1900 yılların başında açılınca Musevi çocukları bu okula gitmeye başladı. Öğrencilere Fransa’dan gelen öğretmenler ders veriyordu. 1932 yılına kadar açık kalan okulda öğrenciler Fransızca yanında Türkçe ve birazda Musevi din dersi görüyorlardı.  Onların kültür ve ticaret hayatında ilerlemeleri bu mektep ve programlar sayesinde mümkün olmuştu. 

Gayrimüslimlerin çoğu tarım ve hayvancılık yapar, elde ettikleri hububat, et ve süt ürünleri geliri ile geçinirlerdi. Bahçecilik ve bağcılıkla uğraşan aileler ise elde ettikleri mahsullerle geçinir, şarap üretimi yapar, tüccarlara satarlardı. Özellikle bağcılığın çok ilerlediği Kırkkilise’de üretilen şaraplar önce İstanbul’a ve oradan da Fransa’ya gönderilirdi. Ancak aynı işi yapan Müslümanlara göre, gayrimüslimlere olan vergi oranlarının daha fazla olduğu temettu’ât defterlerinde görülmekte ve bu da onların ekonomik durumlarına yansımaktaydı. 

Kırklareli’nde Türk, Rum, Bulgar, Yahudi, Boşnak, Arnavut, Pomak ve Kıpti toplulukları arasında komşuluk ilişkileri, mahalle kültürü ve sosyal dayanışma çok iyiydi. Ancak tarih boyunca olduğu gibi Balkan Savaşları, İsrail’in kurulması, çeşitli kışkırtma ve siyasal sıkıntılar Musevi toplumunun burada da yakasını bırakmamış, yaşanan bazı olaylar ve kaygılar neticesinde gençler başta olmak üzere okuma ve ticaret için Kırklareli’den İstanbul ve başka yerlere gitmiş, maalesef birçoğu da göç etmek zorunda kalmıştı. 1927 nüfus sayımına göre şehirde 1000 civarında Musevi yaşamını sürdürürken 1950 yılında Kırklareli Musevilerinin sayısı 60-70 haneye kadar düşmüştü. Bundan sonra günümüze kadar kalanlar ise huzur içinde yaşamış, genç nüfus olmadığı için 2000 yılında Kırklareli’de Musevi olarak sadece 5 hane kalmıştı.

Kırklareli mozaiği içinde dini bayramlar ve kültürel kutlamalar farklı olsa da, herkes birbirine saygılıydı.  Bayramları büyük bir coşku ve ilgiyle kutlanır, birçok gelenek birlikte yerine getirilirdi. Kırkkilise Mutasarrıfı Galip Paşa tarafından eski Hükümet Konağı karşısında ve Belediye binasının yanında yaptırılan her türlü çiçeklerle donatılmış Belediye Bahçesi’ndeki mermer havuz etrafında meşrutiyet ilanı halkla birlikte kutlandığı, hocalarla papazlar, papazlarla hahamların kucaklaştıkları, öpüştükleri ve kardeşlik içinde sevindikleri anlatılır. Musevilerinin Nisan ayında Pesah denilen Hamursuz bayramlarında Karakaşbey sokaktaki Vitali'nin evinin bahçesindeki fırında mayasız ekmek pişirilir, bir hafta kutlanan bayramda Museviler mayasız ekmeklerini yer, isteyen Müslüman ve Hıristiyan komşular da bu ekmeğin tadına bakarlardı.  Böylece inançlara saygıyı esas alan, karşılıklı sevgi ve saygıyla sağlamlaşan, farklılıklarıyla zenginleşen bir komşuluk ilişkisi yaşanırdı. 

