29 Kasım 2020 Pazar

BALKAN HARBİNİN TARİHSEL, SOSYAL VE SİYASAL DEĞERLENDİRMESİ

Ahmet Rodopman 
8. Bölüm
MEŞRUTİYETLE BAŞLAYAN BALAYI GÜNLERİNİN ARDINDAN GELEN SORUNLAR
Tahttan indirilen II. Abdülhamit’ den sonra, padişahlığa getirilen sultan ve yeni bir hükümet toplumun bir bölümüne umut verirken , diğer bir bölümü de bu durumdan memnuniyetsizliğini ifade ediyordu. Kanun-i Esasiye de yapılan bazı radikal değişikliklerle Padişahın yetkileri oldukça azaltılmış, meclisin etkinliği arttırılmıştı. Artık bakanlar, Padişaha değil meclise karşı sorumlu oldular, meclis başkanı da vekiller tarafından seçilecekti. Bu koşullar altında yapılan seçimlerde iki parti öne çıkıyordu. Bunların içinde İttihat ve Terakki Cemiyeti daha çok oy alıp, daha çok vekil çıkardığı için, yönetimde daha fazla sözü geçiyordu. Bu dönemde kurulan hükümetler ne yazık ki uzun süreli program yapamadan görev değişikliğine gitmek zorunda kalıyorlardı. Düşürülen hükümetler bazen tekrar ayni kişiler tarafından kurulup, sadece bakanlar değiştirilerek devem ediliyor ancak bir türlü istenilen istikrar sağlanamıyordu. Art arda kurulan hükümetlere örnek verilecek olursa;
- Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti (Mayıs 1909- Ocak 1910)
- İbrahim Hakkı Paşa Hükümeti (Ocak 1910 - Eylül 1910)
- Mehmed Said Paşa Hükümeti (Eylül 1910 - Temmuz 1912)
1912 yılına gelindiğinde yeni bir seçim telaşı sardı ortalığı. Bu sefer  İttihat ve Terakki Fırkasının karşısında, Hürriyet ve İtilaf Fırkası bulunuyordu. 1912 yılının Nisan-Mayıs aylarında yapılan seçimler sonucu İttihat ve Terakki Fırkası az bir farkla seçimi kazanmıştır. Temmuz ayında Mehmet Said Paşa Hükümeti istifaya İtt,hatçılar tarafından zorlanıp yönetimden ayrılınca , Gazi Ahmet Muhtar Paşa tarafından Hükümet yeniden kurulmuş oldu. Ancak bu hükümetin görevde olduğu süre içinde özellikle Balkanlarda huzursuzluklar artmış, hatta karşılıklı ilan edilen seferberliklerle, savaş ortamına girilmiştir. Gazi Ahmet Muhtar Paşa son derece sorunlu geçen bu dönemi daha fazla sürdüremeyip istifa etmesi ile aynı kabinede bakan olan Kamil Paşa 29 Ekim 1912 tarihinde yeniden hükümeti kurarak Osmanlı’ nın o güne kadar ki en zor günlerinde göreve başlamıştır.
II. Meşrutiyetin ilanından ve meclisin çalışmaya başlamasının ardından bütün Osmanlı topraklarında hürriyet büyük bir sevinç ile karşılanmış. Pek çok sorun unutulmuş gibi yapılıp yeni yönetimden çok şey umulur hale gelmiştir. Bu heveslerle Balkanlar da çetelerin çatışmaları durmuş, isyancılar dağlardan şehirlere inmişler, Askerden dönen gençler tarlalarına dağılmış ekip biçmeye başlamışlardı. Halkın bütün bileşenlerinde bir hoşgörü ve birlikte yaşama arzusu görünüyordu. Özellikle Makedonya sorunu hiç gündeme getirilmiyordu. Oysa yabancı devletlerin ajandalarında Osmanlı İmparatorluğunun parçalanma isteği hala gündemdeki yerini tutuyordu. Zaman uzadıkça özellikle Rusya ve Avusturya reformların gecikmesini tedirginlikle karşılıyorlar ve bu konuda hiç taviz vermeksizin harekete geçilmesini istiyorlardı. Tam da bağımsızlığını ilan etmeyi  düşündüğü sırada, Osmanlı da oluşan bu değişimden  çok rahatsız olan Bulgaristan, gerekli askeri ve ekonomik hazırlıklarını yaptığı için daha fazla beklemeden bağımsızlığını ilan etti. Rusya’ nın öteden beri istediği de bu olduğu için, karşı çıkmadığı gibi, Avusturya’ da diğer taraftan Bosya-Hersek üzerinde beslediği işgal isteğini gerçekleştireceği için Berlin Antlaşmasının ihlal edilmesine bile göz yummuştur. Böylece Berlin Antlaşmasının kurmuş olduğu denge birden bire dağılmış, geriye Balkan Devletlerinin kendi aralarında gizli
olarak imzaladıkları Osmanlı Devletine karşı birlikte savaşma isteklerinin gerçekleştirilmesi kalmıştı. Avusturya ve Almanya’ nın, gelişen bu sertlik ortamını yumuşatmak ve sorunu çözmek üzere hazırlayıp sunduğu yeni bir reform paketini de gerek Balkan Devletleri, gerekse Osmanlı Hükümeti pek önemsememiş ve sıcak bakmadıkları için gündeme alınmamıştır. Böylece Osmanlı’ nın istediği şekilde ki antlaşma yollarının  gittikçe tıkadığı görülüyordu. Yeni Osmanlı yönetiminin de  ilk günlerdeki iyimserliği giderek azalmış, daha sert ve ırkçılığa yönelik söylemleri artınca imparatorluğun çeşitli yerlerinde kalkışmalar başlamış, sürekli değişen hükumetler tutarlı, sabit bir tavrı belirleyememişlerdir. Osmanlı yönetimi, üstelik bir yıldan beri Trablusgarp de İtalyan’ lar ile devam etmekte olan savaşın artık sonuna gelindiğinin farkına vararak ne pahasına olursa olsun deyip barış istemek zorunda kalmıştır. Barış yapılmış ancak Girit dahil Ege Denizinde bir çok ada da İtalyan’ lara bırakılmak zorunda kalınmıştır.
1912 yılının Ekim ayına gelindiğinde Balkanlarda gelişen bu huzursuzluğun giderilmesi için yapılan görüşmeler ne yazık ki olumsuz sonuçlar doğurmuş ve ilk olarak hiç beklenilmediği bir zamanda umulmayan bir devletten ilk savaş ilanı açıklanmıştı. Karadağ Prensliği seferberliği ilan ederek bunu Osmanlıya ve Diğer Avrupa devletlerine  bildirmiştir.  Arkası sıra Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan da seferberlik hazırlıklarını başlatmış ve savaşın başlaması için ordularına son hazırlıklarını yaptırmışlardır. Artık herkes ilk ateşin açılmasını bekler hale gelmiştir.
Savaşın çok yaklaştığı bu günlerde Babıali’ de Hariciye(Dış İşleri) bakanı Noradunkyan Efendi, çatışmayı durdurabilmek  için gerek, Balkan ülkeleri gerekse Avrupa’ nın büyük güçlerine, defalarca gönderdiği mektup, istek ve ultimatomları ile engel olmamıştır.
Bütün bu yazışmalar olurken Osmanlı Devleti de geç kalmasına karşın hızlı bir seferberlikle Trakya’ ya Anadolu’ da ki birliklerinden kuvvet aktarmaya devam etmiş. Yeni savunma hatları ve ordu düzenleri oluşturulmuş. Son yıllarda başta Almanya olmak üzere Avrupa devletlerinden alınan modern silahlarla ordular donatılmıştır. Ordunun sevk ve idaresi için başta Mareşal von der Goldz Paşa olmak üzere yüzlerce iyi eğitilmiş Alman Subayı getirilmiştir. Savaş planları hazırlanarak savaşan birliklerin ihtiyaçlarının tam olarak karşılanabilmesini sağlayacak
tüm hazırlıkların ivedilikle yapılması için büyük bir gayret gösterilmiştir.
Meşrutiyetin ilanı ile normalleşen hayatın gereği Makedonya, Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan daki askerlik süreleri bitmiş olan deneyimli askerlerin terhis edilmesi, Yemen de çıkan isyan için Trakya‘ dan büyük miktarda askerin gönderilmesi önemli bir dezavantaj olmasının yanında, yıllardan beri cephelerde çarpışan askerlerdeki yorgunluk ve Osmanlıda yaşanan yoksulluk ve hastalıklar savaşa karar verenlerinde çekindikleri noktaların başında gelmekteydi. Yine de Osmanlı askeri yetkilileri, eski vilayetleri olan ülkelerle savaşmaktan başka seçenek kalmadığı için, sayısal üstünlüklerini göz önüne alarak galibiyetin kendilerine daha yakın olduğunu sanıyorlardı. Tabii bu arada çok önemli iki nokta pek dikkate alınmamıştı.
Birincisi Ordunun büyük bir kısmı ve mühimmat stoğu Doğu Trakya’ da idi, ordunun diğer bölümü ise Selanik, Manastır, Üsküp ve İşkodra, Kumanova da idi. Savaşın başlarında birbiri ile irtibatlı olan ordu, Yunanistan’ın Selanik’ i alması ve kuzeye doğru ilerlemesi ile irtibatı kopunca ulaşılamazlık gibi büyük bir sorun baş gösterdi. Bundan daha büyük bir sorun da, yıllar önce ordu içinde başlayan, meşrutiyetin ilanı ve II.Abdülhamit’ in tahttan uzaklaştırılması ile iyice derinleşen siyasal çekişmelerdi. Bu çekememezlik savaş sırasında da kendini hissettirmiş, hatta farklı siyasal görüştekilerin birbirlerinin emrini dahi dinlememeye kadar gitmiştir. Öyle zamanlar yaşanmıştır ki bir çok mevzi, köy hatta şehir bu anlaşamazlık nedeniyle düşman eline geçmiştir. Savaşın kaybedilme nedenleri içinde başat noktalar olmasalar da, Osmanlı’ nın askere alma yöntemlerinin yanlışlığı nedeniyle, ihtiyat askerlerin cepheye yakın köy ve şehirlerden alınması, Redif adı ile eski askerlerden oluşan birliklerin yeni silah ve savaş yöntemlerini  bilememeleri , bir de bunların üzerine Balkanlarda ve Trakya’ da 100 yılda bir görülebilecek çok soğuk ve yağışlı bir kışın tüm olumsuzluklarla birlikte savaşan güçlerin üzerine çökmesi çok önemli etkenlerdi. Bunun nedeniyle de yaşam koşulları çok ağırlaşmış, yolların çamurdan geçilemez hale gelmiş dolayısı ile birlikler arası iletişim aksamıştır.  Bir de bunun yanında bulaşıcı hastalıklardan kolera ve dizanterinin salgın halinde dost, düşman bütün birlikleri hasta edip büyük miktarlarda ölümlerle sonuçlanmıştır. Öyle ki birlikler savaşmak bir yana yürüyemez hale gelmişlerdir.
Bütün bu koşullar altında Osmanlı kısa bir seferberlik süresine karşın 800.000 askeri silah altına almış. Anadolu’ dan da, ilk günlerde zorda olsa rediflerin gelmeleri sağlanmıştır. Uzun yıllar Deniz Kuvvetleri çok ihmal edildiği için, Yunan deniz kuvvetlerinin engellemelerine karşı koyulamadığından deniz yolu ile asker nakli yapılamamıştır. Osmanlı ordusu savaş alanında şu şekilde yer  almıştır.
BİRİNCİ ORDU: Merkezi İstanbul Bölgesi. Trakya ve Küçükasya, Karadeniz’ den.Bulgurlu-İstanbul demir yolunun güneyine kadar uzanan kısım. Birinci ordu, I, II, III ve IV nizamiye kolordularından oluşuyordu.(Sırayla, İstanbul,Tekirdağ,Kırklareli,Edirne) . Ayrıca 14 redif tümeni vardı.
İKİNCİ ORDU ;Merkezi Selanik Bölgesi. Selanik, Manastır, Aydın, Suriye’ ye kadar uzanan saha. İkinci Ordu, V, VI, VII ve VIII, nizamiye kolordularından kuruluydu.(Sırayla, Selanik, Manastır, Üsküp, Şam). Ayrıca, üç bağımsız nizam,ye tümeni, 28 redif tümeni
ÜÇÜNCÜ ORDU: Merkezi Erzincan. IX, X, ve XI nizamiye kolordularından (sırayla, Erzurum, Erzincan, Van) ve 8 redif  tümeninden kuruluydu.
DÖRDÜNCÜ ORDU : Merkezi: Bağdat. XII ve XIII nizamiye kolordularından (Musul ve Bağdat) ve 4 redif  tümeninden kuruluydu.
XIV. Kolordu ise Yemen’ de bırakıldı. Merkezi Şam’ da idi.
Artık ordularda yerlerine yerleştikten, savaş nizamı almalarından sonra, diplomasinin de yapabileceği bir şey kalmadığı için, son sözü yine silahlar söyleyecektir. Savaş, şimdiye kadar pek görülmediği şekilde bir anda çok cephede birden çıkmıştır. Bir yıl kadar
süren çarpışmalar, genel olarak, Kırklareli(Kırkklise), Edirne, Kumanova, İşkodra, Üsküp, Perlepe, Manastır, Elasona, Sarandaporos, Yenice, Vardar, Selanik. Yanya çephelerinde geçmiştir. Her cephe başlı başına binlerce sayfa yazılacak kadar kahramanlık, beceriksizlik, ihmal veya ihanet hikayeleri ile yazılabilecekken biz bu yazı dizisini Kırklareli Yerel Tarih Grubunda okumaya sunduğumuz için sadece Kırklareli ve Edirne  Savaşları ve sonrasında ki Çatalca’ ya kadar geri çekilişin öyküsüne değineceğiz.
Sayfada görünen Türk Tarih Kurumu Sitesinden alınan Balkan haritası savaş sırasında orduların hareketlerini ve harita üzerinde savaşın başlamasından önceki sınırları görebiliriz. Çünkü bundan sonra savaşın  Balkanlarda ki bu topraklarda bayrağımızın dalgalanmasına son vereceği gerçeği ile karşılaşacağız.
Devam edecek

