Tarihi yerelden okumaya başlamak yaşadığınız yeri sevmenin de başlangıcı olabilir.
28 Kasım 2022 Pazartesi
VAHİT LÜTFİ SALCI'NIN KALEMİNDEN KIRKLARELİ HALK ŞAİRLERİ
27 Kasım 2022 Pazar
KURTULUŞ GÜNÜ, BAYRAMLAR VE TÖRENLER
Hasan ÇALIKUŞU
Kırklareli bulunduğu konum nedeniyle birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, birçok tarihi olayı yaşamış veya tanıklık etmiştir. Balkan Savaşları’nın sıkıntısı bitmeden Birinci Dünya Savaşı çıkmış, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile İtilaf Devletleri bölgeyi denetim altına almıştı. Fransızlar Uzunköprü-Sirkeci demiryolu hattını kontrol altında tutmaya ve aynı zamanda Trakya’yı işgale başlamıştı.
Kısa bir süre sonra Krklareli de Fransız işgaline uğradı. Yunanlılar ise 20 Temmuz 1920 tarihinde Tekirdağ’a asker çıkardılar. 10 Ağustos 1920 Sevr Anlaşması ile de hızla Trakya’da Yunan işgali başladı. Fransızlar yerlerini Yunan askerlerine bırakarak bölgeden çekildi. Kırklareli bu sefer 26 Temmuz 1920 tarihinde Yunanlılar tarafından işgal edildi.
İşgal karşısında Trakya’nın kurtarılması için kurulan “Trakya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” Trakyalı vatanseverleri bir çatı altında topladı. Edirne’de Trakya Kongresi’nde işgale karşı mukavemet gösterilmesi kararı alındı. Trakya’daki ulusal mücadele askeri ve milis kuvvetlerce sürdürüldü. Kırsal kesimde yürütülen çete savaşları oldukça etkili oldu ve düşmana büyük kayıplar verdirildi.
Yunanlıların yenilmesi ve 11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi ile Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli Ankara Hükümeti’ne bırakıldı. Yunanlılar 15 Ekim’den itibaren işgal bölgelerini boşaltmaya başladılar. İki buçuk yıla yakın bir süre Yunan işgali altında kalan Kırklareli’nde halk çok zor ve acı günler yaşadı.
Yunanlıların şehri terk etmesiyle Türk birlikleri Şeytandere’de mevkiinde toplanmaya başladılar. Kırklarelililer kurtuluş günü için şehir merkezine zafer takları inşa ettiler. Türk genç kızlarının gece gündüz çalışarak ay yıldız diktikleri şanlı Türk bayrakları ile her yer donatıldı.
10 Kasım günü Kurtuluş Caddesi’nden geçerek şehre giren Türk birliklerini resmi görevliler ve halkdan oluşan büyük bir kalabalık tarafından çiçeklerle karşıladılar. Kırklareli’deki her zafer takı önünde halk kurbanlar kesti.
Halk ellerinde bayraklar, coşku içinde “Yaşasın Büyük Millet Meclisi! Yaşasın Mustafa Kemal Paşa!” diye bağırarak Hükümet binası olarak kullanılan Kocahıdır Mektebi’nin önüne geldi. Okul kapısında acı günlerin işareti olan siyah bir örtü asılıydı.
Hızla çekilen örtü yırtılarak parçalandı. Örtünün arkasından büyük ve muhteşem al bayrağımız göründü. İşte o zaman halk coşku ile “Yaşasın Büyük Millet Meclisi!” diye bağırarak yeri göğü inletti. 10 Kasım 1922’de okula Türk Bayrağı çekildi. Nihayet Kırklareli 2,5 yıl sonra özgürlüğüne kavuşmuştu.
Kırklareli’nde kurtuluş gecesi ziyafetler verildi. Meşalelerle donatılan şehirde halk büyük fener alayları yaptı ve sabahlara kadar Kırklareli sokaklarında coşku ile dolaştı .
Milli Mücadelenin sona ermesi ve Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Kırklareli’de kurtuluş günü, ulusal bayramlar ve törenler büyük bir coşku ve heyecanla sevinç içinde kutlanıyordu.
Kırklareli’nin düşman işgalinden kurtuluşunun sevinç ve coşkusu ile o günler canlandırılır, resmi geçit ve fener alayları ile gelecek kuşaklara özgürlüğün önemi anlatılmaya çalışılırdı.
Kırklareli’de 10 Kasım 1922 tarihi Kurtuluş Bayramı olarak kutlanmaktaydı. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de vefatı nedeniyle 1988 yılına kadar geçen 50 yıl boyunca Kurtuluş kutlamaları 9 Kasımlarda yapılmıştı.
KAYNAKLAR:
İbrahim Taşkın Arşivi
Milli Mücadelede Kırklareli, V. Türkan Doğruöz, 2007
Ali Coşkun Yanardağ Arşivi
Derinsu 39 Kırklareli Arşivi
Türkiye’nin Sıhhi-i İçtimai Coğrafyası Kırkkilise (Kırklareli) Vilayeti – Kırklareli Belediyesi
Kırklareli Vilayetini Tarih, Coğrafya, Kültür ve Eski Eserleri Yönünden Tetkik, Ali Rıza Dursunkaya, 1948
Kırklareli İl Yıllığı, 2000
Balkan Harbinde Kırklareli’ De Yaşananlar, Kırklareli Yerel Tarihi, Ahmet Rodopman
http://easternthrace1922.blogspot.com/2010/08/blog-post. html
https://virtual-genocide-memorial.de/region/ sancak-of-kirkkilise-saranta-ekklisies
KIRKLARELİ’ DE 66 YIL ÖNCE YAYINLANAN BİR DERGİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
A
hmet Rodopman
Değerli araştırmacı akademisyen dostumuz, sayın Ali Çakır’ ın kendi koleksiyonundan çıkarıp kapağının resmini bizlerle paylaştığı iletiyi görünce bu yazıyı yazma dürtüsü oluştu içimde. Yıllarca geriye gidip sevgili kentimizi düşünürken, üzüleyim mi, kızayım mı, derdime yanıp susayım mı bilemedim. Bende duygu ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.
Özellikle yayınlandığı tarihe dikkatinizi çekmek istedim. 1956. Ben henüz 2 yaşındayım. Kent nüfusu 10.000 ile 15.000 arasında.6-7 adet ilkokul, bir ortaokul, bir de yeni açılmakta olan bir lise ile bir de Erkek Sanat Okulu olan bir yer Kırklareli. Ve bu eğitim kurumlarının öğretmenlerinin çıkardığı bir aylık Sanat ve Eğitim Dergisi. O günleri düşününce, insanın öğünmesi mi, sevinmesi mi gerekir bilemiyorum ama, bu günlerin Kırklareli’ sini düşündükçe, ister istemez içimi bir hüzün kaplıyor ve üzülüyorum. Çünkü, bugün Kırklareli kent merkezinde 64 adet ilköğretim, orta öğretim kurumu bulunmasına karşın, bir de buna Kırklareli Üniversitesi’ nin öğretim ve eğitim üyelerini kattığımızda, 85.000 de nüfusunun olduğunu düşündüğümüz kentimizi kıyaslıyorum. Ben mi yanılıyorum yoksa gerçekten sevgili kentimiz kültür ve sanat konusunda 66 yıl öncesinden daha mı kısır diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Bu konuyu biraz daha derinleştirebilmek için isterseniz kapağını gördüğümüz bu derginin içindeki yazılara ve yazanlara bir bakalım hep birlikte.
Fahrettin Dağdelen ‘ in baş yazısı ile başlayalım. ‘’Özveri adının düşündürdükleri’’ adlı bir makale. Peki kimdir Fahrettin Dağdelen diye baktığımızda. O yıllarda ortaokula yeni ilave edilen Lise sınıflarının değerli matematik öğretmeni. Derginin adı gibi özverili, bilgili bir öğretmen. Onun bu farkını Milli Eğitim Bakanlığı’ da fark etmiş ki kısa bir süre sonra, Ankara’ ya Milli Eğitim Bakanlığı, Orta Öğretim Kurumuna ataması çıkıp gitmiştir. Orada da başarılı çalışmaları, disiplini nedeni ile sürekli yükselmiş ve hak ettiği noktalara erişmiştir. Yazdığı konu günümüzde pek anlamı hissedilmese de hayli ilginç. Kırklareli ile ilgili yayınları okurken okumuş ve çok beğenmiştim. Gönül ister ki değerli Ali Çakır arkadaşımız derginin içindeki yazıları da bir ara taratıp bizlerle paylaşsın da hepimiz kentimizin 66 yıl önceki kültür düzeyini daha iyi anlayalım.
İkinci yazı, A. Rıza Yalt’ ın ‘’Dil Devriminde Aydınlarımıza Düşen Ödev’’ adlı yazısı. Aradan 66 yıl geçmesine karşın hala gündemde olan dil konusunda anlamlı ve değerli bir makale. Yanlış anımsamıyorsam A. Rıza Yalt, Erkek Sanat Lisesi, edebiyat öğretmeni olması nedeni ile dil konusunu özenilecek şekilde işlemiş ve aydın sorumluluğu ile yazarak yayınlamıştır. Çok şey öğrenebileceğimiz bu yazının ardından eğitim kurumlarının dinmeyen derdi olan bir konuda yazılmış bir gözlem ve saptama çalışması var.
Üçüncü sırada Sayın Rezzan Yücesoy’ un, ‘’Okullarda Devamsızlık’’ adlı bir çalışması var. Rezzan Hoca Hanım, lise de müzik öğretmeni olan Selahattin Yücesoy’ un eşi ve Sayın ses sanatçımız, film, televizyon sanatçımız Işıl Yücesoy’ un annesi. Cumhuriyet İlkokulunun değerli öğretmenlerinden. Selahattin Yücesoy’ u ise bugün dahi hayret ve minnet ile andığımız Kırklareli Atatürk Lisesi müzik odasında sergilenen piyano, telli ve sesli müzik aletlerini lisemize kazandıran efsane öğretmenimiz olarak hatırlatabilirim. 1951 yılında tüm yurtta Halk Evleri kapatılınca, Kırklareli’ de de kapatılan halk evleri hazineye devredilince, kitapları dışarı atılmış, diğer malları da dağıtılırken, özellikle müzik koluna ait müzik aletlerini büyük bir özveri ile derleyip toplayıp, izinlerini de alarak lisemize kazandırmıştır. Biz 50 yıl önce mezun olurken pek kullanılmasalar da o müzik odası duruyordu. Umarım hala duruyor ve öğrenciler yararlanıyorlardır.