1950 yılında Kırklareli’de yaşayan Musevi aileler arasında MAGRİSO ailesi İsrail Nesim, Avram Nesim, Nesim İsrael, Yakir İsrael, Samil İsrael, Dr.Yuda,  Mose, Nesim Avram, Aron Avram, İsrail Nesim, İsrail Aram, Elektrik Mühendisi İsrail Yakir, KANETİ ailesi Pol, Yeşua, Emil, Dr. Simento, MİTRANİ ailesi Nesim, Mose, Albert, Rıfat, Salamon,  Haci, HALEVA ailesi Rıfat, David, Momo, Moşe, Pinhas, ABRAVANİL ailesi Haham Hayim, BARUH ailesi Salamon ve Leon, HALFON ailesi Baruh ve Albert, HASER ailesi Salvator, David, Bünyamin, ÇİPRUT ailesi Eczacı Hayim, İsrael, Mordo, Diş Hekimi Josef, Berta, RODRİK ailesi Leon ve Simento, ADATO ailesi Avukat Hoca Menahem, Elia, Dr. Orhan,  ALEVİ ailesi Mose ve Barzılay, AVİGDOR ailesi Nesim ve Marko, ŞAMAŞ ailesi Salamon ve Danyel bulunmaktaydı. Bu ailelerin yanında Salvator ÇİFLİK, Şafat AVYENTE, Josef MOSAKİ, Viktorya MİZRAHİ, Nesim BOYACIOĞLU, Bohor SORFOTİ,Kasap Yako HASDAY, Salamon BENBASAT, Luna ERGAZ, Rıfat KAMHİ, Rafael FRANKO, Eliezer KOHEN, Albert BEHMOARAS yanında Dr. Reytan, Tenekeci İzak, Farrin ve Kanbur Habij isimlerini de saymak gerekir.

2006 yılına gelindiğinde ise geriye kalan son beş Kırklarelili Musevi ile ibadetler artık yapılamaz olmuştu. Şehrin en sevilen ve sayılan simalarından olan son Haham Hayim ABRAVANEL ile işadamı Rıfat HALEVA ve oğlu Pinhas HALEVA’nın vefatları ile Kırklareli kent kültüründen bir sayfanın daha ne yazık ki sonu gelmiş oldu. 

Bu topraklarda yaşayan kadim bir topluluğun Latince ifadeleriyle “La vida es bella en Saranta Ecclesia - Kırkkilise’de güzel hayat” sözü, yerini artık sessizliğe bıraktı…

28 Mayıs 2021 Cuma

EFSANE DUT AĞACININ ÖYKÜSÜ

 Ahmet Rodopman


Kırklareli’nin geçmişte bir dönem bağlar kenti olarak tanındığını pek çoğumuz biliriz. Ancak geçmişte, ipek böcekçiliği yapıldığı günlerde öyle çok dut ağacı varmış ki Kırklareli’ mizde, şimdi özlemle yad edebiliyoruz ancak. Kırklareli’ de dut ağacı çok yetiştiği için mi ipek böceği yetiştirilmeye başlanmış yoksa,  ipek böcekleri sadece dut yaprakları ile beslendikleri için mi dut ağaçlarının sayıları artmıştır bilemiyoruz. Eski bilgilerden, Kırklareli’ nin bağlık olduğu gibi dutluk olduğu da anlıyoruz. Hatta Asilbeyli köyü civarında ‘’Dutluk’’ olarak bilinen bir mevki bile yakın zamanlara kadar varlığını sürdürmüştür. Ben 60 yıl önceleri bahar ve yaz aylarında ailece bu dutluğa gittiğimizi, yanımızda da maltız keçimizi götürerek cayırlarda ve dutlukta onunla koşturduğumuzu anımsarım. Hatta bir seferinde babamın, dut silkeleyeceğim diye ağacın üst dallarına çıkıp düşmesini hiç unutamam. Neyse ki kırıksız, çıkıksız atlatılmıştı bu kaza. Hala o derenin boyunca dut ağaçları duruyor mudur  bilemiyorum. 

Baharın kendini yaza bıraktığı günlerde heybetli gövdeleriyle, koyu yeşil büyük yaprakları ve baldan tatlı ve lezzetli meyveleriyle bir dut ağacı çıkarsa karşınıza sakın ilgilenmeden geçmeyin. Geçmeyin de ne demek ? Hatta yanı başına oturun konuşun, dertleşin o dut ağacı ile. Meyvelerine uzanın, doyasıya yemeden de ayrılmayın yanından. Bir yudum sağlıktır ağzınıza attığınız her tane. Hem de en değerlisinden, en lezzetlisinden. Hatta bir de türkü mırıldanın duta dair. Sevgiden dem vuran.