25 Kasım 2020 Çarşamba

BALKAN HARBİNİN TARİHSEL, SOSYAL VE SİYASAL DEĞERLENDİRMESİ

Ahmet Rodopman 
7. Bölüm
BALKAN SAVAŞLARININ AYAK SESLERİ YAKLAŞIRKEN
GELEN II. MEŞRUTİYET MÜJDESİ
Balkan Savaşlarına gelinirken ve savaş süresince yapılan yanlışların, alınan kararların, uygulanan yaptırımların savaşı ve savaş sonrası yapılanmayı nasıl etkilediğinin cevaplarını alabilmek için zamanı 30 yıl kadar geriye alıp, 1908 yılı ve hemen öncesi olaylara şöyle bir göz atıp, hafızamızı tazelememiz gerektiğine inanıyorum. Çünkü, Balkan Savaşları bozgununun başlıca felaket taşlarının bu tarihlerde yapılan yanlışlıklarla döşenmiş olduğunu düşünmekteyim.
1839 yılında Tanzimat Fermanı ile başlayan yenileşme hareketleri arasında olan, gayrimüslimlere bazı hakların tanınması ve belirli özgürlüklerin verilmesi toplumda belirgin bir huzursuzluğa neden olmuştur. Bu dönemde, eğitime verilen önem nedeni ile, okur yazar oranının artması, ardından matbaaların yayılması, gazete ve dergi gibi yayın organlarının çoğalmasını sağlamıştır. Avrupa’ da ve Asya'da bulunan Osmanlı topraklarında yaşayan farklı etnik ve dini topluluklar arasında gelişen özgürlük istekleri, imparatorluğun her kesiminde hızla artmıştır. Özellikle gençler arasında yayılan bu yeni kimlik arayışları giderek, ‘’Genç Türkler’’(Jön Türkler) denilen yeni fikirlerden yana olan toplulukların oluşmasını, bunların tek kişilik padişah yönetiminden ziyade, milletin oylarıyla seçilmiş meclislerinin de yönetime katılma istekleri giderek taraftar bulmuş ve yaygınlaşmıştır. Jön Türklerden fikirleri nedeniyle tutuklanan veya sürgüne gönderilenlerin sayılarının artması, yenilikçi fikirlere sahip olup, durumları elverenlerin Fransa veya İngiltere ‘ ye gidip muhalif çalışmalarını yurt dışında yapmalarını sağlamıştır. Bu arada ekonomik koşulları iyice ağırlaşan Osmanlı’nın da yönetim masraflarını karşılamak için sürekli yeni vergiler getirmesi veya eski vergilerin oranlarını arttırması nedeniyle halkın büyük bir kesiminde hoşnutsuzluklar yaygınlaşmıştır. İmparatorluğun değişik bölgelerinde, padişahlığın kötü yönetimi, baskısı ve hayat pahalılığına karşı muhalif toplantı ve gösterilerde geniş halk kitleleri toplanmıştır. Padişah Abdülaziz' in 15 yıllık padişahlık süresince önemli yenilikler yapılmıştır. Önceden kurulmuş olan Nizam- Cedit (Yeni Düzen) Askeri Birliklerinin geliştirilmesi, gerek silah, gerekse eğitimleri için büyük harcamalarda bulunulmuştur. Özellikle hayli eskimiş olan Deniz Kuvvetlerinin modernleşmesi, eğitimin yaygınlaştırılıp iyileştirilmesi, yeni eğitim merkezlerinin devreye girmesi için yatırımlara ayrılan para nedeniyle hazine yurt dışından önemli miktarlarda borç almak zorunda kalmıştır. Bu borçların ödenmesi için yapılan kısıntılar nedeniyle halk büyük geçim sıkıntıları çekmeye başlamıştır. Jön Türklerden bazıları ordu saflarına katılınca, sahip oldukları fikirler ve bu kötü durumdan kurtuluş çareleri genç subaylar tarafından da benimsenince, ordu içinde etkili bir taraf haline gelmişlerdir. Bu arada 1876 Yılında, Padişah Abdülaziz’ in katlinden sonra, saltanat makamına getirilen V. Murat sağlık sorunları nedeniyle tahttan indirilmiş ve yerine Meşrutiyeti kabul eden ve Meşrutiyet yasaları ile devleti yöneteceğine Mithat Paşa’ ya söz veren, II Abdülhamit Padişah olarak geçmiştir. Hemen Kanun-i Esasi (Anayasa) ilan edilerek I. Meşrutiyet ilan edilip, meclisin seçilerek toplanmasına girişilmiştir.
Böylece Osmanlı topraklarında yaşayanlar yeni bir döneme adım atmış olurlar. İlk Anayasa olması nedeniyle bazı konularda eksiklikleri görülmüştür. Kişi hak ve özgürlüklerine yeterince yer vermeyen bu anayasa, buna rağmen Osmanlı' nın o günlerde yaşadığı kriz ortamından kurtulması amacıyla kabul edilmiştir. Meşrutiyet uygulamaları kısa süre içerisinde genellikle tutucu, mutlakiyetçi çevrelerde rahatsızlık yaratmış, 1877 yılında Rusya ile yapılan savaş bahanesi ile rafa kaldırılmış, meclis kapatılarak, tarihçilerin ‘’İstibdat Dönemi’’ diye adlandırdıkları yaklaşık 33 yıllık oldukça sorunlu bir dönem başlamıştır.
II. Abdülhamit dönemi denilen bu dönemin, son 150 yıllık tarihimiz içinde çok önemli yeri vardır. Bir çok ilklerin yaşanıldığı o yıllarda, ayrışan toplum kesimlerinin farklı görüş, anlayış ve yaşayışları günümüze değin sürüp gelmiştir. Ve hala II. Abdülhamit dönemi günahlarıyla, sevaplarıyla tartışılmaya devam etmektedir. Bizim konumuz olan Balkan Savaşlarının da nedenlerinin başında bu dönem ve hemen sonrasında yaşananlar önemli bir yer tutmaktadır. 1876 Ağustos’ unda İmparatorluğun başına geçen sultanı oldukça yoğun iç ve dış olaylar beklemekteydi. Bunların hepsini yazacak olsak sayfalar tutacağından en önemlilerini ve bağlantıları Balkan Savaşlarını etkileyecek olanları sıralayıp,yaşanılan olayların tarih dizimine kısaca bakacak olursak;
1876 Aralık -Tersane Konferansı;Avrupa devletlerinin Balkan Ülkelerine ayrıcalık ve muhtariyet verilmesi dayatması karşısında görüşmeler çıkmaza girip karar alınamadan dağılmıştır.
1877 Şubat – Mithat Paşanın değişik olaylardan suçlanarak sürgüne gönderilmesi.
1877 Mart -  Milletvekili Seçimlerinin yapılıp, Meclis-i Mebusan’ ın toplanması.
1877 Nisan - 93 Harbi diye Bilinen, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşının başlaması.
1877 Aralık – Plevne Kuşatması sonucu Osmanlı Ordusunun bozulması.
1878 Ocak -  Edirne Ateşkes Antlaşması
1878 Şubat -  II Abdülhamit tarafından meclis dağıtılarak, meşrutiyetten vazgeçilmesi.
1878 Mart -  Çok ağır yaptırımları kabul edilerek Ayastefanos Antlaşması yapıldı.
1878 Haziran - Kıbrıs’ın İngiltere’ye bırakılması.
1878 Aralık - Rumeli Demiryolları İşletme Şirketi’nin Avusturya devletine geçmesi.
1881 Mayıs - Bardo Antlaşması, Tunus’ta Fransız himayesinin kabulü.
1881 Aralık - Muharrem Kararnamesi’yle Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin kurulması.
1982 Mayıs - Alman Askeri Reform Heyeti’nin göreve başlaması.
1882 Eylül -  İngilizlerin Mısır’ı işgal etmesi.
1883 Ocak -  Osmanlı ordusunun Prusya askeri heyeti tarafından ıslahına başlanması.
1884 Mayıs - Midhat Paşa’nın Taif’te öldürülmesi.
1885 Ocak -  Sudan'da Hartum'un düşmesi.
1885 Mayıs - Doğu Rumeli vilayeti ile Bulgar Prensliği'nin birleştirilmesi.
1885 Haziran-Alman Askeri Reform Heyeti'nin başına Von der Goltz'un getirilmesi
1885 Eylül - Anadolu Demiryolu imtiyazının Deutsche Bank'a verilmesi;
1889 Ocak - Amerikan vatandaşı Lafeyet de Feriz'e Selanik-Manastır hattının imtiyazının verildi
1889 Mayıs - Anadolu-Osmanlı Demiryolu Anonim Şirketi kurulması, Genel Müdürlüğe Otto von Kühlmann' ın getirilmesi.
1890 Mart - Makedonya‘ da Bulgar, Anadolu’da Ermeni ihtilali çetelerinin faaliyetlerini arttırmaları
1891 –Ocak - Hamidiye Alayları’nın kurulması.
1893 Ocak -  Makedonya İç Örgütü’nün kurulması ve kalkışmaların baş göstermesi.