Dördüncü sırada, Kırklareli’ de unutulmaz ilklere adını yazdıran çok çalışkan ve özverili öğretmen Necmettin Efe’ nin ‘’Düşünmek’’ adlı çalışması var ki 66 yıl sonra dahi okumak bir yana ezberlemek geliyor insanın içinden. Bir Kırklareli’ li çıkıp da Necmettin Efenin biyografisini ve yaptıklarını yazarsa ne iyi olur diye düşünüyorum. Özellikle onun 1960 ve 1970 yıllarında yaptırılmaya çalışılan Atatürk heykelinin tamamlanabilmesi için verdiği uğraşı gelecek kuşaklara hani anlatabilsek.
Beşinci yazarımız sayın Etem Ütük. ‘’Pazar Yerinde’’ ve ‘’Elimde Değil’’ adlı iki çalışması ile, 1956 yılından bizlere miras kalan bu harika kültür ve sanat yayının da yer almış bulunmaktadır. Sayın Etem Ütük’ ü öğrencilik günlerimden anımsıyorum. Antolojilere giren şiir ve öykü kitapları yanı sıra derleme kitaplarını da okuduğumuz Etem Ütük 1989 yılında hayata gözlerini yummuş ve Kırklareli’ de toprağa verilmiştir. Uzun bir süre Kırklareli’ de Eğitim Müfettişliği yapıp emekliye ayrılan çok yönlü Kırklareli’ mizin bu değerli ve verimli aydınının da hak ettiği şekilde tanıtılamadığına üzüldüğümü belirtmek isterim. Umarım bu yazımı okuyan değerli kızı Suna Ütük Yanardağ yoğun çalışmalarından fırsat bulup güzel bir şekilde biyografisini çıkarır ve Etem Ütük hocamız, unutulmazlarımız arasında hafızalarımız ve yüreğimizde yerini alır.
Ve dergimiz Fransız yazar Geneviève de Taisne’ nin eğitim ile ilgili söylediği şu güzel özdeyiş ile bitiyor. ‘’ İyi alışkanlıklar küçük yaşlarda öğrenilir’’.
İşte 66 yıl önce sevgili kentimizde düşünülüp yazılan, hatta o günün yetersiz koşullarında yine kentimizde basılan ‘’ÖZVERİ’’ adlı dergimizin, bugün bana düşündürdükleri ve günümüzü kıyasladığımda verdiği üzüntüleri yazmaya çalıştım.
Çok değil daha 60 yıl önceleri ulusal bayramlarda öğretmenlerimiz günün önem ve anlamını belirten konuşmalar yaparlardı kürsülerden. Hiç unutamadığımız Rahmetli Vefik Sözen’ in nutukları bir çoğumuzun kulaklarındadır hala. Bu yılki Kurtuluşun 1oo. Yılı kutlamalarında doyurucu bir bilgi aktarımı, tarihsel ve sosyal yönden 1922 yılından bu yana neler yaşandığını anlatan bir söylemi ne yazık ki göremedim. İyi ki İstanbul’ dan Kırklareli’ nin eski resimlerinin derlemesini getiren sayın Hasan Çalıkuşu’ nun sergisi ve Lüleburgaz’ lı dostumuz Ali Arslan’ ın özel olarak hazırladığı ‘’Kurtuluşun 100. Yılı’’ gazetesi vardı ki biraz olsun bu özel günümüze anlam kazandırdı.
Bu konuda yazılacak öyle çok şey var ki, üzerimize düşen ama geleneksel Trak boşvermişliğine kapılıp önemsemediğimiz özelliklerimiz ve değerlerimizi anlatmaya sayfalar yetmez. Umarım bu dergi ve yaşanılanlar bazılarımızı düşünmeye ve özveri ile kentimiz için bir şeyler yapmayı düşündürmeye yaramıştır. Saygılarımla.
VAHİT LÜTFİ SALCI'NIN KALEMİNDEN KIRKLARELİ HALK ŞAİRLERİ
Akın Güre
Son otuz yılını geçirdiği Kırklareli’nde oldukça renkli bir hayatı yaşamış olan Vahit Lütfi Salcı’yı bu günlerde çok az kişinin hatırladığını düşünüyorum. Onun hayatı aslında romanı yazılacak ilginç olaylarla doludur. Gençlik yıllarından başlayıp Kırklareli’nin bir bucağında sona eren, sürgünler, maceralar, acılarla yüklü bu hikayenin kahramanı yaşadıklarına meydan okurcasına sabır ehli bir araştırmacı ve bir musiki üstadıdır. Onun bıraktığı izleri takip etmek üzere çıktığınız bu yolculukta hemhal olacağınız bir insanla karşılaşırsınız. Vahit Lütfi Salcı için bir süre önce başlayan çalışmalarımı aradığım kaynaklara erişim zorlukları nedeniyle maalesef istediğim tempoda sürdüremedim. Bu çalışmalarım sırasında onu farklı kılan özellikleri vurgulamaya, hikayesindeki parçaları bitiştirmeye çalışarak bu çok yönlü kişiyi daha iyi anlatabilmeyi, sesini yeni kuşaklara duyurabilmeyi, eserlerine ve anılarına sahip çıkılmasını istedim. Bu çabalarım bulduğum yeni kaynaklardan çıkarttığım keşiflerle giderek ilginç bir noktaya geliyor.
Aşağıda okuyacağınız yazı Vahit Lütfi Salcı'nın Trakya'da Yeşilyurt Gazetesinde 1937-1938 yılları arasında tefrika edilen Kırklareli Halk Şairleri başlığını taşıyan serinin ilkidir. Böylece merak eden okuyucuların erişimini sağlamak üzere Kırklareli Yarel Tarih sayfalarımızda paylaşmaya başlıyorum. Özgün halini bozmamaya çalışarak sınırlı düzeltmelerle yetindiğim bu metinlerin okuyuculara ilginç geleceğini ve başka araştırmacılar için önemli bir kaynak olacağını düşünüyorum. Yazılara erişmeme ve kullanmama olanak veren değerli araştırmacı Ali Arslan'a burada bir kere daha teşekkür etmeyi borç biliyorum.
Kırklareli Halk Şairleri-1
Yıllardan beri Yaptığımız(Folklar) denilen araştırma ve tetkikler neticesinden anlıyoruz ki Kırklareli'nde şimdiye kadar ismi ne tezkerelere ve nede tarihe geçmemiş ve hatta sanat ve eserleri işitilmemiş, bilinmemiş bir çok şairler yetişmiştir. Hem de bu şairlerin çok değerli eserler verdikleri ve Türk edebiyatı tarihine önemle geçmeye layık şairlerden oldukları görülüyor.
İsimleri ve eserleri böyle meçhul kalmış şairler yalnız Kırklareli'nde değil, Türkiye'nin bütün şehir, kasaba ve köşe ve bucaklarında unutulmuş kalmışlardır. Düne kadar Edirneli Nazmi'yi, Seyri'yi, Dervişi'yi, Aşık Ahmed'i, şurada burnumuzun dibinde, Çöke denilen mahalde yatan Muhiddin abdalı, İspartalı Seyrani'yi(meşhur Seyrani değil)Sivaslı Ruhsati'yi ve bunlara benzer yüzlerce ve belki binlerce Türk Şairimizi hiç bir Türk edebiyatı muhafili bilmiyorlardı. Bu hal Türk irfan ve kültürü adına ne kadar acıklı bir yoksuzluktur.
Şimdi bu şairlerden bahsetmezden evvel bunların neden böyle unutulup kalmış olduklarının esaslarını tetkik edelim. Bunun sebebi ehemmiyetle iki esasa dayanıyor. Birincisi;
Şehirli ile köylü arasında ve halk ile münevverlik taslayanlar beyninde derin bir uçurum açılmış olmasıdır. Şehirliler yalnız divan edebiyatına kuvvetle sarılmışlar, edebiyatlarında lügat olmayan ve arapça ve farsça bulunmayan her hangi bir üslup, bir yazı veya bir manzumeye iltifat etmemişler, onları cehaletle suçlandırmışlarlardır. Bu yüzden halk şairleri kendi kabuklarına büzülmüşler ve yalnız kendi alem ve muhitlerinde verimler vermişlerdir. Bunların bu suretle bütün bu verim ve eserleri kendileriyle beraber edebiyat alemimizden göçüp gitmişlerdir. Ne yazık! İkincisi;
Türkiye'de asırlardan beri sürüp gelen mezhep kavgalarıdır. Sünnilik ve Alevilik kavgaları. Her iki taraf birbirlerini insafsızca tekfir ve tekdir ediyor. Kıymetli olsa da eserlerini tezyif ile karşılıyorlardı. Bu Sünnilerle bu Alevilerin her ikisi de Türk kanını taşıyan öz kardeş oldukları halde birbirlerinden şark ile garp kadar uzaklaşıyorlardı. Aleviler, herhangi bir hususiyetlerini ve adet ve an'anelerini Sünnilere göstermeyi (Büyük günah) sayıyorlar ve bu suretle edebiyat ederlerini de çok büyük kıskançlıkla Sünnilerden saklıyorlardı ve böylece halk edebiyatı bakımından karşımıza iki mühim engel çıkıyordu. Biri açık halk edebiyatı, biri de gizli halk edebiyatı idi. Açık halk edebiyatı iltifatsızlıktan görünemiyor, gizli halk edebiyatı da mezhep kavgaları sebebiyle meydana çıkamıyordu. Musikide de aynen böyle oluyordu.