Dut ağacı boyunca  

Dut yemedim doyunca  

Yari halvette gördüm  

Sarılmadım doyunca…

Türkünüz bitti ise ve henüz ağzınızdan dutun tadı gitmemişse bin yıllar ötesinden anlatıla, anlatıla gelen o hicranlı  öyküyü anımsayın. Anımsayın ki dutta, ölümsüz sevgilerde bir kez daha kazınsın aklınızın bir köşesine. Unutmayın her ikisini de. 

Bilirsiniz öykü dillere destan bir sevda öyküsüdür. Tıpkı, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Leyla ile Mecnun misali. Yine dünyanın bir başka köşesinde bir birine aşık iki genç vardır. Bir birini delice seven, ama aileleri tarafından evlilikleri engellenen iki komşu çocuğu. Daha kundakta başlamıştır aşkları. Birlikte büyümüşler, birlikte oynamışlardır da büyüyüp serpildiklerinde, yüreklerine aşk ateşi düştüğünde ayrı koyulmuşlardır birbirlerinden. Kızın adı Tispe, erkeğin ki Piremus. Hasretlerinden birbirlerini ayıran duvar bile çatlamış da ailelerinin kalpleri yumuşamamıştı. Onlarda geceleri el etek çekildiğinde bu çatlaktan konuşup, aşklarını pekiştirmişlerdi. Ancak ayrılık dayanılmaz olduğunda, her şeyi göze alarak evlerinden kaçmayı planlamışlardır. Gecenin karanlığında sözleştikleri gibi ormanda o ağacın altında buluşmak için yola koyulmuşlardır. Tispe, ağaca Piremus’ tan önce varmıştır. Ama o da nesi? Karşısında sevgilisini göreceğini sanırken, avını yeni yemiş ağzından kanlar akan koskoca bir aslanla karşılaşır. Öylesine korkar ki koşarak yakında ki bir mağaraya sığınır. Ama bu sırada boynunda ki eşarbı düşürdüğün farkında bile değildir. Birazdan ağacın altına Piremus gelir ki, bir de ne görsün? Ağzından kanlar damlayan aslan, biricik sevgilisinin eşarbını parçalıyor. O an aklına gelen ilk ve tek şey; aslanın Tispe’ yi öldürüp yemesidir. 

Onca bekleyişten sonra böyle bir ayrılığa dayanamazdı Piremus. Tispe’ siz yaşayamazdı. Yapacağı tek şey bir an önce aşkına kavuşmak olmalıydı. Bunun adı ölüm bile olsa, canına kıymaktı. Bir an bile düşünmeden belinden çektiği hançerini göğsüne saplayarak kanlar içerisinde yere yığıldı. Elinde tuttuğu Tispe’ nin kanlı eşarbıyla son nefesini verirken sevgilisiyle birlikte olmanın mutluluğunu duyuyordu. 

Bu sırada aslanın gitmiş olacağını düşünen Tipse mağaradan çıkmış, ağacın altına gelmişti ki, yıllardır hasretiyle büyüdüğü Piremus’ un cansız bedenini kanlar içinde yerde görmüştür. Piremus’ un elinde sımsıkı tuttuğu kendi eşarbını görünce durumu anlar. Ve dehşetle sarsılarak gözyaşlarına boğulur. Tispe, sevgilisinin kendisini öldü sanıp, kederinden  intihar etmesini çok iyi anlayabiliyordu. O da  sevgilisini yalnız bırakamazdı.Onsuz yaşamanın anlamı olamazdı. Oda aynı hançeri göğsüne  saplayarak biricik sevgilisinin üzerine yığıldı. Şimdi iki genç beden sonsuza değin birliktelerdi. Bu olaya şahit olan beyaz dutlar genç sevgililerin kanlarının rengine boyadılar kendilerini ve kırmızı dut olarak adlandırıldılar bundan böyle. 

O anda tanrılar bu yüce aşkı ölümsüzleştirmek istediler ve bu çiftin üstünde duran ağacı bunların aşkına adadılar. Piremus’ un kanını bu ağacın meyvelerine, Tispe’ nin gözyaşlarını ise ağacın yapraklarına verdiler. İşte o ağaç bizim bugün efsaneden çıkarıp altında oturduğumuz kara dut ağacı olarak karşımıza çıkmıştır. 