1894 Kasım - Yunanistan’da Etniki Eterya adıyla, Girit ve Yunanistan’ ın bağımsızlığı için çalışacak ulusal ayrılıkçı bir dernek kurulması.
1895 Mayıs - Büyük Güçler’in Ermeni vilayetleri için bir reform programı önermesi
1895 Ekim -  Hınçak Partisi’nin İstanbul’da Bâbıâli önünde gösteri düzenledi.
1895 Kasım - Abdülhamit’in Avrupalı Devletlerin dayattığı reform programını kabul edişi
1895 Aralık - Doğu Anadolu’daki Ermeni komitacılara karşı girişilen güvenlik faaliyetleri.
1895 Aralık - Jön Türklerin faaliyete geçmesi, Ahmed Rıza’nın Paris’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kurup Meşveret Gazetesini çıkarmaya başlaması
1896 Ocak - Girit’te, Havran’da, Makedonya’da karışıklıklar ve ayrılıkçı kalkışmalar.başladı.
1896 Ağustos - Ermeni Taşnak Partisi’nin Osmanlı Bankası’nın merkez binasını işgal edişi.
1896 Ekim - Büyük Güçler’in Abdülhamid’i tahttan indirme planları yapması; İstanbul’da Sultan’a karşı başarısız komplo girişimi.
1897 Mayıs - Yunanlılarla yapılan savaş bir ay sürmüş ve Osmanlı’ nın kesin galibiyeti ile sonuçlanmıştır.
1898 Mart - Girit Adası özerkliğini ilan ederek Yunanıstan’ a bağlanmayı istedi.
1899 Kasım - Bağdat Demiryolu imtiyazının Almanlara verilişi
1900 Mart -  Makedonya’da çete faaliyetlerinin artması, büyük devletlerin müdahaleleri
1901 Kasım - Fransız filosunun Midilli gümrüğünü işgal edişi.
1901 Aralık - Theodor Herzl’in Filistin konusunda Abdülhamid’le görüşmesi
1902 Şubat - Paris’te Prens Sabahaddin’in başkanlığında Jön Türk Kongresi
1902 Eylül - Makedonya’da çıkan karışıklıklar ve başlayan ayaklanma.
1902 Kasım - Abdülhamid’in Makedonya için bir reform planı önermesi ve Hüseyin Hilmi Paşa’yı Umumi Müfettiş olarak ataması.
1902 Kasım - Yunanistan Bulgaristan sınırında ki Cum’a-ı Bala ayaklanması
1902 Aralık - Yemen isyanının tekrar başlaması
1903 Nisan - Selanik’te bir dizi terörist saldırısı, kalkışmaya yeltenme hareketlerinin bastırılması.
1903 Ağustos - Makedonya’da genel ayaklanmanın başlaması
1905 Ocak - Makedonya için mali reform tasarısı
1905 Nisan - Yemen’de asilerin Sanaa’yı ele geçirmesi
1905 Temmuz - Abdülhamid’e karşı başarısız suikast girişimi
1905 Ağustos - Osmanlılar’ın Sanaa’yı geri alışı
1905 Kasım - Büyük Güçler’in donanmalarının Midilli ve Limni’yi işgal edişi
1906 - Ocak - Kızıl Denizin Akebe Körfezinde bulunan bir kasabanın Müslüman halkı ile ilgili İngilizlerin suni olarak çıkardıkları sorun(Akabe krizi)
1906 Mayıs - Prens Sabahaddin’in Paris’te Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kuruşu
1906 Eylül - Selanik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin kuruluşu
1907 Nisan - Makedonya’da reformların finanse edilebilmesi için gümrük vergilerinin artırılması
1907 Aralık - Paris’te ikinci Jön Türk Kongresi ve Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin,İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleşmesi
1908 Haziran - VII. Edward ile II. Nikola nın Baltık Denizinde Reval Şehrinde buluşup, Osmsnlı İmparatorluğunun parçalanması konusunda konuşup anlaşmaları.
1908 Temmuz - Jön Türk devrimi, Abdülhamid’in Kanun-ı Esasi’yi yeniden ilan etmesi. 1908 1908 Ağustos - Bulgaristan’ın bağımsızlık ilanı
1908 Eylül - Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından ilhakı
1908 Ekim - Girit’in Yunanistan’a bağlanması.
1908 Aralık - Seçimler ve Meclis-i Mebusan’ın açılması. II. Meşrutiyetin İlanı.
Yukarıda ki kronolojiden de anlaşılacağı gibi oldukça çetin sorunların oluştuğu, zor ve sıkıntılı günler yaşanmış, bir kısmından kolayca altından kalkınmış, bir kısmının ise ötelenerek ileride daha büyüyerek gelmelerine göz yumulmuştur. Yinede bu olumsuz ortamdan devletin büyük bir zarar görmeden çıkabilmesi sağlanmıştır. Halkta yeniden meşruti idareye geçmenin sevinci ve heyecanı ile belirli moral yükselmesi olmuştur. Kan dökülmeden yapılan bu değişiklikler ile Anayasa yeniden uygulanmaya başladığı gibi, serbest seçimler yapılarak, meclis yeniden seçilmiş ve çalışmalarına başlamıştır. Bu durumdan hem, İttihat ve Terakkiciler istedikleri olduğu için sevinmişler, hem de padişah gerek içte gerekse dışta gelişen olaylar ve imkansızlıklar içinde çaresizlikten kurtulduğu için sevinmiştir. Saltanatı devam ettiği için bütün olumsuzlukların hesabını İttihat ve Terakki’ cilerin üzerine bırakabilmiştir. Sorunlar giderilmiş gibi görünse de, Osmanlı’ nın asıl sorunları olan büyük devletlerin istekleri tam olarak yerine getirilmediği için yeni yönetime karşı içten içten bir muhalefetin gelişmesi gecikmemiştir. Balkan Ülkelerinde kaynaşma ve kalkışmalar devam ederken Trablusgarp’ de İtalyanlar, Doğuda Ermeniler, Batıda Bulgarlar ve Sırplar faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.Ülke içinde de belirli odakların kışkırtmaları ile bir takım kişiler, anayasanın tekrar kabul edilip uygulanmaya başlamasını, kadınlara ve gayrı müslümlere tanınan hakların fazla olduğunu söyleyerek yaşananlara karşı çıkmaya başlamışlardır. Toplumda artan kutuplaşmalar ve tahammülsüzlüklerin sonucu olarak çeşitli siyasi cinayetler işlenmiştir. 7 Nisan 1908 Çarşamba günü Serbesti gazetesi baş yazarı Hasan Fehmi, Galata Köprüsü üzerinde arkadaşı ile yürürken öldürülmesi ile ortam daha da gerilmiştir..Rumi takvime göre 31 Mart 1909 miladi takvime göre 13 Nisan akşamı Taksim Kışlası Avcı Taburunda subaylarına karşı askerlerin başlattığı kalkışma kısa bir sürede sivil halktan katılanlar ile genişlemiştir . Sebepleri tam olarak belirlenemeyen bu olayın planlı ve bilinçli bir hareket olup olmadığı kesinlik kazanmamıştır.Bir hafta boyunca İstanbul’ da belirli bir tutucu kesim, tarikat ve cemaatlerde isyancılara katılarak, ‘’Din elden gidiyor’’ . ‘’Şeriat İsteriz’’ diyerek meclisi basmışlar, bakan, Millet Vekili, bir çok subay, asker ve halktan insanları katlederek yönetime el koymuşlardır. Olayların kontroldnn çıktığını gören II Abdülhamit isyancıları yatıştırmaya çalışmış, bunda kısmen başarılı olduğu söylense de, Manastır, Selanik ve Edirne ‘ de bulunan ordu birlikleri birleşerek İstanbul ‘ a doğru harekete başlamışlardır. Bu kervana Rumeli’ deki gönüllüler de katılınca, başlarında Mahmut Şevket Paşa olmak üzere hayli kalabalık bir kuvvet olarak İstanbul’ a gelmişlerdir. ‘’Hareket Ordusu’’ adı ile bilinen bu ordu ile isyancıların arasında 3 gün 3 gece süren çarpışmalar yaşandıktan sonra , isyancılar silahlarını bırakarak teslim olmuşlardır. Sıkı yönetim ilan edilmesi ile de ortalık yatışmış, suçlu olanlar şiddetle cezalandırılmışlardır. II Abdülhamit bu arada tahtan indirilmiş, yerine V. Mehmet Reşat tahta çıkmış. Yenilenen Hükümet’ le yönetime devam edilmiştir.
Bu değişikliklerle Osmanlı’ nın sorunları çözümlenmiş olmuyordu tabii ki .Yıllar hatta yüzyıllardır biriken, adeta kronikleşen sorunların yanı sıra, Osmanlı’ yı parçalayıp, mirasa konmak için ellerini ovuşturup silahlanan komşu devletlerin, bundan sonraki hal ve tavırlarına da gelecek bölümlerde tanık olacağız.
Devam edecek