(Trakyada Yeşilyurt, s.2. 17 Mayıs 1937)
13 Ağustos 2022 Cumartesi
BİR CUMHURİYET AYDINI: HALİL TEKİN BUCAKLI’YA SAYGI
# Halil Tekin Bucaklı
Akın Güre
Unutulmayan anılar, hayatımızda iz bırakan kişiler, yaşanan yere ait kültürel ve tarihi miras saydığımız varlıklar bir şehrin ruhunu oluştururlar. Şimdiki kuşaklara bu dediklerim garip gelebilir ama bunlardan koptuğumuzda orada yaşamanın anlamından geriye çok az şey kalıyor. Kent yaşamı yaşadığımız çağda insanları farklı yerlere savurdu. Sadece tüketmeye yönelik zevkelerle doldurulmuş günlük yaşamın rüzgarına kapılmış insanlar için bu söylediklerim pek anlam ifade etmiyor olabilir. Bizler geçmişin hikayelerini anlatmaya, tarihin sokaklarında dolaşmaya devam edeceğiz. Aşağıda okuyacağınız hikaye de bunlardan biri.
Kırklareli Basın Tarihinden bir Yaprak: Özveri Dergisi:
Kent tarihine yönelik araştırmalar sırasında bazen ilginç keşiflerle karşılaşırsınız. Belki de yaptığınız işin en zevkli yanı burasıdır. Geçenlerde Kırklareli’nde basın tarihi ile ilgili çalışmalar yaparken de böyle oldu. Konuyla ilgili yazıları ararken adına ilk kez rastladığımı sandığım biriyle karşılaştım. Sandım diyorum, çünkü kim olduğunu baştan çıkartamamıştım. Nazif Karaçam, Gazete Trakya’daki yazısında bu kişiyi etraflıca anlatmaya çalışmıştı.(1) 1956 yılında yayımlanmaya başlayan Özveri dergisinden söz ederken hakkında bazı önemli bilgiler de veriyordu.
Ama önce biraz Özveri’den söz edeyim. Derginin sahibi Rıza Tagal olarak biliniyor. Yani Ali Rıza Dursunkaya ailesimden biri. Yönetim yeri, çok ilginç, Kırklareli Öğretmenler Derneği derginin. Aslında dergiyi öğretmenler çıkartmaktaydı ve yasal engelleri aşabilmek için böyle bir çözüm bulunmuştu. Yazı kadrosunda yer alan isimler, Nazif Karaçam’ın sıralamasıyla şu kişilerden oluşuyordu: Nazif Karaçam, Orhan Hançerlioğlu, Fahrettin Dağdelen, Etem Ütük, Necmettin Efe, Kamil Varlık, Fedai Can, Trakyalı Aşık Mustafa, Yüksel Güngör, Mehmet Adem Solak, Muammer Tuncer, O.Yunus Yıldırım, Muzaffer A. Özden, N.Atik, Ali Büyükhelvacıoğlu, Refik Fikret Sağnak, Rıza Yalt.
Eğitim, kültür ve sanat konularında yayımlanan bu dergiden itiraf etmeliyim ki ilk kez haberim oldu. Aynı dönemlerde Edirne’de Uluğ Turanlıoğlu tarafından çıkarılan Damla dergisini hatırlıyorum. Ayrıca yine Kırklareli’nde yayın hayatı kısa süren, 1935-1936 yılları arasında Kırklareli Halkevi tarafından yayımlanan Batıyolu dergisinden de haberim vardı. Özveri’deki yazarlardan biri Mehmet Adem Solak olunca, şu anda Güre’de yaşamakta alan değerli eğitimci ve şair büyüğümüzü arama gereği duydum. Onunla konuşurken öğrendim ki, Özveri dergisinin bir süre yazı işleri müdürlüğünü yapanlardan biri de o. Nazif Karaçam da yukarıda bahsedilen yazısının sonuna Mehmet Adem Solak’ın dergide çıkan Fukara Hasan adlı şiirini koymuştu. Bu şiir onun 1958 yılında yayımlanan ilk kitabı olan İçimde Yeşeren Bahar’da yer alıyordu:
Bu ev sekiz kişi bir Hasan
Hasan’ın sırtında su, sırtında ekmek
Bu ev tezek kokusundan kara islere dek
Hasan demek.
Alnında iki damla ter izi
Hasan bitkin gelir çalışmaktan geceleri
Elleri çatlamış sapsarı nasır
Elleri dokuz boğazın elleri.
Hasan, senin sırtına böyle yazılmış kaderin
Sabah tuz-biber akşam tuz-biber
Neylesin fukaralık bu
Yakındıkça uzar gider.
Halk Ozanı Trakyalı Aşık Mustafa:
Mehmet Adem Solak’la dergi hakkında konuşurken uzayıp giden sohbetimizin içinde ilerde ondan yazmasını istediğim ilginç anıları da dinleme fırsatı buldum. Ama konuşurken aklıma takılan asıl soru Nazif Karaçam’ın yazısında adı geçen Trakyalı Aşık Mustafa’nın kim olduğuyla ilgiliydi ve kendisini dinlerken hafızamdaki anılar birden canlanmaya başlamıştı. Yazıyı okurken asıl adının Halil Tekin Bucaklı olduğunu öğrendiğim bu kişi, Karahıdırlı Halil Bey olarak biliniyordu. Yazıda Başbakanlık Arşiv Genel Müdür Yöneticiliğinden emekli olduğu belirtilen Halil Beye , Nazif Karaçam yazdığı “Kırklareli’ni Geçmişten Geleceğe Taşıyanlar” kitabında yer vermişti.
Pekiyi, kimdi bu Karahıdırlı Halil Bey?
Adem Solak ile sohbet sırasında fark ettim ki Halil bey aslında benim ilk gençlik yıllarımda tanıdığım, babamın yakın dostu olan “Halil Amca” idi. Sabahları önümüzden geçerken babamın avukatlık yazıhanesine muhakkak uğrardı. Halil beyin gözleri görmezdi. Koluna girdiği bir yardımcısı vardı, onunla dolaşırdı. Ceketinin sağ cebinde ise, başlığı dışa gelecek şekilde katlanmış bir Cumhuriyet Gazetesi muhakkak olurdu. Yazları babama yardımcı olmak için çalıştığım bu yazıhane sohbetlerini merak ve keyifle dinlerdim.
Halil beyin hayatımda bu nedenle önemli bir yeri vardı. Ama onunla ilgili fazla bilgiye sahip değildim henüz. İngilizce öğretmenim Hüsniye Özyürek’in babası olduğunu hafızamı zorlayarak hatırlıyordum. Halil beyden herkes saygıyla bahsederdi. Çok iyi fransızca biliyordu ve sürekli kitap okuyan, dünyada ve yurta olup biteni günü gününe takip edebilen biriydi. Babamla ikisinin konuşmalarını dinlerken onların ilgi alanlarına girmek hoşuma giderdi. Bu yakınlaşma daha sonraki yıllarda benim araştırmaya, okumaya yönelmemi sağlamıştır. Bu nedenle babamın yazıhanesinde yaz dönemlerinde geçen mesai saatlerim düşünce ufkumu açan bir fırsata dönüşmüştü diyebilirim.
Şiir yazan Aşık Mustafa’nın ötesine uzanan özellikleriyle çok yakınımda olmuş biriyle yıllar sonra başka bir şekilde yeniden karşılaşmış olmam hem bir hüzün hem bir sevinç yaratmıştı içimde. Halil Amca’yı yeniden yaşatacak sihirin ne olduğunu anlamak, üstlendiğim görevin en zevkli yanıydı. Aslında bu işin katlandığınız yorgunluğa değmesini sağlayan şey de buydu. Hatırlamak yaşamı uzatmanın elimizden gelen tek yoluydu.
Şimdi Halil Tekin Bucaklı hakkında toplayabildiğim bilgilerden bahsetmeliyim biraz da.
Halil Tekin Bucak Hakkında Öğrendiklerim:
Halil Tekin Bucaklı 1903 Selanik Kozan doğumludur. Bir Osmanlı bürokratı ve Bektaşi dedesi olan Selanikli Hayrullah Efendi’nin oğludur. Eşi artık mahalle olan Karahıdır köyünden Adalet Hanımdır. Baba Vize Sancağında Nüfus Müdürlüğü yapmış, okumaya önem veren ve oğlunun iyi bir eğitim almasını isteyen biridir. 1912’de Balkan Savaşları sırasında oğlunu öğrenim için İstanbul’a gönderir. Halil Bey’in Mekteb-i Sultani’de okuduğu söylenir ama torunlarından aldığım son bilgiye göre Bursa Lisesi’ne girer ve oradan mezun olur. Daha sonra Osmanlı Devletine sivil yönetici sınıfını yetiştirmek amacıyla açılan Mekteb-i Mülkiye’ye(Siyasal Bilgiler Fakültesi) girer. Bu okulu 1927 yılında birincilik ile bitirir. Kırklareli Valiliğinde maiyet memurluğu olarak başlayan memurluk hayatı birçok ilçede çeşitli görev ve kaymakamlıklarla devam eder. Vize’nin ilk kaymakamı olur. 1937 yılında İzmir Bölgesi İş Müfettişliği, 1938 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü 6. Şube Müdürü, 1941 yılında İçişleri Bakanlığı Nüfus İşleri Umum Müdürü ve 1944 yılında Başbakanlık Arşiv Genel Müdür Yardımcılığı görevinde bulunur 1955 yılında emekliye ayrılıp Kırklareli’ye yerleşir. (2)
Devlet yönetiminde bulunduğu sıralarda çevresi tarafından prensiplerine son derece bağlı biri olarak tanınır. Çok iyi Fransızca bildiğinden Ankara’daki yüksek bürokrasi içinde “Fransız Halil” olarak tanınır. Fransızca kadar Osmanlıca’ya ve Rusça’ya da hakimdir. “Trakyalı Dertli Mustafa” “ Trakyalı Aşık Mustafa” mahlaslarıyla şiirler yazar. Bu şiirleri Özveri dergisinde yayımlanır. 1953 yılında yazdığı, Atatürk’ün naaşının taşınması sırasındaki duygularını anlatan Çakırım Destanı isimli şiiri ile ünlenir. Bu şiir Atilla İlhan tarafından bir televizyon kanalında okunur, daha sonra bestelenmek üzere Nevit Kodallı’ya verilir. Ancak bu tasarı hayata geçirilemez. (3)
Üç kız babası olan Halil Tekin Bucaklı çocuklarının kendisi gibi iyi bir eğitim almalarını ister. Kızlarından Hüsniye(Özyürek) 1946 yılında Üsküdar Amerikan Kız Kolejinden mezun olduktan sonra Kırklareli Lisesi’nde ingilizce öğretmeniliği yapmıştır. Diğer kızı Melek(Ovalı) Üsküdar Amerikan Kız Koleji mezunudur. Kırklareli siyasi hayatında kültürlü, aydın bir Cumhuriyet kadını olarak tanınmıştır. CHP kadınlar Kolu Başkanlığı yapmış, Belediye yönetiminde görevler almıştır.