O günden beri de kara dut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini, (Piremus' un kan lekesini), dut ağacının yaprakları,(Tispe' nin gözyaşları) temizler.. 

Ve bilir misiniz ki, kara dut ağacının meyvesinin lekesi çıkmaz, ama elinize ağacın yaprağını alır ovuşturursanız lekenin gittiğini görebilirsiniz.  

Tabii bu  dut ile ilgili bilmediklerimizin sadece birisi. Oysa öyle çok bilmediğimiz, öğrenmemiz gereken özellikleri var ki bu ağacın anlatamam. Kıymetini bilememişiz her şeyden önce, sonra sağlık için, sanayi için, gıda için değerini anlamamışız. Bilemediğimiz içinde yaygınlaştırıp geliştirememiş, başka bilmeyenlere de öğretememişiz. Bu kıymet bilmeme sadece bizle de kalmamış, Asya’ dan, Afrika’ ya, Avrupa’ dan Amerika’ ya yayılmıştır. Oralarda da pek üzerinde durulup değerlendirilememiştir. Ana vatanı Uzak Doğu olmasına karşın dut en çokta Anadolu’ yu ve Balkanları sevmiş, bu topraklarda her koşulda yetişmiş, çeşitlenmiş, renklenmiş, insanımızın aşı, ekmeği, çaldığı sazı, hastalanınca ilacı oluvermiştir. 

Güzel ülkemizde yaşayıp ta bir dut ağacıyla tanışmayanımız çok azdır sanırım. Yurdumuzun pek çok yöresinde yetişen uzun yıllar yaşayan köylerde tarla sınırlarına, kentlerde ev bahçelerine dikilen besin değeri hayli yüksek meyveleri, ipek böceği yetiştirilmesinde kullanılan yaprakları ile hep gözlerimizin önündedir dut ağaçları. Şehirlerin daha beton yığını olmadığı benim çocukluk yıllarımda her mahallede bir kaç tane bulunan dut ağaçları sosyal bir mekan yaratırdı komşular arasında. Çocuklar dallarına çıkar, dut silkeler, kadınlar, kızlar yerlere çarşaflar serer, toplanan dutlar afiyetle yenir, her eve sepet sepet gönderilir, kalanda kurutularak veya kaynatılarak uzun kış günlerinde  tatlı gereksinimi gidermek için saklanırlardı. Yaz günlerinde ve gecelerinde en unutulmaz  mahalle sohbetlerinin yapıldığı yerlerdir dut ağaçlarının altları. Geniş yapraklarının verdiği serinlik değildir insanlara verdiği sadece, günümüzde yapılan çalışmalarla dutun yapraklarında yatan asıl mucize  daha iyi anlaşılmaktadır. 

Dut insanlık tarihinde 5000 yıl öncelerinden başlayarak gerek meyvesinden gerekse yaprağının ipek böceği yetiştirilmesinde kullanılmasıyla yer almaya başlamıştır. Çin’ in gerek yazılı gerekse sözlü edebiyatına girmiş, dut ile ilgili  şiirler şarkılar yazılmıştır. Nasıl yazılmasın ki, Çin yüzyıllarca süren üstünlüğünü ve zenginliğini biraz da dut yaprakları sayesinde yetiştirilen ipek böceğinin kozalarından elde edilen ipek iplikle dokunan kumaşlarına borçludur. İpek böcekçiliği dolayısı ile de dut yetiştiriciliği Çin’ de başlı başına bir kültür oluşturmuş ve bütün dünya ya da buradan yayılmıştır. 