24 Kasım 2020 Salı

NİYAZİ AKINCIOĞLU İLE ZAMANIN TOZU

Akın Güre 

Yakın tarihimize ait tuhaf bir davadan bahsetmek istiyorum sizlere. Konumuz Şair Avukat Niyazi Akıncıoğlu ve  yargılandığı Köy Kalkınma Derneği davasıdır.
Niyazi Akıncıoğlu'nu ne zaman hatırlansa akıllara ilk önce  Edirne ve Bursa şiirleri gelir. Onun hayatını pek bilmeyenler bu şiirlerinden yola çıkarak onu Edirneli ya da  Bursalı bir şair olduğunu düşünürler. Hiç önemli değildir; Niyazi Akıncıoğlu bir Türkiye şairidir, her yerde yaşar, anılır, sevilir sonuçta. Ama onun Kırklarelili bir şair oluşuyla alakalı bir başka konu da hatırlanır hemen. Ona ve çoğu öğretmen olan arkadaşlarına açılan bir dava hiç unutulmaz. 
 Bu davadan tutuklanıp aylarca süren bir  yargılamanın sonucunda aklanırlar ama beraat haberini veren Dünya gazetesi onlara hala suçlu muamelesi yapacaktır! Amaç o zamanın  itibarsızlaştırma aracı olan “komünist” sıfatını kullanarak olayın perde arkasını ve bir hukuksuzluğu gizlemektir aslında. 
Dava kapalı olarak görülür. Ortada bir iddia ve bilinen  zanlılar vardır ama gerisi karanlıktır. Davanın asıl gayesi, hazırlanışı, kullanılan yöntemleri gizlidir. Ancak bütün  gizlilikler  dava duruşmaları  sırasında bozulur, adı  savcı ifadeleriyle açığa çıkan  ajanın  marifetleri mahkeme tutanaklarında tarihe geçer ve dava iki yıla yakın bir süre devam ettikten sonra sanıkların lehine sonuçlanır. Ancak, mahkeme halka kapalı şekilde  devam ettiği  için uzun süre  kimsenin haberi olmaz bunlardan. Haklarındaki itibarsızlaştırma kampanyası  suçsuz yere  aylarca süren mahkumiyete yol açmışken bu mağduriyet dava sonrasında da hayatlarını değiştiren acılı sonuçlar yaratarak devam eder. Kimi hastalanır, kimi  işini kaybeder, büyük maddi sıkıntılar yaşanır. Mahkemede aklanmış olmaları ellerinden alınan hakların  iade edilmesine,  mağduriyetlerin telafi edilmesine yetmez. 
İddiaların çürütülerek davanın kazanılmasında en büyük payı olan kişi,  yaptığı muhteşem savunma ile Niyazi Akıncıoğlu'dur. Onun artık elimizde olan ve zamanın tozuyla kaplı 108 sayfalık savunması bir hukuk insanının cesur haykırışı ve akıl gücü ile doludur. Kimse bu korkusuz savunmayla ilgili tek  haber okuyamadığı gibi  haksız suçlamaların gerekçesi olarak sunulan sahte iddiaların sorgulaması da yapılmamıştır. 1950'li yılların “komünist avı” ortamında  böyle bir davanın mağdurlarının yanında durmak zordur, sessiz kalmaktan başka yapılacak bir şey yoktur!   Hatta eskiden birlikte olduğu gazeteci, yazar arkadaşları dahi dava ile ilgili olup bitenlerden   habersiz yaşamışlardır yıllarca. Sonuçta dava kazanılsa, kazanmanın ötesinde bir rezalet perdesi açılarak arkasındaki kirli oyuncular, dönen dolaplar ortaya saçılsa bile olup bitenlerden  kimsenin yıllarca haberi olmayacaktır. Devir öyle bir devirdir! Olan olmuş, tutukluluk bitmiş, serbest bırakılmışlardır, hepsi o kadar. Dünya gazetesi beraat haberini verirken,  onlara   zanlı muamelesi yapmaktan  geri kalmaz. 
Duruşmalar sırasında Niyazi Akıncıoğlu  savcılığın bütün iddialarını çürütür ve büyük komployu ifşa eder. Suçsuzluğu adalet önünde kanıtlamıştır.  Ama küskündür. İşinde başarılı bir avukat olarak  gösterdiği başarıyı, bir şair gibi yaşasa da, ekmek parası derdine düşünce   edebiyat alanında eskisi kadar göstermeye niyetli değildir. Bu sessizliği biraz da olup bitenlere habersizmiş gibi davrananlara olan küskünlüğündendir. 
Niyazi Akıncıoğlu  Kırklareli'nde yaşamayı seçerken başlarda belki olduğundan daha yükseklere çıkaracağını umduğu şiirini yazmak için bir gün hevesinin kırılacağını, eskisi kadar şiire sarılamayacağını bilmiyordu. Yaşadığı bu kentte ona fenalık edenlerin kuracağı tuzakları, kötülükleri nerden tahmin edebilirdi? Dünya büyük bir kaostan çıkmaya çalışırken yaşadığı ülkenin huzurlu, güvenli limanlara dümen kırması için içinde yeşeren çabalar boşuna değildi. Bir şair olduğu kadar  insanlığın geleceği İçin çözümler arayan  hümanist bir  arayış, heyecanla doluydu o günlerde. Dünya, insanlığı büyük kayıplara uğratan korkunç bir  harpten çıkmış, ülkede tek parti dönemi kapanmış, çok partili yeni bir döneme geçilmiştir. Akıncıoğlu’nun çağdaş, olgun bir demokrasiye geçilmesi  umuduyla  başlayan siyasal çabaları ve dergi hazırlıkları, o günün Türkiye’si için aydınlıkçı, ülkesini seven ilerici bir aydının davranışlarıdır. Ülkenin içinde bulunduğu şartlar ise hayalleriyle örtüşmez maalesef. Çok partili rejime yelken açan Türk  siyaseti Batı Bloku’nun gözüne girebilmek adına ülke içinde solculara karşı  acımasız bir sindirme harekatına başlamış ve liberal görüntüsünü terk etmiştir. Solu çağrıştıran Köy Enstitüleri’ni tamamen kapatmak için hedef tahtasına koydukları kişileri komünistlikle suçlayan ve bunu   ajanlar eliyle yürütülen bir  tertibin içinde bulur kendini Akıncıoğlu. Başlarda destek verdiği iktidardaki  liberal açılım konusunda  yanıldığını görmüş ve üzülmüştür. Bu hayal kırıklığı şiirsel eylemine de yansır. Çoğu tanıdığı olan edebiyat çevrelerinden kopması,  yaşadığı yerde haksızlığa uğraması onu kendi içinde başka bir yere çeker, bununla yetinmeyi öğrenir.  Ama yaşadığı yerin insanları gençliğindeki  dostların eksikliğini dolduramaz, onu unutturmak için estirilen rüzgara engel olamaz. Bir çok insan  Niyazi Akıncıoğlu gibi bir şair olduğunu öğrendikçe hayret edip  hayıflanırken, birileri de  görmemezlikten gelmeye devam eder. O ise Nazım'ın anlattığı bir  ceviz ağacıdır yaşadığı şehirde:
"Başım köpük köpük bulut
içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında" dediği şiirde olduğu gibi...

 

16 Kasım 2020 Pazartesi

ERTUĞRUL KÖYÜNÜN YİĞİT KÜLTÜR BEKÇİSİ: FATMA EFE

Ahmet Rodopman 


Bugün,  çoktan beri hakkında yazılanları okudukça hep gidip ziyaret etmek, kendi gözlerimle de görüp, kutlamak istediğim Ertuğrul Köyünün inanılmaz kadını, Fatma Efe’ yi yazmaya çalışacağım. Günün ilk ışıkları ile İstanbul’ dan yola çıkıp, Lüleburgaz üzerinden,Pınarhisar yoluna geçtiğimizde pırıl pırıl bir Trakya Sonbaharının serinliğini, gidermeye çalışan güneş arkamızda yükseliyordu. 14 kilometre kadar gidip, Poyralı Köyünü geçtikten bir müddet sonra, sağ tarafta ki yol tabelasında Ertuğrul 10 kilometre yazısını görüp sapıyoruz. Sağlı sollu pancar çıkaran, tarlasını nadasa bırakma hazırlığını yapan, kışlık ürün ekimi yapan toprağın insanları ile karşılaşıyor , selam verip geçiyoruz. Köye girip, camiinin minaresini hizalayıp meydana geliyoruz. Sol tarafta çok güzel restore edilmiş şirin mi şirin bir yapı görüyoruz. Bazı kasaba ve büyük köylerde  gördüğümüz okul yapısını andıran bu yapının tam karşısında duvarlarının farklı boyanmasından, renklerinden ve eski çizmelerin bile saksı olarak değerlendirilip çiçek ekilerek duvar süsü yapılışına kadar burada farklı bir şeyler var dedirten evin kapısını aralıyoruz. Karşımıza Koskocaman bir bahçe, yüzlerce rengarenk küçüklü, büyüklü objelerin her bir köşeye yerleştirilmiş, yazdan kalan çiçeklerin, kasım patları ve güllerle birlikte oluşturdukları öbeklerin arsında çocukluğumuzda hep elimizde, gözümüzde olan onlarca eski tarım aletleri, duvarlarda eski sabanlar, döğenler, yabalar, diğrenler ve daha neler neler. Henüz kimsecikler görünürde yok. Bahçeye girip ilerliyoruz. Belli ki doğru yerdeyiz. Ev sahibinin de ismini biliyoruz ya. Fatma Ana diye sesleniyoruz. Yine ses yok. Evin sundurmasının önünden boydan boya yürüyoruz. Bu arada önümüz sıra dizilen bir sürü tanıdık eşya ile selamlaşıyoruz. O bakır bakraçlar, eski dikiş makineleri, radyolar, ibrikler, sahanlar, tencereler sanki bize hoş geldiniz diye göz kırpıyorlar. Evin arkasına doğru yöneliyoruz. Belki birilerini buluruz diye. Bahçenin ucunda ki odunluktan bir kucak odun ile gelen Fatma Efe yi görüyoruz. Daha önceki resimlerinden tanıdığımız için,
- Seni görmeye geldik Fatma Ana nasılsın. Diye soruyoruz. Ve başlıyoruz konuşmaya.
Genç yaşta eşini kaybettiğini, hiç çocuğu olmadığı için şimdi yaşlılığında yalnız kaldığını söylüyor.
-Ama bütün köyün çocuklarının anasıyım ben. Diye de ilave etmeden söze devam etmiyor.
- Nasıl başladı Fatma Ana, bu toplayıcılık. Diye soracak oluyorum.
-A be her bişeyceğizi eskidi artık diye atıyorlar bu gençler çöpe kızanım. Ben de kıyamıyor alıp getiriyorum buracığa. O gelinler kaynanaları ölünce, eski bunlar diye ne güzel çeyizliklerini atıyorlar, Atmayın bana getirin dedim. Onlar kıymetli şeyler. Sonraları bizim köylüler de, komşu köydekilerde öğrendiler. Atacakları bir şey odlumu benim kapıma getirip bırakıyorlar. Bende işe yarayacak gibileri topluyorum işte. Çoğalınca da başka yerlerde açılan müzelere veriyorum. Kırklareli ‘ de Ali Rıza Efendi Evinde, Tekirdağ’ da döşeyip düzenlediğim odalar var. Biz Balkanlıyız, bir şeyin atılmasına gönlüm razı olmadığı için işe yaramasını istiyorum diyor.
- Bizde Balkan' lıyız diyorum. Eşim Kırcali’den. Biz Filibe’ den gelmişiz. Bir metre ip bulsam yerde elime sarar belki bir gün lazım olur diye saklarım Fatma Ana diye sohbete devam ediyorum.  Memleket muhabbeti başlayınca Fatma Ana da eskileri anlatmaya başlıyor. Bol bol kendisinden,  topladıklarından, evine kadar gelip bunları görmeye gelenlerden söz ediyor
İçeride döşediği gelin odasını, beşikleri, kızçaların giysilerini, oyaları, dantelleri, sünnet kıyafetlerini, allı, pullu yaşmakları, yağlıkları, önlükleri anlattı, katıldığı toplantıların, aldığı başarı belgelerini gösterdi. Bu kadar emek veriyorsun, uğraşıyorsun, bir ihtiyacın, sıkıntın var mı, senin için yapabileceğimiz bir şey var mı diye soruyor eşim.
-Yok be kızanım. Ben tek başıma işte burada dediği, orta odayı göstererek yaşayıp gidiyorum işte. Devlet bir aylık veriyor. Oda bana yetiyor dedi.
Sizin resminizi çekebilir miyim? Bu anlattıklarınızı yazabilir miyim? Diye sordum. Yaz be kızanım. Dedi. Belli ki efkarlanmıştı konuşmalardan. Çıkardı bir sigara odasından yakmak için. Sigarayı bırakmışız ya yıllarca önce. Hemen sigaranın zararlarını, kışın bu havalarda içmesinin sağlığına yapacağı kötülüğü anlatmaya başladım. Sen bize, köyüne, bu ülkeye daha çok lazımsın, bunun içinde kendine çok iyi bakmalısın dedim. Yarıya kadar içtiği sigarasını attı. Ama bırakabileceğine hiç inancım yok. Hayatın sillesini yemiş bir kişi olarak, geçirdiği güzel günleri yad ederek tek başına yaşlılığın getirdiği sorunlarla baş etmeye çalışıyor . Bir başına yıllarca uğraşıp oluşturduğu kendi dünyasında yaşamını sürdürüyor. Yaptığı işlerden de çok keyif aldığını  anlıyoruz. Yaptıklarının çok önemli işler olduğunu, bunu şimdi anlamayanların da yıllar sonra anlayacaklarını söylediğimizde  bunun farkında olduğunu anladık, artık yaşlandığı için her gün bunca eşyanın tozunu alıp temizlemenin kendisini yorduğundan söz edip dertleşerek, uzayıp gidiyor söyleşimiz.
Gitmek için kalkışırken, durun size okulumu da göstereyim dedi. Dedeleri 93 harbinden sonra(1878 yılında) göçmen olarak bu köye gelmişler. O zaman ismi Kazan Köy olan bu köyde doğmuş, ilk okulu yine bu köyde, şimdi Kültür Evi olarak düzenlenmiş bu okulda okumuş. Sonra 16 yaşında yine ayni Köyden Ahmet Efe ile evlenmiş. Eşi 19 yıl önce vefat etmiş. Çocukları da olmadığı için kendini böyle bir kültür hizmetine adamış. Yaptığın bu kültür ürünlerinin ne kadar önemli olduğunu biliyor musun deyince de, biliyorum tabii. Onun için gözüm gibi bakıyorum. Tozlarını alıp, temizliyorum. Bunlarda gelecek kuşaklara kalacak diye seviniyorum dedi. Evinin hemen karşısında ki gelirken gördüğümüz o şirin köy okuluna geldik. Cebinden anahtarını çıkarıp açtı. 1906 yılında yapılmış olan bu tipik köy ilkokulunun içi de yine kendi toplayıp döşediği eşyalarla dopdolu idi. Tabii profesyonel bir müzeci tarafından düzenlenmediği için biraz dağınık gibi görünse de, yine bizi yıllarca öncelere götürdüğünden  karşılaştıklarımız her nesneden farklı bir nostaljik zevk aldığımız için çok mutlu olduk. Fotoğraf çekimlerimizi orada da yaparak, Fatma Ana dan helallik isteyip yola çıktık, gözden kayboluncaya kadar arabanın arkasından el sallayışından eşimin de benimde gözlerimiz yaşarmıştı ve Trakya’ nın ortasında bir köyde tek başına verdiği bu mücadeleyi ve Fatma Efe’ yi nasıl ve hangi kelimelerle anlatabilirim diye yol boyunca düşündüm. Fatma Ana burada, bir köyde bir başına bizim folklor olarak nitelendirdiğimiz Halk Bilimi için bilinçli veya bilinçsizce hayatını adamış yaşamını sürdürüyor. Folklorun , Yerel Tarih Kavramıyla ne kadar çok benzeşen yanları olduğunu ve bu köyde bu işlevi yaparak Kültür hazinemize ne çok yararının dokunduğunu ona anlatabilir miydim bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey vardı ki;
Kültürün tanımı olarak; Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür, söyleminin ne denli doğru olduğunu bir kez daha kanıtlayan Fatma Anayı kendi toprağında, yapıp yarattıklarıyla bir başına bırakıp yola koyulduk.
Güzel bir günün ardından İstanbul’ a dönerken, günün özetini ve yazacağım yazının çatısını kurmaya çalışıyordum. Birden Fatma Efe ye en çok yakışan, belirleyici adın ‘’Kültür Bekçisi’’ olabileceği beynim de ışıdı. Evet, o belki biliyor belki bilmiyor ama bu gün tanıdığım o yiğit insanın gerçek bir Kültür Bekçisi, emekçisi, geçmiş kültürümüzü bu güne, bu günü de yarınlara taşıyan isimsiz bir kahramanı olduğunu düşündüm. Ve bu kadar yakınımızda olmasına karşın neden bu güne değin gelip ellerine sarılıp onurlandıramadığım için kendi kendime kızdım. Kim bilir ülkemizde daha nice nice böylesi kültür bekçilerimiz varda bizler değerlerini bilip, ahir ömürlerinde en azından takdir edemiyoruz. Düşünelim hep birlikte, Anadolu’ muzda, Trakya’ mızda köylerimizde kültürümüze sahip çıkan kişilerin çoğalması ile kültür hazinelerimizi gelecek kuşaklara ne kadar kolay öğretir ve de devredebiliriz. Yaşasın KÜLTÜR BEKÇİLERİMİZ.