Halil Tekin Bucaklı şeker hastalığı nedeniyle görme engelli olduktan sonra ölünceye kadar hayatını Kırklareli’nde geçirmiştir. Okumaya olan düşkünlüğü, Fransızca olan hakimiyeti ile bilinen, düşünceleri, eleştirileri ile aydınlar ve gazeteciler arasında saygıyla anılan bir kişi olarak itibar görmüş, meziyetleri, fikirleri, tavsiyeleriyle saygıyla anılmıştır. Atatürk devrimlerine bağlılığı ile bilinen Halil Tekin Bucaklı son günlerinde ülkeyi karanlık bir döneme sürükleyen gelişmeleri kaygıyla izlemiş, 12 Eylül 1980 askeri darbesini yapanlara karşı öfkesini dile getirmiştir. Gazeteci İsmet Solak bir yazısında o günleri şöyle anlatır :
“Kenan Evren o sırada TV'de konuşuyordu. Ve Atatürk ile söze başlıyor, Atatürk ile bitiriyordu. Halil Bey, 28 yıldır görmediği gözleriyle sanki geleceği süzüyordu:
"Bana da öyle geliyor çocuk. Sonunda, 'Atatürk, Atatürk' diye, diye
bunlar bu defa Atatürk'ü gerçekten öldürecekler. Gidişatı hiç
beğenmiyorum."
"Ben Atatürk'ün en yakınında bulunmuş, isimsiz beş sınır neferinden
biriyim. Ama, benim neler yaptığımı sorma çocuk. Bu sır benimle
toprağa girecektir. Yeter ki, o büyük dehanın izinden ayrılma, onu
anla, anlat, tanı ve tanıt. Mesele burada."(4)
İsmet Solak Hali Tekin Bucaklı’yı andığı başka bir yazsında onun sözlerini nakleder:
“Devlet Arşivleri eski Genel Müdürlerinden, akrabam da olan, rahmetli Halil Tekin Bucaklı ileri yaşlarda görme yetisini yitirmişti. Bir gün Devlet yönetimi üzerinde sohbet ederken şöyle demişti:
“Bak çocuk, bu dediğimi unutma. Büyük bir düşünür, her toplum kendine layık olan bir yönetimle yönetilir, diyor. Çünkü, onu görür, her şey ondan ibaret sanır. Oysa, insanların aklı toplumların itibar ettiği zamanlarda öne çıkarsa, o toplum kendinden de ileri bir yönetim tarzını seçebilir. Bizler, Mustafa Kemal ile bu imkana kavuştuk ve çağdaşlığı ve uygarlığı yönetim ilkesi saydık. Ha, yarın bir gün bu imkanlarımızı kaybedersek çağ dışına düşeriz ve safsataların emrine giriveririz, bunu da iyi belle.”
Halil Tekin Bucaklı kim mi? Mektebi Mülkiye’nin arşivine girerek nasıl büyük bir zekaya ve yeteneğe sahip olduğunu görebilirsiniz. Çünkü, öğrenim döneminde tüm notları tam olan bir öğrenci olduğunun farkına varabilirsiniz. O kadar zekiydi ki, “Ben Atatürk’ün sınır neferlerinden biriyim, ama görevimin ne olduğunu sorma bana. Sınır neferliği bana yeter de artar” der ve sohbeti bitirirdi.” (5)
Kırklareli’nde 2007 yılının Ekim ayında yapılan bir şiir okuma etkinliğinde kızı Melek Ovalı babasından şöyle bahseder:
"Babam Atatürk sevgisiyle dolu bir insandı. Bizi de o şekilde yetiştirdi. Bugün Atatürk'e karşı yapılan tutum ve hareketler bizi derinden yaralıyor. Birlik ve beraberlik içinde olalım. İnandığımız şeylere sahip çıkalım. Bize düşen görevleri yapalım. Ne olduğumuzu, nereden geldiğimizi unutmayalım. Her şeyden önce laik, demokratik bir ülkede yaşıyoruz. Atatürk devrimleri ve inançları yıpranmaya başladı. Babam hayatı boyunca mücadeleyi elden bırakmadı. Babamla gurur duyuyorum. O yaşamı boyunca dürüst ve namuslu bir hayat sürdü. Hiç bir zaman taviz vermedi. Bizler de onun gibi hiç bir şeyden taviz vermemek zorundayız." (6)
Bu duyarlı Cumhuriyet aydını 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı üzüntülere dayanamayıp 24 Eylül 1980 günü aramızdan ayrılmıştır.
Yazdığı şiirler şimdiye kadar bir kitapta toplanmamıştır. Kitaplığında yer alan el yazması notlarının bir kısmı bu gün torunları tarafından korunsa da zengin kütüphanesi maalesef bu gün kayıptır.
Torunlarından rica ettiğim belgeleri ve fotoğrafları daha sonra ayrıca paylaşmayı düşünüyorum. Ayrıca yakın zamanda kendisini ziyaret etmeyi planladığım Sayın Ertuğrul Karakılavuz ile bu konuda yüz yüze bir görüşme yapacağım. Yazıya son vermeden önce burada bir bilgiyi paylaşmadan geçemeyeceğim:
Gazete Trakya sayfalarından öğrendiğime göre 2017 yılının Ocak ayında yapılan Belediye Meclisi toplantısında Ertuğrul Karakılavuz tarafından Karahıdır Mahallesi’nde uygun bulunan bir sokağa Halil Tekin Bucaklı adının verilmesi talep edilir. Karar uygun bulunarak, 898. Sokağa Halil Tekin Bucaklı adı verilir. Bu karara Ak Parti grubu sokak ve caddelere ancak şehit ve gazilerin adı verilir gerekçesiyle itiraz eder ve talebe red oyu verir. Ancak Meclis oy çokluğu ile Halil Tekin Bucaklı adının verilmesini kabul eder. (7) Kendisiyle telefonda görüştüğüm Ertuğrul Karakılavuz bununla ilgili Meclis kararının elinde olduğunu bana söyledi. Ancak benim Karahıdır Mahallesi için yaptığım harita taramasında maalesef bu sokağın adı hala 898. Sokak olarak geçmekte. Demek oluyor ki Belediye Meclis Kararına rağmen sokağın adı hala eskisi gibi durmaktadır. Ancak işin daha ayıbı Halil Tekin Bucak gibi değerli bir Cumhuriyet aydını, Atatürkçü bir büyüğümüzün, Cumhuriyet Yönetimi’ne hizmetleri geçmiş değerli bir bürokratın adının kent merkezinde bir cadde veya sokağa verilmemiş olmasıdır. Bu konunun takipçisi olacağımı buradan duyurmak isterim.
Notlar:
(1) Nazif Karaçam, Bir Zamanlar Kırklareli’nde “Özveri” Dergisi Çıkardı, Gazete Trakya 23.3.2006.
(2) Vikipedi Halil Bucaklı maddesi; Nazif Karaçam Kırklareli'ni Geçmişten Geleceğe Taşıyanlar, 2014 Edirne.
(3) Çakırım Destanı Şiiri değerli dostum Hasan Çalıkuşu tarafınadan bana gönderilmiştir. Onu Kırklareli Yerel Tarih Grubunda Hasan Çalıkuş’nun bir çalışması olarak ayrıca paylaştım. Bu yazı için şimdilik elimde bulunan tek fotoğrafı da ondan aldım.
(4) İsmet Solak www.zohreanaforum.com. 21.01.2009
(5) İsmet Solak, 24 Saat Gazetesi, 20.4.2016
(6) Melek Ovalı, Gazete Trakya, 4.10.2007
(7) Gazete Trakya Haberi Şehit Özüpek'in adı sokağa veriliyor 5.01.2017
11 Ağustos 2022 Perşembe
HİLMİ GÖKER’ İN VİTRİNİ KIRKLARELİ’ DEN PORTRELER HİLMİ GÖKER
KIRKLARELİ’ DEN PORTRELER Prof. Dr. KAMURAN AVCIOĞLU
Ahmet Rodopman
Trakya’ da son günlerde görülen Tarla Tırtılları ile ilgili bilimsel nedenleri araştırırken, bunların Güneş Lekeleri ile ilgili olabileceği öne sürüldüğünü duyunca, Üniversite yıllarımda okuduğum bu konuda yapılan çalışmaları tekrar gözden geçirme gereksinimi gündeme geldi. Doğru hatırlamışım. O yıllarda bir hayli merakımı çeken şu güneş lekeleri konusunda İstanbul Üniversitesi Gözlemevi Araştırma ve Uygulama Merkezinde yapılan ve uluslar arası Kongrelerde önemli ses getiren çalışmaları bir kez daha gözden geçirdim. Bir başka yazımda beni çok heyecanlandıran Astronomi, Astrofizik ve Uzay Bilimleri ile ilgili olarak İstanbul Üniversitesi Astronomi Enstitüsünden söz edeceğim. 1933 yılında ve sonrasında Almanya’ dan Mustafa Kemal Atatürk ‘ ün özel girişimleri ile gelen dünyaca ünlü bilim insanlarının insanüstü uğraşmaları ile kurulan bu Enstitü’ ye o günün koşullarında en iyi teleskoplar getirilerek zamanının önemli konusu olan güneş lekeleri incelenmiş ve yapılan bilimsel gözlemler tüm dünya literatürüne geçmiştir.