Bir yıl kadar önce yazdığım bir yazımda Kırklareli’ de önemli ölçeklerde İpek böcekçiliği yapıldığını yazmıştım. İpek böcekçiliği  için gereken dut yaprağı şehrimizde dutluk adı verilen sahadaki erkek dutlardan elde edilmektedir. Hatta Yayla semtimizde şimdi  restore edilmekte olan Vakıflar İdaresine bağlı oldukça büyük bir bina vardır. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında buradan ipek böceği yetiştiricilerine özel tohum (yumurta). Dağıtımının yapıldığını biliyoruz. Yetişmiş dut ağaçlarının yaprakları, yumurtadan çıktıktan sonra başlayıp, koza sarmasına gelinceye kadar sadece dut yaprağı ile beslenen ipek böceklerinden elde edilen ipekli kumaşların üretilmesinde kullanılmaktadır. Ve tarım artı sanayi olarak değerlendirildiğinde bir hayli yüksek artı değer kazandıracağı belli olan bir üretimden söz edildiğini belirtmek zorundayım. 

İlk çağlardan başlayarak kadınların gözde giysilerinin kumaşı olan ipeğin üretilmesinde tek hammadde olarak dut yaprağını görmekteyiz. İpek böceği beslenmesinde kullanılan tek ürün olan dut yapraklarının akıl almaz özellikleri sayesinde örülen ipek kozalarından, ipek iplikler ve ipek dokumalar yapılmaktadır.Tüm dünyada da aranan ipek kumaşlar, ipek halılar işte sözünü ettiğimiz dutun yaprakları sayesinde yapılabilmektedir. Ülkemizde en çok Doğu Anadolu ve Orta Anadolu da görülen dut ağaçları ne yazık ki yakın zamana kadar bir kültür bitkisi olarak değerlendirilmeyip üzerinde yeterli araştırmalar yapılmamıştır. Osmanlıdan beri sürdürülen ipek böceği yetiştiriciliği ekonomik değerini yitirdikten sonra da dut üvey evlat muamelesi görerek tarımdan ve hayatımızdan yavaş yavaş çıkmaya başlamıştır. Ancak son yıllarda vefalı, özverili ve değerli kişiler tarafından dut tekrar gündeme getirilerek, önemi anlatılmaya hatta konu ile ilgili paneller yapılarak yetiştirilmesinin özendirilmeye başlanmasını sevinçle gözlemlemekteyiz. Özellikle Erzincan Kemaliye’ de yapılan çalışmalar umut vermektedir. Dutun hak ettiği yere  gelmesi hepimiz için bir mutluluk nedeni olmalıdır. 

Hani bir bilmece sorasınız gelir ya içinizden; meyvesinden, yaprağından, odunundan, kökünden, gövdesinden, dalından yararlanılan bitki hangisidir diye. ilk aklınıza gelenlerden biri olmalıdır dut. her birini ayrı ayrı yazmak var ama yerimiz sadece sağlık açısından dutun önemini anlatmaya bile yetmeyecek korkarım. Diğer özelliklerini anlatmaya bir daha ki dut mevsimini beklememiz gerekecek sanırım. 

Dut ağacı kendi başına doğal olarak dünyanın en ekolojik ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Yetiştirilmesi ve meyveye durması sırasında herhangi bir zirai mücadele ilacına gerek duymadığı için kimyasal kirlenme tehlikesinden uzaktır. Yeter ki yollardan ve tozdan uzak bir bölgede bulunsun, rahatlıkla dalından koparıp yiyebilirsiniz. Ama siz siz olun yine de her olasılığa karşı yıkamadan tüketmeyin dutu. Yoksa şifa niyetine yediğiniz dut, hastalık bulaştırıcınız haline gelebilir bunca çevre kirliliğinin görüldüğü günümüzde.

Genellikle dut denilince aklımıza kapsadığı meyve şekeri gelir genellikle. İşte damağımızda bıraktığı tatlı tadı da bundan gelmektedir. Ancak sadece bu kadar değildir dutla birlikte vücudumuza aldığımız. Dut üzerinde yapılan araştırmalar ilerledikçe,  dutun içerdiği vitaminler, mineraller ve diğer organik maddeler bakımından ne kadar zengin olduğu da anlaşılmaktadır. Başta  kalsiyum, demir, B1, B2 ve C vitaminleri olmak üzere diğerlerini de  bol miktarda içerir.