13 Kasım 2020 Cuma

TARİHE BAKIŞ VE KIRKLARELİ'NİN KURTULUŞU

Akın Güre
Tarih okudukça öğrenmenin sorumluluğu da artıyor.  Tarihin içinde dolaşırken hem yeni bir  düşünce ufku kazanıyorsunuz hem de şimdiye kadar bildiklerinize eleştirel gözle bakmayı öğreniyorsunuz. Tarihsel bilgiyi sorgulayıp anlamaya çalışırken ayrıca şunu da görüyor insan: Tarih bize anlatılan kadarı değil.
Özellikle Osmanlı'nın çöküşünü hazırlayan 19. yüzyıl başlarından itibaren devam  eden yenilgiler, toprak kayıpları, ayaklanmaların tarihi çok can alıcı detayları  barındırıyor. Bunları toplayarak elde ettiğiniz bilgiler sizi kavramsal anlamda yeni bir yere taşıyor.  Balkan Savaşları sırasında gördüğümüz gibi, mütemadiyen bir öncesine bakarak o güne neden, nasıl gelindiğini anlama gereği duyarken bir bakıyorsunuz ki en az 100 yıl geriye gitmeniz gerekiyor. Hatta bazı durumlarda bu bile yetmiyor. Tarih bilgisi size geçmişi sorgulamaya zorlarken her adımda biraz daha derine inmeye  mecbur bırakıyor.  Bu bütünsellik halkalar halinde iç içe geçen süreçlerle günümüze  kadar uzanıyor. Geldiğimiz noktalarda zihninize takılan soruların yanıtlarını daha kolay verebiliyorsunuz artık. Tarihi öğrenmek bu güne bakış açınızı da belirliyor, bu günü bakarken bir yanda da geçmişi nasıl "okumalıyız" diye düşünmeye başlıyorsunuz. Tarihi öğrenmenin bu yüzden heyecan verici bir özelliği var.
Örneğin, Balkan Savaşlarını okurken  bir devletin neden yıkıldığını, bu yaşanırken toplumda  nasıl travmalar yarattığını, bu gün bile zihinlerimizde etkisi devam eden  hangi izler bıraktığını daha iyi kavrıyorsunuz.  Balkan Savaşının başlama nedenlerini öğrenirken Osmanlı Devletinin yapısal engeller içinde nasıl sıkıştığını da görüyorsunuz. Bu durumu kullanan Avrupa Devletlerinin ve Rusya'nın her fırsatta sizden bir parça daha koparmaya çalışmaları, Balkanlardaki milliyetçi uyanışları teşvik ederek yayılma emellerini açığa çıkartmaları,  parçalanma ve küçülmeye neden oluyor. Bu sorunu aşmaya çalışan reformcu akımların 19. yüzyılın ilk yarısında başlattıkları islahat hareketleri ise batının beklentilerini sağlar görünse de Osmanlı'ya sadece zaman kazandırıyor ama çöküşü durdurmaya yetmiyor. Bu arada  İkinci Meşrutiyet'e giden süreçte  iç siyasetteki çekişmelerin de  hızlandığını, İttihat Terakki yönetiminin Sultan karşısında gücünü arttırarak   ülkeyi yeni maceralara sürüklediğini görüyoruz. Ülkeyi savaşa sokan İttihatçıların kendi sonlarını da hazırlayan yenilgiler ise Çanakkale savunmasındaki askeri kahramanlıklara rağmen  ülkenin Doğudan batıya kadar Avrupa devletleri arasında bölüşülmesi ile sonuçlanıyor. 
Çok hızlı geçip şuraya gelmek istiyorum: Mondros Mütarekesi sonrasında dayatılan yenilgi şartları altında artık geride bir devlet kalmamış gibidir. Çünkü bu enkaza rağmen iktidarını korumaya çalışan hanedanlık hala çözümü kendi bekasında görmek arzusundadır.  Oysa Anadolu'da ve  Tarkya'da başlayan direniş ve hareketlenmeler başka bir kıvılcımın habercisidir:  Yeni bir döneme girilmiştir. Bu güne kadar küçülme ve yenilgilerle  karşı direnen  devlet yerine gücünü milli iradeden alan bir kurtuluş mücadelesi başlamıştır. Hem de Anadolu coğrafyasının tam göbeğinde...Bu konum aynı zamanda tarihsel bir bileşkenin yeniden canlanması demektir. Artık her şey bu merkezden yürütülecek ve ilerleyecektir. Yarının kuruluşu buradan yönetilen kurtuluşun eseri olacaktır. 
Kurtuluş mücadelesinin Trakya ayağına gelirsek oradaki uyanışın başlangıçta bazı zayıflıkları vardır. Edirne'de kurulan Trakya-Paşaeli Cemiyeti daha başlarken adına Heyet-i Osmaniye adını ekleme gereği duyar. İstanbul Hükümetince  planlanan oyalama takitiği fark edilmez.   Beklentileri Wilson prensipleri gereğince topraklarında egemenlik haklarının sağlanması ve korunması ile sınırlıdır. Trakya'nın Türklere ait olduğunu ve bu devamlılığın güvence altına alınması en önemli kaygıdır. Cemiyet üyleri bu düşüncelerle İtilaf devletlerinden destek beklerler, İstanbul'da bulunan temsilcileriyle irtibata geçerler. Kurtuluşun Anadolu ile birlikte düşünülmesi gereken topyekün bir mücadele olduğu gerçeği Yunan işgalinin hızlanmasından sonra anlaşılacaktır.  En son Edirne ve Kırklareli 26 Temmuz 1920 tarihinde Yunanlılar tarafından hiç bir direnişle karşılaşmadan işgal edilir. Kurtuluş Mücadelesi sırasında Trakya'da başlayan direnişin savaşın kaderini belirleyen Ankara merkezli  eksene oturması  zaman alacaktır. Gazi Mustafa Kemal Nutuk' da bu konuyu çarpıcı bir biçimde  açıklar. Hatta Trakya'da görevli 1. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar'ı direnişin askeri örgütlenmesini  iyi yönetemediği için bayağı hırpalar. Sonunda Tarkya'daki ulusal mücadele askeri sahada, köy ve kasabalardaki halkın insiyatifi ile oluşan milis kuvvetlerce sürdürülür. Osmanlı ordusu oldukça zayıflamış haldedir ve kırsal kesimde Yunan ordusuyla yürütülen bu çete savaşları oldukça etkili olur. Yunanlılar bu direnişler  nedeniyle Anadolu'ya güçlerini taşımaktan vazgeçerler, dolayısıyla Trakya'daki silahlı direnişler Anadolu'daki mücadeleye önemli katkılarda bulunur. Trakya Paşaeli Cemiyeti Ankara ile birlikte hareket ederek milli mücadelenin batıdaki önemli bir ayağı olur.   Ankara'da toplanan milli meclise Trakya temsilcisi olarak İsmet İnönü, Kazım Karabekir Paşa ile Cafer Tayyar bey seçilmiştir. 
Bunların öğrenmeden Trakya'da Milli Mücadele tarihi anlaşılmaz. İki gün önce 98. yılını kutladığımız Kırklareli Kurtuluş için anlatılacak, konuşulacak çok konu var. Bunlar içinde, mesela Kırklareli'nin Yunan işgalinden kurtuluşundan önce şehirde yaşananları da bilmek lazım. Ali Rıza Dursunkaya Kırklareli Vilayetinin Tarihini anlattığı kitabında 1.Dünya Harbi öncesi henüz sancak merkezi sayılan Kırklareli'nde 5 Şubat 1919 tarihinde atanan adı Yanyalı Vessaf olan mutasarrıftan bahseder. Bu kişi koyu bir İttihatçı düşmanıdır ve şehirdeki Hürriyet ve İtilaf partisinin kontrolü altındadır.  Yayla Meydanındaki Çocuk Yurdunu (Darüleytam) İttihaçı taraftar yetiştiriyor diye kapatır, çocuklar sokağa atılırlar. Henüz işgal başlamasa da Yayla'da Yunan Ordusunun zaferi kutlanır, Rum Mektebinde(Eski Faik Üstün Lisesi) yunan bayrakları ile süslü salondo balolar tetip edilir. Bunlardan birinde Vessaf bey de bulunur. Yine Yayla'da rumlar ellerinde bayrakları ile  bir yürüyüş yaparken bir polisimiz bayraklardan birini ellerinden alıp parçlayınca Rum ileri gelenleri Metropolit ile birlikte Vessaf beyin makamına  şikayete gelirler, mutasarrıf da bu yapılandan dolayı özür diler, "Polis edepsizlik etmiş, derhal vazifesine son verdim" der. Mutasarrıfın işbirlikçi davranışı doğal olarak şehirde büyük tepkilere yol açacaktır. İşgal günlerinde kurulan, savaştan dönen genç yedek subayların oluşturduğu İhitiyat Zabitan Cemiyeti üyeleri mutasarrıfın tutumuna isyan edercesine Sadrazama bir telgraf çekmeye karar verirler. Bu telgrafta şunlar yazılıdır:
"Trakyanın geçirdiği en nazik bir devirde Kırkkiliseye musallat edilen Mutasarrıf Vesaf adlı adamı derhal kaldırmadığınız takdirde silaha sarılarak işi halledeceğimizi arz ederiz"