Özel olarak yaptırılıp getirtilen bu özel teleskop sayesinde Türk bilim insanları Dünya çapında saygın bir noktaya gelmişlerdir. Özellikle 1955 yılından sonra bu teleskopta genç ve çok meraklı bir hanım bilim kadınımızın oturup günlerce değil, aylarca değil yıllarca güneş yüzündeki lekeleri incelediğini öğrenince, bu bilim insanını merak ettim. 30 yıl kadar önce hakkın rahmetine kavuşan bu değerli insanın Prof. Dr. Kamuran Avcıoğlu olduğunu ve sevgili Kırklareli’ miz de doğup büyüdüğünü biyografisine ulaşınca öğrendim. Merakım kat be kat arttı. Araştırmalarımı daha da derinleştirme gereksinimi duydum. İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, Fen Fakültesi dokümanlarından bulabildiğim bilgileri sizlerle de paylaşmak istedim.
Sanırım Kırklareli’ de çok bilinmeyen değerli bilim insanı Prof. Dr. Kamuran Avcıoğlu’ nu ‘’KIRKLARELİ’ DEN PORTRELER’’ bölümümüzde tanıtarak, bu topraklarda doğup, büyümüş, sonra uzaklaşsa da gönlümüzden kopmamış yüzlerce değerli insanımızın da zamanla sayfalarımızda yer alacağını, bunun içinde sizlerden de öneri ve bilgi isteğimizi bir kez daha yinelemek istiyorum. Kentimize değer katan değerlerimizi tanıyalım, tanıtalım, unutmayalım.
Kamuran Avcıoğlu, 9 Nisan 1932 tarihinde Kırklareli’ de doğdu, ilk okulunu Kırklareli’ de okuyup, orta öğrenimini Kandilli Kız Lisesinde yaptıktan sonra 1952 yılında kaydolduğu İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Astronomi dalından 1955 yılında mezun oldu. 1955 yılında Kürsünün başında bulunan Prof. Dr. Gleissberg, Kamuran Avcıoğlu’ nu Astronomi Kürsüsüne asistan kadrosuna almıştır. 1959 yılında doktor unvan’ ını almış, 1967 yılında ‘’HD 217050 yıldızının spektrel incelenmesi’’ konulu tezi ile doçentliğe, 17 Mayıs 1980 yılında ‘’P Cygni atmosferinin spektrel analizi ve yapısı’’ adlı takdim tezi ile Profesörlüğe yükseltilmiştir. Prof. Dr. Metin Hotinli’ nin emekli olmasından sonra Bölüm Başkanlığı’ na atanmıştır. 1957-1958 ile 1963-1964 öğrenim yıllarında ve Şubat 1967, Temmuz-Ağustos 1970, Ağustos-Eylül 1975 tarihinde, Paris, Meudon Rasathanesi Dr. Herman’ ın Spektroskopi Servisiínde, 1 Ağustos- 20 Eylül 1980 arasında da Paris, İnstitut dí Astrophysique’ de Dr. Underhill ile çalışarak bilimsel incelemelerde bulunmuştur. 1971-1978 yılları arasında Fen Fakültesi Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Kamuran Avcıoğlu, 1987-1990 yılları arasında da Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölüm¸ Başkanlığı’ nı yürütmüştür. Prof.Dr. Kamuran Avcıoğlu, İstanbul Üniversitesi Gözlemevi Araştırma ve Uygulama Merkezinin kurucusudur. 1990 yılında kurduğu bu Merkezín Müdürlüğünü de vefatına kadar sürdürmüştür. Astronomiye ne kadar çok gönül verdiğini biricik kızına Feza ismini vermesinden de anlayabiliyoruz. Prof. Dr. Kamuran Avcıoğlu Türk Astronomi Derneği kurucularındandır ve uzun yıllar Yönetim Kurulu üyeliği yapmıştır. Ayrıca Uluslararası Astronomi Birliği, Türk Matematik Derneği ve Üniversiteli Kadınlar Derneği üyesidir ve uzun yıllar bu derneğin Sekreterliğinde bulunmuştur. 26 Ocak 1988 tarihinde seçildiği Fen Fakültesi Dekanlığı görevini hayata gözlerini yumduğu 30 Ocak 1991 tarihine kadar sürdürmüştür.
KIRKLARELİ’ DEN PORTRELER REFET RODOPLU YOLU KIRKLARELİ İLE KESİŞEN ÇOK YÖNLÜ BİR BALKANLI
Ahmet Rodopman
Çocukluğumda evimizin penceresin de otururken ağır ağır yürüyen, beyaz saçlı iyi giyimli, nazik ve sakin bir kişiydi geçen evimizin önünden. Karşılaştığı kişilere selam verişi, biz çocuklara davranışları oldukça saygı duyulacak şekilde idi. Bir gün babam eve bu kişi ile konuşarak geldiğinde sormuştum. Kim bu arkadaşın diye ? ‘’Çok iyi, bilgili bir kişidir, Bulgaristan’ da öğretmendi. Buraya gelince Bucak müdürü oldu’’ demişti. Bizim evimizin biraz ilerisinde oturduğunu sonradan oğlu ile arkadaş olduğumuzda öğrenmiştim. Ahmet Rodoplu benden bir, iki yaş daha büyüktü ama liseyi bitirinceye kadar güzel bir arkadaşlık yapmıştık. Oldukça genç yaşlarında hayata veda ettiği haberini alınca çok üzülmüştüm.
Arkadaşımın babası olan Ahmet Refet Rodoplu’ yu ‘’Kırklareli ile yolları Kesişenler’’ bölümümüzde anlatmak ve bilmeyenlere hatırlatmak istedim. Kendisinden önce rahmetli babası Svilengrad (Mustafa Paşa), ve Eğri Dere Müftüsünü anlatırsam sanırım nasıl bir aile ile tanıştığınızı daha iyi anlayacaksınız umarım ki.
Re’ fet olarak bildiğimiz (asıl adı Ahmet olan Refet Rodoplu, gazetecilik yaparken takma ad olarak Re’fet adını kullanmıştır. Re’ fet, sözlük anlamı olarak merhamet, acımak, yüce gibi anlamları içerir) Re’ fet Rodoplu' nun babası Balkan Savaşları sırasında (1912-1913) bütün Kırcaali ve Rodoplar bölgesinde tanınan ve sevilen bir din ve hukuk adamıdır. Halkın tüm sorunlarını en hakkaniyetli şekilde hallettiği için, herkesin güvenini sağlamıştır. Benim kayın validem ile komşuluk yaptığı o zamanlarda, anlattığına göre kız kaçırmaların da bile, gelin olacak kız için en emniyetli yer olarak Hasan Vehbi Rodoplu hocanın evi görüldüğü için düğüne kadar müftünün evinde misafir edilirmiş.Bölgesinde sözüne güvenilir ve inanılan bir kişi olarak nam salmış. Balkan Savaşları sırasında Osmanlının çektiği sıkıntıları görüp, yardımcı olmak için halktan para toplanmaya çalışılmış. Çarpışan askerlere destek olmak üzere toplanan sarı liralar 2 heybe dolusu yaklaşık 30 kilo civarında olmuş. Etraf Bulgar çetecileri ile dolu olduğu için 125 kilometre kadar yolu salimen geçmesi ve altınların eksiksiz teslim edilmesi için halk en güvendiği kişi olarak Hasan Vehbi Hocayı uygun bulmuş. Müftü etrafından helallik alıp çok tehlikeli olan bu yola tek başına katırına altınlar yükleyerek çıkmış. Bildiği patika yollardan, dikkatlice geçerek güç bela Gümülcine’ deki Türk Elçiliğine gelmiş.. Ancak oradaki büyükelçi, bu kadar parayı almaktan çekinmiş olacak ki, burası artık Bulgaristan sınırları içinde sen bu altınları Sofya’ daki Türk Elçiliğine götür diyerek, müftüyü bir haftada geldiği yoldan geri göndermiş. Aç susuz yola çıkan Hasan Vehbi Hoca oldukça zahmetli bir yolculuktan sonra Sofya’ ya varıp o sırada Sofya’ da sefir olan,Fethi Okyar’ a altınları eksiksiz teslim ederken odaya sefarette askeri ateşe olarak bulunan kolağası(yarbay) genç bir Türk subayı girer. Fethi Okyar durumu anlatınca gözleri dolan ve müftüye sarılan subayın ağzından şu kelimeler dökülür. – ‘’Böyle evlatlara sahip bir milletin arkası hiç bir zaman yere gelmez. Der. İşte o subay, Mustafa Kemal’ dir.
Millete inancı hiç eksilmeyen Mustafa Kemal Atatürk uzun yıllar sürecek milletini kurtaracak savaşlara girip, muzaffer bir şekilde çıkıp, bizlere Türkiye Cumhuriyetini emanet ederken Bulgaristan’ da kalan Türk soydaşlarımız da tüm zorluklara göğüs gererek varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Biz tekrar Ahmet Re’ fet Rodoplu’ ya dönecek olursak, 1901 yılında Eğri Dere’ de doğmuştur. Babası Svelingrad’ da müftü iken ilk öğrenimini burada bitirmiştir. Ardından Eğri Dereye gelen ailesinin yanında Türk Rüştiyesini, Plovdiv’ de de İdadiyi(Bulgar Lisesi) bitiriyor. Birinci dünya Savaşının sürdüğü o yıllarda eğitimine devam edemiyor ama okumayı, öğrenmeyi çok seven bir kişi olarak kendisini geliştiriyor. Kırcaali Türk Rüştiyesinde öğretmen olarak ders vermeye başlıyor. Daha sonra ayni okulda müdür olup görevine devam ediyor. Bu arada değişik yayın organlarında etkili fikir yazıları yazıyor. Özellikle Bulgaristan Türk azınlığının hakları ve kültürel gelişmesi için yazdığı yazılardan Bulgar yönetimi rahatsız olup, hakkında idam cezası verilmesi nedeni ile, ailesi ile birlikte 1933 yılında Türkiye’ ye göç etmek zorunda kalıyorlar..