Kanser konusunda yapılan çalışmalar sırasında özellikle kırmızı dutta antioksidan ve antikansorejen etkili maddeler saptanmıştır. İngiltere Montfort Üniversitesi’ nden Gerry Potter, "Dut ve üzüm gibi bazı yiyeceklerde bulunan 'resveratrol' isimli molekülün pek çok ürünün bozulmasına yol açan mantarlara karşı savaştığını biliyorduk ama araştırmalarda, bu maddenin vücutta kanser hücrelerini hedef alarak onları tahrip eden, kanser karşıtı bir unsura dönüştüğünü saptadık" diyerek dutun bu özelliğinin de olduğunu bildirmektedir.


Japonya’ da beyaz dut yapraklarının extreleri ile yapılan araştırmalar da bir seri biyolojik olarak aktif  bileşenler tespit edilmiştir. Bu bileşenlerin, hücre yaşlanmasını önleyici, antioksidan ve damar sertleşmesini engelleyici ve damarlarda kolesterolden zengin plakların oluşumunu baskılayıcı etkiye sahip olukları ortaya çıkarılmıştır. Japonlar bu etkilerin sevindirici olduğunu ama dut yapraklarının bundan daha fazlasına da sahip olduklarını iddia etmektedirler. Japon uzmanlar, dut yaprakların aynı zamanda yüksek kan şekeri seviyelerini düşüren bileşiklere sahip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yapraklar bu etkilerini, bağırsaklarda maltoz, laktoz, sakroz gibi çifte şekerleri parçalayarak onları bağırsaktan emilebilen glikoz, fruktoz, galaktoz gibi tekil şekerlere dönüştüren enzimleri baskılamak suretiyle göstermektedirler. Böylece şekerler bağırsaktan emilemediği için kandaki seviye de yükselememektedir. 

Ayrıca dut yapraklarından yapılan çayların beden ve zihin gevşetici, rahatlatıcı, ateş düşürücü, idrar arttırıcı, ödem giderici olarak kullanıldığı, meyvesinden de şarap, jöle, reçel, pekmez hatta turşuya kadar çeşitli ürünler elde edilebileceğini de  belirtmemiz gerekiyor.

Hindistan' daki bir grup besin araştırmacısı ise dut yaprağının iyi bir gıda kaynağı olabileceğini ileri sürerek, bu yönde çalışmalar yapmaktadırlar. Bu çalışmalarına göre, dut yaprağı tozu ile buğday ununun bir bölü dörtlük karışımının, Hint mutfağında kahvaltı ve akşam yemeğinde yaygın olarak tüketilen "paratha"nın yapımında kullanmayı öneriyorlar. Çünkü vejetaryen Hint diyetinde organizmanın gereksinimi olan bazı temel besin unsurlarının alınamaması ile sorunlar oluşabilmektedir. Bunun önlenebilmesi için yüksek besleyiciliği olan, toksik olmayan ve ucuz dut yaprakları açlığa karşı güçlü bir çıkar yol olarak önerilmektedir. 

Kara dut şurubu ya da kara dutun yaprak ve kabuklarının kaynatılması ile elde edilen sıvı ağız ve boğaz antiseptiği olarak ve diş eti iltihaplarında günümüzde  sıklıkla kullanılmaktadır.

Aç karnına yenen beyaz dut barsak solucanlarını döker. Sabah aç karnına yenir ve üzerine su içilirse bağırsakların çalışması kolaylaştırır.  

Dutun sağlık açısından faydaları saymakla bitmez, saçların beyazlamasını önlemesinden tutunda, kansızlık, baş dönmesi, bağışıklık mekanizmasının düzenlenmesine kadar pek çok yerde dutun mucizesine tanık olmak olasıdır. Dutun meyvesinin yenilmesinin yanı sıra suyunun çıkarılıp içilmesinin de şüphesiz benzer etkilerinin olacağı bilinmelidir.  


Dutun oluşup olgunlaşması ile toplanıp tüketilmesi arasında çok kısa bir zaman geçtiği için, dut yaş olarak tüketilmesinin yanı sıra hatta çoğunlukla kurutularak, pekmezi, pestili yapılarak ta kullanılıncaya kadar saklanmaktadır. Bu ürünlerinde ayrı ayrı tüketilme şekilleri olmasına karşın her birinin dutun tüm özelliklerine sahip olduğu unutulmamalı, özellikle soğuk kış günlerinde enerji gereksinimini sağlayabilmek için bol bol tüketilmelidir.