Telgrafın gönderildiği tarih 10 Kasım 1919'dur. Altında imzası olan iki kişiden biri sizlerin çok iyi bildiği İhtiyat Zabitan Cemiyeti reisi Ali Rıza Dursunkaya'dır. Telgraf Karargah olarak kullanılan Belediye Binasında yazılmış ve  Ali Rıza Bey tarafından  karargah komutanı Şükrü Naili beye de gösterilmiştir.  Gözleri dolu dolu olan Komutan bu hareketi onaylamış ve başarılı olmalarını dilemiştir. Bu olaydan sonra ihtiyat zabitlerinin evleri basılır ve silah araması yapılır. Kimisi de Jandarma tarafından tutuklanır. Mutassarıfın Yayla'da oturduğu evde bomba bulunması üzerine baskılar şiddetlenir. Daha sonra  bu olayın tahkikatı için    Nedim Nazmi Bey adında bir Mülkiye müfettişi gönderilir.  Müfettiş mutasarrıfın nasıl biri olduğunu anlar ve İstanbul hükümetine yazdığı telgrafta Vessafın görevden alınmasını ister. Bir gün sonra mutasarrıf Vessaf gizlice şehirden jandarma himayesinde Alpullu'ya kaçar ve  oradan İstanbul'a giden trene biner. 
Trakya Paşaeli Cemiyeti ile başlayan çalışmaların detayları uzun  uzun anlatılmaya muhtaçtır. Nihayet Kırklareli 2 Ekim 1922 'de Yunan askerlerinden boşaltılarak Fransız kuvvetlerine teslim edilir.  30 Ekimde de Türkler geçici bir yönetim oluştururlar , Hükümet Konağı olarak kullanılan Kocahıdır Okulu binasına Fransız bayrağı  çekilir.6 Kasım'da ise Yunanlılar yönetimi Fransızlara devrederek tamamen  şehri terk ederler. Türk birlikleri Şeytandere mevkiinde şehre girmezden bir kaç gün önce toplanırlar ve 10 Kasım günü Kurtuluş Caddesinden geçerek şehre girerler. Türk ordusu şehre girişte büyük bir kalabalık ile karşılanır, kurbanlar kesilir. Ordumuzu karşılayanlar arasında sevinçlerini aynı çoşkuyla paylaşan yahudiler de bulunmaktadır. Hükümet Konağındki Fransız bayrağı indirilerek yerine Türk bayrağı çekilir. Artık Kırklareli'nde TBMM idaresi resmen başlamıştır. Mutasarrıflığa  Tevfik Sırrı Gür, Belediye Başkanlığana da Trakya Paşaeli Cemiyeti kurucularından Şevket Dingiloğlu getirilir.

KAYNAKLAR
1. Özgür Mert, İşgalden Kurtuluşa Doğu Trakya, AÜ.Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Ataürk Yolu Dergisi,  S.58, Bahar 2016.
2. Ali Rıza Dursunkaya, Kırklareli Vilayetini Tarih Coğrafya Kültür ve Eski Eaerleri Yönünden Tetkik, 1 ve 2. Ciltler, 1948 Kırklareli.
3. Veysi Akın, Trakya'nın Türklere Devir Teslimi, AÜ.Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Erzurum 1994.
4. Ali Arslan, Trakya'da Milli Mücadele, Türkiye Barolar Birliği Yayını, 2014.

8 Kasım 2020 Pazar

BALKAN HARBİNİN TARİHSEL, SOSYAL VE SİYASAL DEĞERLENDİRMESİ

Ahmet Rodopman 

6. Bölüm
BALKAN SAVAŞLARINA KATILAN ÜLKELER
Nihayet yazımız asıl konumuz olan Balkan Savaşlarına gelmiş bulunuyor. O Balkan Savaşları ve sonuçları ki ne kadar yazılsa, okunsa zordur anlaşılması. Yaşanması ise tarif edilemeyecek kadar acı ve zulümden ibarettir. Şimdi öncelikle bu savaşlar silsilesinin Osmanlı ile kimler arasında yapıldığına ve bu devletlerin o günkü koşullarda durumlarına kısaca göz atalım.
BULGARİSTAN
1877-1878 yılların da yapılan Osmanlı-Rusya Savaşı sonucunda yapılan Berlin Antlaşması ile Bulgaristan kendi içinde bağımsız ancak, İstanbul’dan atanan bir vali tarafından idare edilen bir prenslik haline gelmişti. Osmanlının gücünü kaybetmesi ve II. Meşrutiyetin kabulü sırasında 6 Eylül 1908 günü Bulgaristan bağımsız bir devlet olduğunu ilan etmiştir. Bundan sonra sürekli topraklarını genişletmek ve özellikle de Bulgaristan’daki Türk nüfusunu azaltmak için büyük bir gayret içine girmişti. Başta Rusya olmak üzere Fransa ve Almanya’ dan  aldığı askeri ve kültürel yardımlarla kısa zamanda düzenli ve yetenekli bir ordu kurabilmiş, ülkenin eğitimini ve ekonomisini düzelterek, diğer Balkan ülkelerinden güçlü bir duruma gelmiştir.
Devletin başında olan Çar Ferdinand, 4.3 milyon olan Bulgaristan’da, 600.000 kişilik bir orduya ve bu ordu da, 9 piyade tümeni, 1 süvari tümeni ile 1.116 topa sahip bulunuyordu. Bulgaristan’ ın deniz gücünün hayli zayıf olması nedeniyle Yunanistan’ a bu konuda muhtaç oluyordu. Çünkü sadece Karadeniz’de olan 6 adet torpido botuna sahipti. Ordusunu Doğu Trakya başta olmak üzere, Batı Trakya ve Makedonya topraklarında savaşmak üzere konuşlandırmıştı. Halkı da Osmanlı Devletinden toprak alınacak hesapları nedeniyle  psikolojik olarak savaşa çok yatkındı. Silahlı kuvvetlerinin yanında çete savaşlarına hazırlanan binlerce sivil genç de silahlanmaktaydı. 
SIRBİSTAN
M.Ö. 1. Yüzyıldan beri bu topraklarda yaşayan Sırplılar, 1.200 lü yıllarda ilk devletlerini kurmuşlardır. Osmanlıların Avrupa’da ilerlemeleri sırasın da ,1389 yılında Kosova Savaşını kaybetmeleri sonucunda  Osmanlıların hükümdarlığı altına girmişler, 500 yüz yıla kadar süren bu süreç çeşitli isyanlar, savaşlar ve sürgünler şeklinde devam ederek 1878 Ayastefenos  Antlaşması ile de bağımsızlığını kazanması ile sonuçlanmıştır.
Bu tarihten sonra Sırbistan her fırsatta topraklarını genişletmek için güçlü bir ordu kurma çalışmalarını hızlandırmış, 30 yıl gibi kısa bir sürede özellikle Almanya’ dan aldığı yardımlarla 1912 yılında Osmanlı Devletine kafa tutup savaşa edebilecek hale gelmiştir. Savaş öncesinde Sırbistan’ ın nüfusu 3 milyon kişi, ordusu ise 255.000 silahlı asker, 10 Piyade tümeni, 2 bağımsız tugay ve 1 Süvari tümeninden oluşmaktaydı.
Ancak bütün bunların ötesinde yüz yıllar öncesinde kaybettikleri Sırp Sındığı savaşının intikamını alma istençleriyle hayli zalimce bir savaş yürütüp, yıllarca birlikte yaşadıkları diğer toplulukların sivil halkına şiddet ve kıyım uygulamaktan çekinmemişlerdir. Bu özelliklerini yıllar sonra Yugoslavya çökünce de Müslüman halka yaptıkları katliamlarla göstermişlerdir.
YUNANİSTAN
Milatan önce 800 lü yıllarda Ön Asya ve Ege Denizi adalarında yaşayan Antik Helenlilerin devamı olduklarını belirten Yunanlılar, M.S 14. Ve 15. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğine girmiştir. 1815 yılında başlayan Megali İdea fikirleri ile başlayan ayrılıkçılık davranışları giderek büyümüş, Fransız İhtilali sonrası artan milliyetçilik hareketleri ile Avrupa’ nın diğer ülkelerinden de destek alarak büyümüş, önce Mora Yarımadası, arkasından da 1829 Osmanlı-Rus Savaşından sonra da Yunanistan Bağımsızlığını Kazanmıştır. Yunan Devleti öncelikle Fransız ve İngilizler olmak üzere diğer Avrupa devletlerinden aldıkları yardımlarla önce deniz kuvvetlerini ardından da silahlanarak Kara Birliklerini modernleştirerek ideallerine uygun olacak şekilde siyasetler yürüterek topraklarını genişletmek istemişlerdir. Balkan Savaşı onlar için düşünemeyecekleri kadar büyük fırsatlar vermiştir. Örneğin Selanik, insanın içini acıtacak kadar bir gafletle, bir kurşun dahi atılmadan Yunanlılara teslim edilmiştir. Yunanistan bu savaşa girerken nüfusu 2.7 milyon civarında olmasına karşın İngiliz Askerlik Sistemini uygulaması ile 600.000 yurtaşını silah altına almayı başarmıştır.
Denizlerdeki üstünlükleri Balkan Savaşının Stratejisini değiştirmiş. Özellikle Averof zırhlısı Ege Denizinde oldukça eskimiş olan Osmanlı Donanmasına zor zamanlar yaşatmış, İzmir Karaburun’ u  bambalayacak kadar cüretkar davranışlar göstermiştir. Aslında dört Balkan Ülkesinin en zayıf olanı görünmesine karşın, savaştan en yararlı çıkan olması da ilginçtir.
KARADAĞ KRALLIĞI
Yüzyıllarca Güney Avrupa’ nın dağlık kesimlerinde küçük bir prens-piskoposluk olarak varlığını sürdüren Karadağ, 1852 yılında, laik bir anayasayı kabul ederek prenslik olarak Avrupa Devletleri arasına girmiştir. O da diğer Balkan ülkeleri gibi hemen modern silahlarla donanıp, toprak kapmak için Osmanlı İmparatorluğuna savaş açmış, 1858 yılında yapılan savaşta yenilen Osmanlılar’ dan hatırı sayılır bir toprak parçası almıştır. 1878 yılı Berlin Antlaşması ile de sınırları tanınan 9.500 kilometre kare toprağı olan 280.00 nüfusa sahip bir Krallık olarak Avrupa devletleri arasına katılmıştır. Çok uzun sürmeyen bir laik, demokratik ve anayasal düzenini kuran Karadağ Krallığı Balkan Harbi sırasında Sırplar ile anlaşıp, Yugoslavya’ nın kuruluşuna katılmıştır.
Böylece kısaca bilgilenip tanıdığımız bu dört Balkan ülkesi olan Bulgaristan Krallığı, Sırbistan Krallığı, Yunanistan Krallığı ve Karadağ Krallığı’ndan oluşan Balkan Birliği ile Osmanlı İmparatorluğu arasında oldukça kısa süren  ancak yaptığı yıkımlar, neden oldu sonuçlar bakımından oldukça derin ve acı izler bırakan savaş 7 Ekim 1912 tarihinde başlamış ve 30 Mayıs 1913 de sona ermiştir.
Şimdi hep birlikte, Türk alemi için çok önemli, Balkanlılar için ise kelimelerle anlatılamayacak kadar hazin, felaket olarak adlandırılabilecek bu savaşın güncesinin sayfalarını aralayıp olup biteni anlamaya çalışalım.
(Devam edecek) 