Kıklareli’ ye gelen Ahmet Re’ fet bey Babaeski ve Lüleburgaz yörelerinde bucak müdürlüğü, kaymakam vekilliği, Belediye Başkan Yardımcılığı yaptığı sırada da sürekli gazete ve dergilerde yazılarını yazmıştır. Emekli olduktan sonra İstanbul Bakırköy’ e taşınan yazarımız burada sosyal sorumluluğu nedeni ile boş durmamış değişik dernek ve cemiyetlerin yardım çalışmalarına katılmıştır. Rodop-Tuna Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği Onursal Başkanlığını ömrünün sonuna değin yapmıştır.Bunun yanında Halk Evleri Derneği, Mustafa Kemal Derneği, Türk Basın Birliğinde aktif olarak çalışmıştır. Türkiye’ ye geldikten sonra başlıca, Trakya’ da Yeşilyurt, Edirne Postası, Batı Trakya, Önder, Hür Fikir,Yeni Fikir, Ulus, Vize Postası, Anayurt, Birlik, Özdilek gibi gazete ve dergilerde sürekli yazılar yazmıştır. Pek bilinmeyen bir özelliği ise Türkiye’ de Esperanto dilinin gelişip, yaygınlaşmasında büyük hizmetleri olmuş, üzerinde ilginç çalışmalar yapmıştır. Değişik zamanlarda yazıp bastırdığı 10 a yakın kitabı bulunan Ahmet Re’ fet Rodoplu Türk ulusuna gazeteci, yazar, idareci ve sivil toplum çalışanı olarak 59 yıl aralıksız hizmet etmiş olup 10 Nisan 1984 yılında İstanbul’da hakkın rahmetine kavuşarak toprağa verilmiştir.
KIRKLARELİ’ DEN PORTRELER ABDULLAH NACİ ERÇETİN PEK ÇOĞUMUZUN MANDOLİN ÖĞRETMENİ ve KÜTÜPHANE MÜDÜRÜMÜZ
Ahmet Rodopman
Hatırlatıcı bir resmini henüz bulamadığım, ama pek çoğumuzun hafızalarında olan Çocuk Kütüphanesi müdürü ve Kırklareli’ deki pek çok çocuğa müzik bilgisi ve sevgisi aşılayan mandolin öğretmenimiz Abdullah Naci Erçetin’ i anımsadınız sanırım. Mandolin, çocuk kütüphanesi ve sevgili kızı Candan Erçetin’ in resimleri zaten yeteri kadar ip ucu vermiştir hatırlamanıza. Ama resmi elinde bulunan bir arkadaşımız bana internet yoluyla gönderebilirse çok sevinerek biyografisine eklerim.
Kırklareli’ de tanıdığımız her biri birbirinden değerli, dürüst ve insancıl olan Köy Enstitülü öğretmenlerden biri olarak hepimizin gönlüne girmiştir. 1957 den 1976 yılına kadar neredeyse mandolin’ i Kırklareli’ nin milli enstrümanı olarak görmemizi sağlamıştı.
Değeri yıllar sonra daha da iyi anlaşılacak olan sevgili Abdullah Erçetin 20 yıla yakın tek başına bir ordu gibi çalışarak küçüklere müzik bilgisi ve zevkini aşılamıştır. Aynı zamanda da çocuk kütüphanesinde onca çocukla baş edip her birinin isteklerini yerine getirme, ödünç kitap verip takip etmeyi de başarabilmiş küçük şehrin büyük insanlarından biri olmayı başarmıştır. Ondaki bu çalışma disiplini ve fedakarlığı Köy Enstitülerindeki yapma ve yaratma duygusundan mı kaynaklanıyordu yoksa kendine has bir insan severlik ile birlikte ülkesi için daha çok şeylere değer gördüğü çocukları eğitmek, onlara bir şeyler öğretebilmek tutkusundan mı kaynaklanıyordu bilemiyorum. Yıllarca bıkmadan usanmadan bu görevini içtenlikle yapmış olmanın huzuru ile yatıyordur şimdi gittiği yerde diye düşünüyorum. Onu kendi cennetinde daha da mutlu etmek istiyorsak onun ve önderi Mustafa Kemal Atatürk’ ün istediği gibi birer fert olmalı ve yeni bir nesil yetiştirmeliyiz
Abdullah Naci Erçetin bizim kuşağın olduğu gibi benimde en değerli portrelerimden biri olarak kalmıştır hafızamda. Onu çok daha ayrıntılı olarak yazmak isterdim bu bölümde ancak ne yazık ki istediğim kadar veriye ulaşamadım. Şimdiye kadar da Abdullah beyle ilgili yazılmış bilgi elde edemedim. Onu en iyi anlatan sevgili kızı Candan Erçetin olabileceğini düşünerek, onun babasının ölümünde tabutu başında verdiği şu önemli saptamalarını vermekle yetinmeyi düşündüm. Kırklareli’ nin yetiştirdiği bu değerli insanın hepimizin üzerinde emeği ve verdiği değeri düşünerek saygı ve minnettarlık duygularıyla anıyorum. Kentimize değer katan kahramanlar asla unutulmamalıdırlar.
1927 yılında Kırklareli İnece köyünde doğan efsane müzik öğretmenimiz Abdullah Erçetin, 2 Haziran 2010 günü 83 yaşında hayata gözlerini yummuştur. Kırklareli’ de Büyük Camii ‘ de kılınan öğle namazından sonra doğduğu topraklar olan İnece beldesinde toprağa verilmiştir.
Candan Erçetin, ebediyete yollarken, babasının mükemmel bir Cumhuriyet çocuğu olduğunu ifade ederek, “Atatürk ilkelerine bağlı Cumhuriyetçi gençler yetiştirdi. Yaşlılığın getirdiği zorluklar nedeniyle vefat etti” ğini belirttiği konuşmasında, babasının son bir aya kadar sağlık durumunu iyi olduğunu söylemiştir. Yaşı nedeniyle son zamanlarda kemik erimesi tedavisi de gördüğünü belirten Erçetin şunları ilave etmiştir. “Babam mükemmel bir Cumhuriyet çocuğuydu. Atatürk ilkelerine bağlı Cumhuriyetçi gençler yetiştirdi. Bu konuda çok özveriliydi. 1957 ile 1976 yılları arasında müzik öğretmenliği yaptı. Babam duyarlı bir insandı ve öyle yaşadı. Son zamanlarında dahi, siyaset, ekonomi ve güncel olayları takip ediyordu. Ben çok mutluyum, öyle bir babanın eğitiminden geçtiğim için. Sanıyorum Köy enstitülerinin son kalan birkaç neferinden biriydi.
Yolun ışıklarla dolsun, mekanın Cennet olsun kentimin vefakar, cefakar Cumhuriyet öğretmeni. Seni unutamayız .
İKİ ŞEHRİ BAĞLAYAN TARİHİ BİR CADDE TIRNOVA CADDESİ
Ahmet Rodopman
Ömrümün ilk 18 yılını geçirdiğim bu cadde hala sık sık rüyalarıma girmekte. Evimiz tam da Tırnova Caddesinin, Yanık Kışla Caddesi yol ağzında idi. Kadı Camii, Kadı Çeşmesi ve Ahmet Mithat İlkokulu karşısında yaşı tahminen 200-300 yıllık bir evde doğup büyümem beklide eskiye ve eski eserlere bu kadar hassasiyetimi de oluşturmuştur diye düşünüyorum. Çocukluğum Balkanlardan odun ve tomruk getiren kamyonları seyredip, gelip geçen insanlara pencerenin önün de oturup, öyküler yazarak, yakıştırarak geçmişti. Biraz daha büyüyüp meraklarım artınca neden bu isim konulmuş diye sorduğum da, ‘’Bulgaristan’ da bir şehirmiş’’ yanıtını alırdım. Doğruydu. Ama bana yetmemişti hiç bir zaman. Bulgaristan’ ın neresinde, nasıl bir şehir, neden onca şehir varken bu şehir ismi verilmişti ? Sanırım Kırklareli’ nin ilk ve en önemli caddesi olarak hizmet vermişti uzun süre. Hatta bir ara 1960 larda, transit turist yolu olarak düşünülüp, genişletilmeye çalışılmıştır. Yıllar boyunca aklımı kurcalayan bu sorulara yine en değerli arkadaşlarım olan kitaplarım yanıt verdiler. Edindiğim bilgiler bana göre ilginçti. Hele tarihsel ve toplumsal bağlantıları da kurunca daha bir anlamlı geldiler.
Biliyorum. Bazı arkadaşlarım yine uzun yazmışsın diye bana gönül koyacaklar. Ama nasıl kısa yazabilirim ki, biri 8.000, diğeri 5.000 yıllık bu iki şehrin hikayesini. Neresinden başlasam uzun olacak, ama neresini kısaltabileceğimi bende karar veremiyorum. Ancak okuyunca tamamını, sizlerde neymiş bu Tırnova. Neden şimdiye kadar öğrenmemişim diyeceksiniz.
Tırnova tek başına ne anlama geliyor bilemiyorum. Bulgarca da Tarnova olarak geçiyor. Yaklaşık günümüzden 5.000 yıl gerilere tarihlenen bu şehre, ne zaman ve ne için bu ad verildi bulamıyorum. Ancak, tarihsel bilgilerim ve duygusal bakışım sanki Tırnova’ nın çok eski Türk boyları yerleşimi olduğu hissini doğuruyor bende. Nerelerden geldikleri bilinmeyen Trak Boylarının mı, yoksa Karadeniz’ in kuzeyinden gelip Balkanlara sarkan eski Türk kavimlerinin bir yerleşkesi mi olduğunu bilemiyoruz. Ama isim olarak Türkçe ses uyumuna uygun bir söylenişi olduğu gibi, Türklerin yerleşim için seçtikleri diğer beldelerin özelliklerini de kapsıyor. Veya ben öyle düşünüyorum ki Istranca sıra dağlarının güneyine yerleşen Trak Boyları pek çok yere ulaşabildikleri gibi sıradağların kuzeyine de gidip Tırnova’ yı bir yerleşke olarak kurup orada yaşamış olabilirler.