Bu efsane ağacın şimdiye değin sadece meyve ve yaprağından yararlanmayı anlattık durduk. Ancak dut sadece meyvesiyle değil odunu, kabuğu, kökü ile de yararlanılabilecek bir ağaçtır.Sarı renkli kerestesi gerek rengi gerek işlenme kolaylığı gerekse verdiği tınısı bakımından çalgı aletleri için gözde bir malzemedir. Özenle işlendiğinde çok güzel telli sazlar yapılabilmektedir. Kök kabukları da ilaç sanayinde aranan bir ham maddedir.


Bütün bunların ötesinde dutun kozmetik sanayinde önemli ölçüde kullanılan gizemli özellikleri ile hanımların güzelliklerine güzellik katan kremlerin yapılmasında yararlanıldığının da bilinmesi gerekir.


Baldan tatlı dutu bu kadar allayıp pullayıp anlatınca eminim okuyanlar dut ağacı aramaya başlamışlardır bile. Aman bir şeyi aklınızdan uzak tutmayın bu kadar ballı bir yiyeceği sizden önce mutlaka arılar ve sineklerde keşfetmişlerdir. Hadi sinekleri kovaladınız ama ya arılar? Arıların hışmına uğrarda iğnelerini batırmalarını engelleyemezseniz hiç telaş etmeyiniz. Onun da dermanı yine dutun kendisinde. Koparacağınız birkaç dut yaprağını arının iğnesinin battığı yere sürterseniz  acısının ve kaşıntısının azalacağını göreceksiniz.


Eee ne duruyoruz? Haydi dut ağacı aramaya gidelim… 


KAYNAKÇA:

1 – AH ŞU KADRİ BİLİNMEDİK DUT

      Dr. Dt. Gülnur Esma Gürler .       www.kirsalcevre.org.tr

2 - ANTİOKSİDAN KAYNAĞI OLARAK DUT

      Nursema Özdemir – Rabia Büşra Akkartal –      www.inepo.com

3 -  BÜYÜK ŞİFALI BİTKİLER

      Ramazan Yıldız      Huzur Yayınevi 2000

4 -  KEMALİYE DUT PANELİ NOTLARI  I. ve  II

        www.ajans.kemaliye.net

5 -  ŞİFALI BİTKİLER ANSİKLOPEDİSİ 

      Yakup Kavas.  Sümer Kitabevi – 1998

6 -  TÜRKİYE DE  BİTKİLER İLE  TEDAVİ

      Turhan Baytop İstanbul – 1984

KIRKLARELİ TABLETLERİ

 


17 Mayıs 2021 Pazartesi

SABAHATTİN ALİ'NİN HAYATINDA İKİ ŞEHİR

 Meriç Gök

           Sabahattin Ali’nin çocukluk ve ilk gençliğinin geçtiği Edremit ve Balıkesir’den yüksek öğrenimine devam ettiği ve çalıştığı İstanbul, Berlin, Yozgat, Konya, Aydın Ankara gibi şehirlerin dışında, hayatında ve bu hayatının sona ermesinde önemli rolü olan iki şehir daha var: Sinop ve Kırklareli.

             Sabahattin, 1933 Mayıs’ında geldiği Sinop kalesinin cezaevi denen zindanından Cumhuriyetin 10. yıldönümü dolayısıyla çıkarılan genel aftan yararlanarak “özgürlüğüne” kavuşur. Yaklaşık 7 ay hapis yattığı bu süre içinde bugün çok sevilen şarkıların sözleri olan şiirlerini (Hapishane Şarkıları) ve “Bir Şaka”, “Kazlar”, “Bir Firar”, “Katil Osman” “Çaydanlık” ile “Duvar” adlı hikâyelerini burada yazdı. Ancak Sabahattin Ali’nin bu zindanda yatmış olması nedeniyle şehrin ve Sinop kalesinin son on beş, yirmi yıllık süre içinde bir turizm destinasyonu haline gelmiş olmasıyla yetinilmesinin de yazarımıza yapılan bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Kentin, Sabahattin Ali’yle bu çerçeveyi aşacak bir şekilde ilişkilendirilebilmesi için onun adına kütüphane, konser ve tiyatro salonu vb. kurumlar oluşturmak, yanı sıra periyodik olarak yapıtlarının ele alındığı bilimsel-edebi kongre, konferans, sempozyum vb. düzenlemek gibi yapılabilecek ve yapılması gerekenler Sinop halkı ve yerel yönetimleri tarafından bir an önce saptanıp, mutlaka planlanarak hayata geçirilmelidir.