3 Kasım 2020 Salı

BALKAN HARBİNİN TARİHSEL, SOSYAL VE SİYASAL DEĞERLENDİRMESİ

Ahmet Rodopman 

5. Bölüm
BALKAN SAVAŞLARINA GİRERKEN OSMANLI DEVLETİNİN DURUMU
Bu bölümü yazmak için öylesine zorlandım ki anlatamam. Bu konuda yüzlerce yazı, onlarca kitap yazılmış. Önemli bir kısmını okudum. Balkan Harpleri ile ilgili sayısını anımsayamadığım kadar yüksek lisans, doktora tezi ve özel araştırma sayfalarını inceledim. 600 yıllık koskoca bir Osmanlı İmparatorluğunun içine düştüğü açmazı, çaresizliği hala anlamakta güçlük çekiyorum. İmkansızı başarmak deyiminin hakkı verilmiş ve karşısında dünyanın titrediği bir dev çok kısa bir zamanda yere serilerek tarih sahnesinden silinmiştir. Düşündükçe içim ağlıyor, beynim isyan ediyor. Ne kadar zorlasam da kedimi, kabullenemiyorum. En iyisi en son yazacağım düşüncemi, önce söyleyeyim. ‘’Yaşanılanlardan herkes sorumlu, herkes kabahatli, herkes suçlu’’. Belki de bunun bilincinde olarak yıllarca Balkan Savaşlarının üzerinde durulmamış, hatta yok sayılarak ne yeni kuşaklara öğretilmiş, ne de onca olumsuzluklardan ders çıkarmayı öğrenmişiz. Sanırım şu günlerde bile yaşadığımız olumsuzlukların ard alanında Balkan Savaşları öncesinde yaptığımız hatalarla yüzleşemeyişimizin nedenleri yatmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğunun 1900 lü yılların başına gelinceye kadar önlenemeyen bir gerileyişini farklı tarihçiler farklı nedenler ve farklı tarihler ile ifade ediyorlar. Ancak genel kabul gören adlandırma oldukça deneyimli Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa nın ölümüyle Osmanlıda duraklama yılları başlamış oldu. Devşirme olarak saraya giren Sokullu yaşamının 60 yılını devletin değişik mevkilerinde hizmet ederek geçirmiş, bunun 14 yılında da değişen padişahlara rağmen, hala tam olarak çözümlenemeyen, bir katilin bıçakla saldırıp öldürmesine kadar veziriazamlığını sürdürmüştür(11 Ekim 1579). Sokullu zamanında Osmanlı İmparatorluğu ulaşabildiği en geniş toprak büyüklüğüne ulaşmış, birçok zaferler kazanmış, içeride ve dışarıda baş gösteren bir çok karışıklıkların ustalıkla altından kalkan bu efsane sadrazamdan sonra, Osmanlı kurulmuş olan düzenini bir daha elde edememiştir. Bozulmanın Kanuni Sultan Süleyman zamanında başladığı (Kapitülasyonlar meselesi) bilinse de özellikle Kanuniden sonra gelen II. Selim ve III Murad zamanında belirginleştiği bilinmektedir.
120 yıl kadar süren bu duraklama devri, Osmanlı maliyesinin bozulması ile başlayıp, orduda huzursuzluklar, azınlıkların istekleri ve zamanında yapılması gereken yenilileşmelerin ertelenmesi sonucu hızla inişe geçmeyi getirmiştir. 1699 yılında Avrupa da ilk büyük toprak kaybedişi olarak bilinen Karlofça Antlaşmasına kadar süren Duraklama süreci ne yazık ki, gerileme sürecinin başlamasına neden olmuştur. Duraklama devrinde Osmanlı’nın bu kötü gidişini ve özellikle İmparatorluk içinde büyük bir nüfus oluşturan gayrımüslimlerin huzursuzluklarının nedenlerini farklı bir görüşle,yazılı tarihe geçiren yabancı tarihçiler şöyle özetlemektedirler. ‘’Mısır’ ın fethedilmesinin ardından, Kahire’ den İstanbul’ a getirilen müderrisler (Din alimleri)  yeni bir zihniyet getirdiler. Devlet katında din faktörü hoşgörünün yerini aldı. Din ayrımı ve gayrımüslimlerin din değiştirerek Müslüman olma istekleri, avantajlı bir durum yarattı. Özellikle vergilerden ve devlet memurluğundan yararlanma bakımından tercih edilmeye başlandı. Osmanlı devletinin tutumunda değişmeler oldu. Hıristiyan Avrupa karşısında daha güçlü olmak için büyük İslam camiasının başına geçmek uygun bulundu. Sultanlar ayni zamanda Halife oldular. İslam olmayan her şey ülke yönetiminden uzak tutuldu. Müslim ve gayrimüslim arasında kıyafet farklılığı getirildi. Gayrimüslimler askerlik görevlerine alınmayınca, Hıristiyan halklarla yaratılıp devam ettirilen Yeniçeri ocağı bir İslam topluluğu haline geldi. Bu ayrımlar giderek Müslim ve gayrımüslimler arasında karşılıklı kırgınlık ve küskünlükler doğdu. Bu kırgınlıklar zamanla derinleşen ayrılıkların oluşmasına neden oldular’’
Bu görüşten farklı olarak, ‘’Eski gücünü kaybeden devlet , artık büyük seferler düzenleyemeyip, büyük ve zengin ülkeler feth edemediği için, askerlerin kazandıkları zaferlerden sonra elde ettikleri yağma gibi gelirlerinin kesilmesi başlı başına ordu içinde bir huzursuzluk kaynağı oluşturmasını duraklamanın nedenleri arasında sayanlarda bulunmakta idi. Zaman geçtikçe imparatorluk sınırları içinde farklı ırk, din ve milliyetten olan toplulukların istek ve şikayetleri artmış, bu sorunları giderebilecek önlem ve düzenlemelerin yapılamaması karışıklıkların artmasına neden olmuştur.
Karlofça Antlaşması ile sonuçlanan Avrupa’ da Kutsal İttifak olarak nitelenen, Avusturya, Venedik , Lehistan ve Rusya kuvvetlerine karşı Osmanlı güçlerinin yenilmesi, Hıristiyan aleminde, Osmanlı’ nın artık yenilmez bir güç olduğu konusundaki düşüncelerini değiştirmiştir. O gün için önemsiz gibi görünen nedenler daha sonraki yıllarda onarılamayacak yaralar açıp, gerileme devrine doğru sürüklenmesini getirecek sonuçlar doğurmuşlardır. Bunları kısaca sayacak olursak;
Coğrafi keşifler sonucunda değişen ticaret yollarından uzak kalınması gelirlerin azalmasına neden olurken, saray masraflarında ciddi artışlar, Tımar siteminin bozulması ile sürekli bulundurulan asker sayısının artması, sık sık değişen padişahlarla birlikte dağıtılan cülüs miktarlarıunın çoğalması, köylerden, kentlere göçlerin artması ile, tarımsal üretimin azalması, Celali İsyanları, Osmanlı parasının değer kaybı yaşaması başlıca etkenlerini oluşturmuştur.
Böylece yeni bir yüzyılın başına gelinmiş Osmanlı Devleti 1700 lü sorunlu yılları yaşamaya başlamıştır. 1700 ve 1800 lü yıllarda alınan hatalı kararlar, yenilgiler ve yapılamayan reformlar Osmanlı İmparatorluğunu dağılma sürecine sokacağı için hayli önemli olduğundan biraz daha detaylı bakmak zorundayız. Çünkü artık adım adım Balkan Savaşlarını hazırlayan ortama doğru yol almaktayız.
Osmanlı’da Gerileme Devri 1699 Karlofça Antlaşması’yla başlatılır; Kırımın elden çıkıp Rusya ile Yaş Antlaşmasının yapıldığı 1792 yılına kadar sürdüğü kabul edilmektedir.Aslında 18. yüzyıla girildiğinde Osmanlı’da sorunlar netleşmiş ve Avrupa’nın üstünlüğü de kabul edilmiş olduğundan reform yapma düşüncesi ağırlık kazanmıştı. Çünkü üst üste alınan yenilgiler özellikle silahlı kuvvetlerin günün koşullarına göre yeniden organize edilmenin şart olduğunu göstermekteydi.  Ancak reformlar için zamana ve mutlak bir barış dönemine ihtiyaç duyulmaktaydı.
12 yıl süren Lale Devri (1718-1730) sırasında bu barış süresi sağlanmıştır. O yıllarda padişah olan III. Ahmet tarafından 1718 yılında imzalanan Pasarofça Antlaşması ile önemli toprak parçaları Avusturya ve Venedik Devletine bırakılmak zorunda kalınmıştır. Avusturya’ nın Balkan Savaşlarının çıkmasına neden olan Bosna- Hersek sorunu da bu şekilde başlamıştır ve 100 yıl boyunca sürmüştür. Lale Devri’nin en önemli yeniliklerinden biri şüphesiz ilk Türk matbaasının kurulmuş olmasıdır (1727). Aslında Osmanlı’da ilk matbaa İstanbul’da İspanya’dan göç eden Museviler tarafından 1493 yılında açılmıştı. Yine Ermeniler 1567, Rumlar ise 1627 yıllarında kendi matbaalarını kurmuşlardı. Bu tarihleri özellikle belirtmemizin nedeni, yaşadığımız günleri bile etkileyen kitap okur yazarlığımızın sorunlarının ne denli eskilere dayandığının anlaşılır olması içindir. Ancak ülkenin hızla bozulan sosyal ve ekonomik düzeni nedeniyle, 1730 yılında Patrona Halil İsyanı çıkmış ve başlayan reform hareketleri sekteye uğramıştır. Yeni padişah I. Mahmut ilk iş olarak yarım kalan reformlarla askeri kurumların modernleştirilmesine ağırlık vermiş, ardından Padişah olan III. Mustafa reformlara devam etmek istemiş ancak Osmanlı Devletini bağlayan kapitülasyonlar ve borç ödemeleri yüzünden ekonomi iyice bozulmuştur. Onun yerine Padişah olan I. Abdülhamit zamanında yine Rusya ile savaşlar Osmanlının gündeminden düşmemiştir. Uzun süreli Avusturya Savaşları ve Kırım Savaşı Osmanlı Ordularının büyük ölçüde kırılması ile sonuçlanmıştır. Rusya ile yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması ve Yaş Antlaşması ile artık Gerileme Devride geçilip, Dağılma Süreci fiilen başlamış olmaktadır. Bu dönemin hazin sonuçlarının en başında Balkan Savaşlarının nüvelerinden birini oluşturan, Rusya’nın Hıristiyan azınlıkların hamisi olma hakkını elde etmesi ve gelecek yüzyıl boyunca bu konuyu işleyip, Balkan halklarını Osmanlıya karşı kışkırtmasıdır. Bunda 1792 yılında yapılan Fransız Devrimiyle birlikte gelişen milliyetçilik ve bağımsızlık hareketleri de eklenince gelmekte olan yeni yüzyıl Osmanlılar için pekte iç açıcı olamayacağı açıktır.Buna rağmen sevindirici bir gelişme olarak yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı’da tarihin en kapsamlı reform programlarından biri olan Nizam-ı Cedit’in hazırlıklarının yapılmamakta olduğunu görmekteyiz. Yeniçerilerin ve sipahilerin sık sık çıkardıkları isyanlar, sadrazamların, padişahların alaşağı edilmeleri hatta öldürülmelerine varıncaya dek istekleri, İstanbul’ da ve Anadolu’ da huzur ve nizamın ortadan kalkmış olması, vergilerin toplanamaması nedeniyle devlet hazinesinde maaş verecek kadar bile para olmaması, yer yer çıkan celali isyanları, üretimin azalıp, ekonominin bozulması neticesinde halkta başlayan moral bozukluğu, yüzyılın en sıkıntılı günlerini yaşatmaktadır.
Ordunun değişik cephelerde savaşıyor olması, yeniden organize olan silahlı güçlerle, eski sitemin silahlı güçleri arasında oluşan gerginliklerin yanı sıra Makedonya başta olmak üzere Balkanlarda hiç dinmeyen karışıklıklar bu bölgelerde gözü olan devletleri de tedirgin ettiğinden, İngiltere, Fransa ve Avusturya, Ruslarıın Balkanlara inmesi tehlikesine karşı devreye girip, tarafları sakinleştirerek zamna kazanılmasına çalıştılar.
18.yüzyıl sonlanırken Osmanlı Devleti bölgesinde en geniş topraklara sahip ve 24 Milyon nüfusu olan büyük bir İmparatorluk halinde durmaktaydı. Ancak ufukta görünen kara bulutlar bu imparatorluğun ancak çeyrek asır kadar ayakta kalıp, tarihin derinliklerine sürükleneceğinin haber veriyordu sanki.
Yüzyıl sona ermeden Osmanlının hiç hazır olmadığı bir zamanda Rusya’ nın çıkardığı 1877-1878  Savaşı(93 Harbi diye bilinen savaş)  Osmanlı İmparatorluğu için sonun başlangıcı denilebilecek kadar olumsuzluklarla başlayıp, kötü bir barış antlaşması ile sonuçlanmıştır(Ayastefenos Antlaşması) ardından Berlin Antlaşması gerek Avrupa kıtasında gerekse Asya da Kafkasya’ da büyük toprak kayıplarına uğraması ve savaş oldukça yüklü bir tazminatı ödemek zorunda kalması Osmanlı Devletini hayli güç bir durumda bırakmıştır. II. Abdülhamit’ in padişahlığının ilk yıllarında, yenileştirilmeye çalışılan silahlı kuvvetlerin henüz savaşa hazır olmadığı bir zamanda başlayan harpte Rus Kuvvetleri,8-9 ay gibi kısa bir sürede Plevne’ den kalkıp İstanbul (Yeşilköy) (Ayastefenos) a kadar gelmesi düşman güçlerinin başkente dayanması,Osmanlı sarayını telaşa düşürürken, İngiltere’de Rusların Boğazlara sahip olacak korkusuna kapılması ile hayli ağır şartları içeren Ayatefenos Antlaşmasının yapılmasını sağlamıştır. Ardından Berlin’ de bu antlaşmanın şartları biraz hafifletilmiş olsa da Osmanlı  tarihinin en büyük toprak kayıplarını verilmiştir. Başta Bulgaristan olmak üzere diğer Balkan halkları da bağımsızlık isteklerini açıkça beyan eder, Osmanlıdan toprak ve taviz ister hale gelmişlerdir. Bu arada savaş ve işgaller bir yıl civarında sürse de , o bölgelerde yüzyıllardan beri yerleşik Müslüman halkın yollara düşerek İstanbul’ a gelme maceraları onlarca yıl sürmüştür. Balkan harbi yıllarına kadar devam eden Tuna boylarından, Adriyatik denizi kıyılarından, Bosna-Hersek’ ten malını bırakıp, canını kurtarmak için yalın ayak perişanlık, açlık ve yoksulluk içinde yapılan göçlerde kaybedilen insan miktarı sayılamayacak kadar çoktur. Yabancı gözlemcilere göre 3-4 milyon kişinin yola çıktığı bunlardan ancak 1.5-2 milyon kişinin İstanbul’ a ulaşabildiği belirtilmektedir.
Bütün bu olumsuz gelişmeler ve bunların getirdikleri, yetişkin insan , maddi ve manevi kayıpların giderilmeden, yaraların sarılamadan geçen yıllarla birlikte yeni bir yüzyıla yani 20. Yüzyıla gelmiş oluyoruz. Bu yüzyılın ilk 20 yılı da bambaşka problemlerle dolu yaşanmıştır. Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı gibi çok büyük yıkımlardan sonra gelen Sevr Antlaşması ile de Osmanlı Devleti tam ortadan kalkıyordu ki, Türk milletinin yüzünü güldürecek Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları bir güneş gibi Osmanlının küllerinden doğarak, Türkiye Cumhuriyetini kurdular. Bizlerde 20 Yüzyılı alnımız ak, başımız eğilmeden yaşama mutluluğuna erdik.
Bundan sonraki bölümlerimizde, Balkan Savaşlarını Osmanlı’ nın hangi devletlerle yaptığını, nedenlerini ve sonuçlarını görüp asıl önemli olanında, bu yaşanılanlardan ders alınıp, doğru ve akılcı yolları seçip modern bir ülkeye kavuşmak, yapılması gerekenlerin yapılmasını sağlamak için çok çalışmanın gerekliliğinin anlaşılmasıdır.