Benim de küçükten beri ilgimi çeken yanları; Kırklareli’ nin coğrafi olarak kuzey doğusunda kalan Tırnavo’ nun özellikleri Kırklareli’ ye çok benzediği için sanıyorum. İki şehirde iki tepe üzerine kurulmuş ve ortalarından birer su yolu geçmekte ve bu suyolunun kenarında uzanan tarihi yolla birbirine bağlanıyorlar.
Nasıl ki Kırklareli Kırklar Tepesi ile, Yayla tepesi ve aralarından akan Bağlıca Deresi ile ilk insanların beğenerek yerleştikleri bir yerse, Tırnavo şehri de Tsarevets ve Trapezitsa tepeleri ile bu tepelerin arasından akan Yantra Nehri’ nin oluşturduğu bir başka yerleşim yeri. Resimlerine bakınca da bu benzerlikler açıkça görülüyorlar. Hele beni en şaşırtan benzerliklerinin başında; Kırklareli’ de Kırk Şehitler Tepesi olduğu gibi, Kırk Şehitler Camii olması ve bununla ilgili onlarca menkıbe ve efsane yazılmasının yanı sıra, Tırnova’ da ise, Kırk Şehitler Kilisesi’ nin bulunması oldu.
Tırnova Caddesinde Kırklareli Merkezinden başlayarak Tırnova şehrine yapacağımız yolculuğumuza çıkmadan önce Tırnova ile ilgili bazı bilgilerimizi tekrar gözden geçirmemiz iyi olur sanırım.. Şöyle tarihin derinliklerine doğru giderek şehri biraz tanımaya çalışalım diye düşünüyorum.
Tırnova’ da yapılan arkeolojik kazılar bu bölgenin M.Ö 3.000 yıllarından başlayarak sürekli bir yerleşim alanı olduğunu bize belirtiyor. Şehirde bulunan eski paralardan bu topraklarda kimlerin yaşadığını anlıyoruz da, kimlerin kurduğuna dair pek ip ucuna rastlayamıyoruz. Roma Dönemi kalıntılarına yer yer rastlansa da, Tırnova’ da Kırklareli gibi istilacıların, göçmenlerin bir geçit yeri olduğu için yerleşik bir kültür bırakmamışlardır. Bir Roma kenti olarak uzun yıllar yaşayan Tırnova, Orta Çağ boyunca küçük fakat kanlı bir geçmişe sahip. II. Bulgar İmparatorluğunun merkezi durumunda olmuş, doğal savunma olanakları nedeniyle pek çok savaşlardan uzak kalmıştır.
Tırnova ilk kez Yıldırım Beyazıt zamanında veziri azam Candarlı Ali Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılmış, ancak kısa bir süre sonra Çar Şişman Ivan’ a anlaşma gereği geri verilmiştir. 1393 yılında bizzat Yıldırım Beyazıt’ ın kuşatması sureti ile ikinci kez alınmış ve 485 yıl Osmanlı İmparatorluğunun kuzey Balkanlar’daki önemli bir yol kavşağı ve şehri olarak kalmıştır. 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus savaşından sonra kurulan Bulgar Krallığına bırakılmıştır.
Osmanlı’ nın hakimiyeti altında geçen bu 500 yıla yakın süreçte Tırnova en görkemli günlerini geçirmiştir. Merkezi konumda olması nedeniyle ticareti gelişmiş, Macaristan’ dan, İtalya’ dan tüccarlar gelip yerleşerek, çok değişik ürünlerin toplanıp dağıtıldığı işlek bir Pazar haline gelmiştir. Bu yıllarda güneye ve kuzeye ulaşan yolların da kavşak noktalarında olmaları nedeni ile Kırklareli’ de büyük bir atılım yaparak ticaret yolları ile ilgili olarak gelişme kaydetmiştir. Kırklareli’ de de Rum ve Yahudi tüccarlar gerek bölgenin tarım ürünlerini pazarlama, gerekse İstanbul ve Edirne’ den gelen yabancı malların Tırnova pazarlarında satışı ile oldukça büyük birikimler sağlamışlardır. Benzerliklerinden ikisi de aynı yıllarda Kırklareli ve Tırnova’ da ipek böceği yetiştiriciliği ile ipek ve bağların kurulması ile üzümcülüğün ve şarapçılığın geliştiğini görüyoruz. Hatta 1890 larda Şark Demiryolları şirketince Kırklareli’ den Tırnavo’ ya uzanacak demir yolu bağlantısı bile düşünülmüş ancak Balkan Savaşlarının çıkması nedeniyle yapılamamıştır.
Tırnavo’ nun bir tiaret merkezi olarak ilerlemesi ile nüfusu bir hayli artmıştır. Osmanlı’ nın yıllık defter kayıtlarına göre 1600 lü yıllarda toplam nüfus 10.000 civarında iken 1850 li yıllara gelindiğinde 15.000 i geçtiğini düşünürsek, Kırklareli’ nin nüfusundan her zaman iki, üç kat fazla olduğunu anlayabiliriz. Genellikle bu nüfusun % 45 i Müslüman olmasının yanında diğer bölümünü Bulgarlar, Rumlar ve Yahudiler oluşturmaktadır.
Dengeler, zenginlikler ve güzel günler bu şekilde sürerken hiç yoktan çıkan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı her şeyi altüst ettiği gibi Tırnova’ yı ve bağlı olarak da Kırklareli’ yi tarumar etmiştir. Bir yıl süren ve önce Ayastefenos ardından Berlin Antlaşmaları ile Tırnova tamamen elden çıkmıştır. Kırklareli’ nin de Tırnova ile olan tüm ticari ilişkilerinin sona ermesi ile her iki şehirde büyük bir nüfus ve varlık eksilmesine uğramıştır. Bu durumu her iki şehirde zenginliğin göstergesi olan büyük ve güçlü yapılar azalırken, başlayan Balkan göçleri ile de Müslüman nüfus, dini yapı ve gelenekler yok olmaya başlamıştır. 1878 yılında yapılan Berlin Anlaşması sırasında Tırnova’ nın toplam nüfusu 11.314 kişi olmasına karşın Müslüman sayısı 688 e inmiştir.
Savaş sonrası kurulan Bulgaristan Presliğinin ilk başkenti ve oluşturulan Bulgaristan Meçlisinin ilk kurulduğu yer olmasının yanında, ilk Bulgaristan Anayasası olan Tırnova Anayasası da burada yapılmış ve uygulamaya sunulmuştur. İlerleyen yıllarda Bulgaristan’ ın şekillenmesine bağlı olarak başkent Sofya’ ya taşınmış, Tırnova ise turizm, el işleri ve sanayi ürünleri imalatı konusunda önemli yol kat etmiştir. Ancak bu yıllarda gösterdiği gelişmelerden ne yazık ki Kırklareli’ nin payına bir şey düşmemiştir. Hatta Dereköy sınır kapısı bile 1970 ler gibi son zamanlarda açılabilmiştir. Geçmişteki o güzel ve bereketli yıllardan geriye hala en eski ve anlamlı olan Tırnavo Caddemiz kalmıştır.
Tırnova Caddesinin Kırklareli’ de kalan başlangıcı 1915 yılında efsane belediye başkanımız olan Muhittin Özenbaş’ ın büyük gayreti ile Avusturyalı bir mimara modern şehircilik anlayışına göre çizdirdiği plan gereği, Büyük Cami ve Arastanın bulunduğu Cumhuriyet Meydanından başlamaktadır. Bu planda, Cumhuriyet Meydanından başlayıp güneş ışınları gibi yayılan 7-8 cadde daha oluşturulmuştur. Halen de bu düzen varlığını zor da olsa korumaktadır. Tırnova Caddesinin başlangıcı bugün Yapı ve Kredi Bankasının karşısındaki Şevket Dingiloğlu Parkının köşesinde yer alıp geriye doğru büyük bir alanı içine alan Trakya’ nın meşhur Macaraki ailesine ait olan büyük Menzil Hanından başlamaktadır. Bu han Kırklareli’ den Bulgaristan, Romanya, Eflak, Boğdan, Moldava, Basarabya, Ukrayna’ ya varıncaya dek kullanılan yolun en büyük hanı olmasına karşın, bu yolun işlevsiz kalması ile çalışamayınca belediye tarafından istimlak edilmiştir.
Sağa ve kuzeye doğru bir kavis yapıp solunda Gümrük Hanı(sonradan İnci sineması olmuştur, şimdide yerine iş hanı yapılmıştır), solunda Kadı Camii, karşısında Kadı Çeşmeyi geçip yokuş yukarıya Ahmet Mithat İlk Öğretim Okulunun önünden devam etmektedir. Gerdanlı Çeşmesinin tadına doyulmaz suları içilip kente veda edilince ve Istranca Tepelerinin kıvrılarak yükselen yolunda gidilmeye başlanır. Eskiden tamamen bağlık ve ormanlık olan bu alan ne yazık ki bilinçsiz tarım ve ağaç kesimi nedeni ile şehrimizde oldukça uzaklara gitmiştir. Yolun sağ tarafında kentimizin korunması için 1877 yıllarından önce yapımına başlanıp, savaşların ilginç gelişmeleri nedeniyle hiç kullanılamadan harabe haline gelmiş Seyfioğlu Tabyalarını geçip, şimdi baraj gölü altında kalan çocukluğumuzun meşhur Çağlayan’ ının köprüsünden geçtiğimizde artık kendimizi ormanın içlerinde hissedebiliriz. Kuruköy , Dereköy geçildikten sonra ulu orman ağaçlarının bir tünel haline getirdiği yoldan sınır kapısına varılmak için 55 kilometre gibi bir yolu geçmeniz gerekiyor. Dereköy sınır kapısından çıkılması ile Tırnavo Caddesinini Türkiye topraklarındaki seyrimiz bitmiş oluyor. Bundan sonra bir kaç daha kısa yol olmasına karşın en rahat gidiş 307 kilometre kadar tutan Burgaz üzerinden Tırnova(yeni ismi ile Veliko Tırnavo ‘’Büyük Tırnavo’’) ya varılmış olunuyor.