             Yazının konusu bakımından Sinop cezaevi, Sabahattin Ali’yle veya tersi, ilintili olduğundan bu zindanla ilgili bir başka rahatsız edici önemli husus da sanki burada — tanınmış olup olmamayı bir yana bırakalım — sadece erkek mahkûmlar kalmış gibi kadın mahkûmlardan hiç söz edilmemesidir. Oysa bu ülkenin ilk kadın oyun yazarı Fatma Nudiye Yalçı Sinop zindanlarında yıllarca hapis yatmıştır. Yalçı’nın adının, mutlaka anılması gereken yerlerde dahi anılmaması son derece üzücüdür. Örneğin Kemal Tahir kendisiyle yapılan bir röportajda 1938 Donanma davasından bahsederken “iki de kadın vardı” der ve aynı davada yargılandığı bu tutuklu kadınların adını dahi anmaz. Şimdi saygıyla söyleyelim bu kadınlardan biri, tam on yıl ağır hapis cezası verilen ve tutuklandığı 25 Nisan 1938’den cezasını doldurduğu 1948 yılına kadar günü gününe tamamlayan Fatma Nudiye Yalçı’dır; diğeri ise 18 yıla mahkûm edilen Emine Alev’dir. Nudiye Yalçı cezanın kesinleşmesinin ardından önce Sinop cezaevine 1946 yılında da Kayseri cezaevine gönderilir. 1930’lu yıllarda birçok Marksist eseri Türkçeye kazandıran Nudiye Yalçı yazmış olduğu Beyoğlu 1931 adlı oyunuyla ilk kadın oyun yazarımız unvanına da sahiptir. Fatma Nudiye Yalçı hakkında okurların Dipnot Yayınları’ndan çıkan Kadınlar Hep Vardı- Türkiye Solundan Kadın Portreleri’nde geniş bilgi bulabileceklerini hatırlatarak Kırklareli’ye geçiyorum.

                    


                                    Sinop cezaevinde yatan kadın mahkûmlardan Fatma Nudiye Yalçı.

       Kırklareli, Sabahattin Ali tarafından artık kendisi için yaşanmaz hale getirilmiş yurdundan, nefes alabileceğine inandığı bir yer(ler)e, sadece kendi çabasıyla oluşturduğunu sandığı bir ilişkiler ağı sayesinde geçiş yapabileceğini düşündüğü bir yer olarak seçilmiştir. Sabahattin Ali’nin Kırklareli ile olan ilişkisinin, onun yaşamının burada sonlandırılmasıyla sınırlı olması, zaten burasının Sinop gibi bir turizm destinasyonu haline gelmesini de çok zorlaştırmaktadır. Ancak Kırklareli’de de tıpkı Sinop’ta önerdiğimiz gibi yapılabilecek ve yapılması gerekenler, bu kentin halkı, onun sivil örgütleri ve yerel yönetimi tarafından programlaştırılıp hayata geçirilmeli ve böylelikle bu güzel kent, bir “olay mahalli” olmaktan mutlaka çıkarılmalıdır.

             Bu yazımı 16 Haziran 1944’de Lyon’da 26 direnişçiyle birlikte yaşamına Sabahattin Ali gibi insanlık düşmanlarınca (katil Gestapo sürüsünce) kurşuna dizilerek son verilmiş olan Annales Okulunun kurucusu çok kıymetli tarihçi Marc Bloc’un sözleriyle bitirmek istiyorum.

             “ Geçmişin incelenmesi aslında bugünü anlama çabasından başka bir şey değildir ve bu çabaya tarihçi bir de tarihi “tersten okuma” çabası eklemelidir.”

             73. yıldönümünde Sabahattin Ali’ye saygıyla ve sevgiyle…

                                                                                                                                   

                                                                                                                                        

KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...