SUYUN SİHİRİ :KAYNARCA

Akın Güre

Yolum düşerse giderim deyip görmeyi ertelediğim yerlerden biriydi Kaynarca. Nihayet gittim, gördüm, gezdim. Kısa bir sürede ne kadarı yapılabilirse. Ama eğer Erdoğan Kantürer beyin kitabını(*) okumasaydım, konuştuğum restoran sahibiyle o sohbeti yapamaz,  tanıştığım  sevimli rehberime değirmenlerin yerini  soramaz, suyun geldiği yerleri merek edemez, fasulyesini, mercimeğini öğrenemezdim. Bir yeri sevmek bilgi işi. Ama sevmek sadece bilgiyle olmuyor. Gidip yaşamanız lazım. Kaynarca Kırklareli'nin yakınında, Pınahisar'ın bitişiğinde bir vaha. Çimento Fabrikasının o dev bir makinayı andıran görüntüsü yanında size  başka bir dünya daha olduğunu hatırlatan, masum güzellik...

Karnımız acıkmış, önce bir şeyler atıştırmamız lazım. Sizi karşılayan restoran sahibinden  iyi donatılmış bir masa değil beklentiniz. Ama o sipariş ettiğiniz basit şeylerin yanına kendiliğinden ilaveler de yapıyor.  Yemeğimizi yerken yanı başınızda yukarıdan büyük bir gürültüyle akan şelalenin sesi size Kaynarca'da olduğunuzu kendi diliyle anlatıyor, yemek yediğiniz bahçeye unutulmayacak anılar katıyor.

Yemeğin süresini kısa tutup ayrılmak zorundayız buradan. Hesabı ödeyip suyun keşfine çıkmalıyız. Öğrendiğimiz ilk yer Cami'nin yanındaki havuz. Kaynaklardan biri burada. Suyu bir kanalla başka bir kaynakla birleşiyor. Yürürken bize  yardımcı olan güler yüzlü rehberimizin götürdüğü ikinci kaynak onun çok yakınında, şadırvanı andıran  bir yerden  akıyor, önündeki minik havuzu doldurup camiden gelen kaynakla birleştikten   sonra kasabanın içinde başlayan uzun yolculuğuna çıkıyor. Böyle beş ayrı yerden geliyor sular. Cami havuzundan gelen  su içilmiyor ama şadırvanın suyunu insanlar akşamları kaplarıyla  evlerine taşıyorlar, isterseniz çeşmede asılı duran  maşrapayı  kullanarak tadına bakabiliyorsunuz.

Ama benim aklım hala değirmenlerde. Çünkü Kaynarca halkının bu değirmencilerle oldum olası dertleri olmuş, okudum biliyorum. (**) Ama bu mesele kapanmış anlaşılan. Suyun gücü taş değirmeni döndürmeye yeterken burada hayatın akışına kendi ruhunu da katmış. Kaynarca' nın ilginç hikayesi suyun bu sihirinde gizli. Buranın tarihi suda yaşıyor, onunla evriliyor, kasabanın hayatı oluyor. Yakındaki çimento fabrikasının bir masal canavarını andıran  görüntüsü yanında ona aldırmadan akıyor, yeşeriyor, uzuyor.

Kasabada yaşayan her halde  tek değirmen bu. Meydanın az ilerisinde hala suyun gücüyle taşları  dönmeye  devam eden değirmen başka bir masal kahramanı gibi kalmış, kulübeye benzeyen  küçücük bir  bina...Değirmenin içinden geçen su bu kez mısır tanelerini una dönüştüren taşı döndürerek başka bir mecrada akıyor, binanın önünden bir çağlayan hızında fışkırarak kanala doluyor ve bahçelerin içinden geçerek uzaklaşıyor. Kanallardan akan kaynak sular sonra bahçelerdeki sebzeleri yeşertiyor, çoğaltıyor, hayatı besliyor.

Kaynarca'da gördüğüm bu masalımsı hayat şiirsel bir ahenk içinde devam ederken başka şeyleri de düşünmeden edemiyor insan. Pekiyi gençler nerede? Kasabada gördüğüm çoğu kişi yaşlı insanlar benim gibi. Meydanda kendisinden  fasulye ve mercimek aldığım Mustafa bey gibi. "Yaşınız kaç?" diye sorduğumda gülerek yanıtlıyor. Sağlıklı ve dinç kalmayı hala serasında çalışmaya borçlu. Kendi mahsulleri ile övünüyor haklı olarak. Aldıklarımı tartarken avucunda kalanları da torbaya katmasını,  almaya niyetlendiğim kavunlar için "suludur ama tatları pek yok" derken kanıtladığı  dürüstlüğünü  unutmam mümkün değil.

Pekiyi, hala aklımı kurcalayan ne? Ters giden ne? Bütün bu masalımsı dünyadaki büyüyü bozacak, gördüklerimi tersine etkileyecek korktuğum şey ne? 
Onu da dönüş yolunda yaşadıklarımı, gördüklerimi anlatırken öğreneceksiniz. Başka bir söyleşmede...

(*) Bir Trakya Destanı Tearos, Ağustos 2020, Arcadia Yayınevi Lüleburgaz.
(**) Başka bir yazıda daha uzun anlatacağım. Erdoğan beyin kitabı aslında yaşamları toprağa bağlı halkla suyun gücünü kendi ellerinde tutmaya çalışan değirmenciler arasındaki kavganın hikayesidir ve bu hikaye aslında bir insanlık tarihidir. Kitap bu gözle okunmalı. Kaynarcadaki mücadelenin nasıl bittiğini öğrenmek isteyenlere bu kitabı okumalarını tavsiye ediyorum.

KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...