İşte kentimizin Tırnavo Caddesi’ nin öyküsü. Hala ismini, tarihini, tozunu, buzunu merak edenler varsa, 350 kilometre kadar yol gidip gördüklerini bizlerle paylaşırlarsa sevinirim.
*Birinci resim, Felix Kanitz in 1870 li yıllarda yaptığı Tırnavo resmi. İki tepe ve nehir. Sonuncu resim Kırklareli' den çıkış Gerdanlı Çeşmesi
Diğer resimler Tırnavo’ nun değişik yerlerinden görüntüler ve Kırk Şehitler Klisesi.
ÖLÜMÜNÜN 40. YILINDA AŞIK ALİ TAMBURACI
Ahmet Rodopman
Kırklareli’ de Halk Müziğinin geçmişi oldukça eski, uygulamaları bir hayli geniş olmasına karşın halk müziği sanatçılarımızı ne yazık ki tanıtıp, günümüze kadar getirememişiz. Hatta kırsal kesimimizde ismi unutulan saz ve söz sanatçılarımızı yok saymamız nedeniyle toplu bir arşiv dahi elimize ulaşamamıştır.
Özellikle yaşı 60 ı geçen arkadaşlarımızı çok daha iyi hatırlayabilecekleri bu konuda iki üstadımız vardır ki bir birinden değerli. Bunlardan ilki Vahit Lütfü Salcı ise, İkincisi Tamburacı Aşık Ali Tamburacı’ dır diyebiliriz.
Vahit Lütfü Salcı yaşı ve ilgilendiği konuların değişikliği nedeni ile çok daha tanınır olmuşsa da ondan 16 küçük olan Aşık Ali Tamburacı’ nın hem hocası olmuş hem de birlikte çalışarak pek çok eserin yaratıcılığını yapmışlardır.
1982 yılında Kırklareli’ de hakkın rahmetine kavuşan ustamız, öz be öz Kırklareli ‘li olup 1889 yılında bu topraklarda gözlerini açmıştır. 83 yaşına değin de sevgili Kırklareli’ mizde yaşamış, onun bağrından ezgiler derlemiş ve söylemiştir. Bu yıl 40. Ölüm yılı olan aşık Ali Tamburacı’ yı Kırklareli’ de unutulmaya terk edilmeden analım, hatırlatayım dedim. Derlediği eserden söz edelim ki, radyoda, yolda, düğünde, dernekte bu eserler kulağınıza geldiğinde değerli hemşerimiz Aşık Ali Tamburacı’ yı da anmış olabilelim. Ben Rahmetli aşık ali Tamburacı’ yı 1979-1980 yıllarında Kırklareli’ de değerli kayınpederim Necdet Günay’ ın terzi dükkanında tanımıştım. Bir hayli yaşlılık günlerinde olmasına karşın hala elinde sazı, dilinde türküleri çalıp, söylüyordu. Özellikle ramazan ayında geceleri dükkana gelip etrafı şenlendirirmiştir. Şimdi, o kadar yakınında iken neden söylediklerini kaleme kağıda ve de kayda geçirmediğim için dertlenip duruyorum. Sözlü tarih çalışmalarının ve Halk Bilimi ile ilgilenenler için önemli bir kaynak olabilirdi diye düşünüyorum.
Yine bir çok değerimizden daha şanslı diyebilirim Aşık Ali Tamburacı için. Çok az sanatçımıza nasip olan broş bir heykeli Fahri Kasapoğku caddesindeki bir kavşakta bizlere kendini hatırlatıyor. Sevindirici bir kararla Kırklareli Belediyesi, Karaca ibrahim Mahallesinde de bir sokağa Aşık Ali Tamburacı ismini vererek değerli halk ozanımızı onore etmiştir.
1899 yılında Kırklareli’ de doğan sanatçımızın sazdan daha kısa saplı halk müziği çalgısını kullanmaya ne zaman başladığını bilemiyoruz. Ancak onun 7 yaşında, şimdi restorasyonu yapılmakta olan Koca Hıdır İlkokuluna başlayıp 5 yıl sonra bitirip İdadi’ ye başladığını biliyoruz. Tamda o yıllarda patlak veren Balkan Savaşı sırasında Kırklareli’ nin düşman işgaline girmesi nedeniyle halkın boşaltıp kaçtığı günlerde, ailesi ile birlikte İstanbul’ a sığınmışlardır. Çocuk denilecek yaşta savaş, göç, ve yaşam sıkıntılarını yoğun olarak yaşaması belki de onun halkına ve sanata duyarlılığını beraberinde getirmiştir diye düşünüyoruz. Balkan Savaşları’ nın bitiminden sonra ailenin İstanbul’ dan tekrar Kırklareli’ ye döndüklerini biliyoruz. Ancak okulunu bitirip bitirmediği konusunda bir bilgiye sahip değiliz.
Ama daha bu yıllarda müziğe karşı ilgisinin arttığını gören ailesi, o günlerde Kırklareli’ de en meşhur söz ve saz üstadı olan Rum Niko Tavradis’ ten müzik dersleri aldırmaya başlamıştır. Bu müzik alt yapısı nedeniyle rahat bir askerlik yapmıştır. Taburun borazancıbaşısı olarak askerliğini sürdürürken bir yandan da aldığı flüt dersleri ile müzik bilgisini arttırmıştır.
Askerlik bitiminden sonra Kırklareli’ ye dönen Aşık Ali Tamburacı kime aşık olduğunu, niçin Aşık ön adını kullandığını tam olarak bilemiyoruz. Ancak sazın kısa kollusu olan Tambura’ yı çok iyi çaldığı için bu ismi aldığını ve severek kullandığını biliyoruz.
Baba ocağı Kırklareli’ ye ilk geldiğinde Gençler Birliği Bandosuna giren Aşık Ali Tamburacı burada Halk edebiyatı araştırıcısı Vahit Lütfü Salcı ile tanıştı ve ‘’Kırklareli halk Musikisi Cemiyeti’ ni kurdu. Derneğin bandosunda kornet çalmıştır. Bu dönemde Kepirtepe ve Arifiye Köy Enstitüleri ile Çayırova Teknik Bahçıvanlık Okulu’ nda saz öğretmenliği yapmıştır. O yıllarda yeni bir yapılanmaya giren İstanbul Konservatuvar’ ında açılan sanatçı sınavını kazanarak, uzun yıllar radyoda saz çalıp, Tuna Türküleri söylemiştir. En beğenilen, ve yaygın olarak söylenip çalınan türkülerini bu dönemde derlemiş ve tanıtmıştır. 1947 yılında Muzaffer Sarısözen ve Halil Bedii Yönetken ile birlikte yurt çapında yapılan derleme çalışmalarına katılmıştır.
Kırklareli’ de Devlet Memurluğu bünyesinde olması için Bayındırlık müdürlüğünde ve İl idaresi yazı işlerinde çalışmış, kırsal kesimi adım adım gezerek türkü, mani, özdeyiş ve söylenceler toplamıştır. 10 Ocak 1982 yılında Kırklareli’ de hayata gözlerini yumarken arkasında yüz yıllarca söylenecek türkü demetleri bırakmıştır. Ruhu şad olsun.
Aşık Ali Tamburacı’ nın eserlerinden seçmeler.
KIRMIZI GÜLÜN ALI VAR
Kırmızı gülün alı var (aman aman)
Her gün ağlasam da yeri var
Bugün benim efkarım var (aman aman)
Ah bu gönül arzuler seni seni yar seni
Kırmızı gülü budarlar (aman aman)
Altına meclis kurarlar
Güzeli candan severler (aman aman)
Ah bu gönül arzuler seni seni yar seni
Kırmızı gülün pürçeği (aman aman)
Yar önünde oynar köçeği
Neyleyim yarsız döşeği (aman aman)
Ah bu gönül arzuler seni seni yar seni
...................................................
BAHÇELERDE BİBERİYE (MAKİDONLU)
Bahçelerde biberiye
Şişe dolu amberiye
Sen benimsin gel beriye
(Bağlantı)
Aman aman aman balabancı
Sol yanımda vardır sancı
Aman Makidonlu Makidonlu
Güzellerin içinde pek şanlı
Bahçelerde olur marul
Sular akar harıl harıl
İnce belden sıkı sarıl
Bağlantı
Bahçelerde olur haşhaş
Rakı içtim oldum sarhoş
Ela gözler olur bir hoş
.......................................
TABAKAMDA TÜTÜN YOK
Tabakamda tütün yok (Hanım Ayşem)
Akıl başta tütün yok
Dolaştım Şam'ı şarkı (Hanım Ayşem)
Senden sıtkı bütün yok
Kahve Yemen'den gelir (Hanım Ayşem)
Bülbül çemenden gelir
Ak topuk beyaz gerdan (Hanım Ayşem)
Hergün yabandan gelir
Kahve Yemen'siz olmaz (Hanım Ayşem)
Bülbül çemensiz olmaz
Yari çirkin olanın (Hanım Ayşem)
Başı dumansız olmaz
.................................................
YÜCE DAĞ BAŞINDA KERVANIN UCU
Yüce dağ başında da hey aman aman kervanın ucu
Gelenden geçenden de hey aman aman alırlar bacı
Gurbet elde kalmışam hey aman yok kardaş bacı
Ak gül konçesini de hey aman aman yarime takın
Yüce dağ başında da hey aman aman kandiller yanar
Kandilin şavkına da hey aman aman gelinler oynar
Herkes sevdiğine de hey aman aman böyle mi yanar
Ak gül konçesini de hey aman aman yarime takın
AŞIK ALİ TAMBURACI
KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024
ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...
-
Hasan ÇALIKUŞU Bazı vatan evlatları vardır ki, onları tanımak ve aziz hatıralarını karşısında saygıyla anmak gerekir. Bu kahraman kişilerd...
-
ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...











