1 Nisan 2022 Cuma

MUSEVİ FOTOĞRAFÇI FOTO BEHAR NADİR VE KIRKLARELİ FOTOĞRAFÇILARI







Hasan ÇALIKUŞU 


1800’lü yılların sonuna doğru Edirne’ye bağlı bir sancak olan Kırkkilise’nin fotoğraf tarihinde Kırkkiliseli Rumlardan P. Antonitsis, Achilleas Zoïros ve Zaphiriades Ailesi ile Musevi fotoğrafçılardan Behar Nadir bulunmaktaydı. Ayrıca Kırkkilise’de P. Antonitsis’in fotoğraf editörlüğünü Isacc ve Moise Mitrani isimli Yahudi kardeşler yapmaktaydı. 

1912 Balkan Savaşı’nda Kırkkilise’nin Bulgarların eline geçmesinden sonra fotoğrafçı Antonitsis’in kartpostallarda adı kaybolur ama editör olarak Mitrani kardeşlerin devam ettiği görülür. Osmanlı idaresine ait askeri ve stratejik yerlerin fotoğraflarını çeken Antonitsis’in işgal ile Kırkkilise’den ayrıldığı veya başına bir iş geldiği tahmin edilmektedir. 

Antonitsis’in “Kırkkilise Fotoğrafhanesi” ve Zaphiriades Ailesinin “C.Zaphiriades Fotoğraf Atölyesi”nin nerede olduğu hakkında henüz kesin bilgimiz yoktur. Fotoğrafçı Achilles Zoïros ise 1900’lü yılların başında kendi adına Yayla Mahallesi’nde Celepoğlu Konağı’nın üst tarafında Kimisis Theotokou Kilisesi’nin karşısında bir fotoğrafhane açar. Ancak Zaphiriades ve Zoïros ailesinin mübadele nedeni ile Kırklareli’den ayrılması ile fotoğrafçılık Musevi vatandaşlarla devam eder. 

Foto Behar Nadir, Kırklareli’nin ve yaşayan eski Kırklarelilerin adını duyduğu fotoğrafçılardandır. Kırklareli’de Namazgâh Caddesi’ndeki bu usta fotoğrafçının yanında çalışan Türk çıraklar zamanla işi öğrenir ve ondan sonra fotoğrafçılık mesleğini Kırklareli’de devam ettirirler.

Çanakkale Savaşı’nda babası şehit olunca Mümin daha bebektir. Annesi pala kilim dokuyarak geçimini sağlar ve Mümin'i büyütür. On yaşına gelince Mümin’in sağda solda perişan olmaması için Kırklarelili hayırseverler onu Fotoğrafçı Behar Usta’nın yanına çırak olarak verirler. İlk günlerde gelen müşterilerin sandalye ve koltuklarının taşınması, fon ve dekorların yerleştirilmesi işini yapan çocuk Mümin’in fotoğraf bilgisi gün geçtikçe ilerler ve fotoğrafa dair bütün teknikleri ustası Behar Nadir’den öğrenir. Uzun yıllar ustasının kontrolü altında fotoğrafhanenin bütün işlerini yavaş yavaş üslenerek ustasına büyük destek olur.  

Zaman geçer ve Mümin Yıldız evlenme çağına gelir. Aynı zamanda Behar Nadir’in de evlilik çağına yaklaşan ‘Sera’ adında güzel bir kızı vardır. Çocukluğundan beri Mümin’i yetiştiren Fotoğrafçı Behar Usta, huyunu suyunu bildiği, bir evladı olarak gördüğü pırıl pırıl, yetenekli ve saygıdeğer Mümin’in kızı ile evlenmesinden büyük mutluluk duyacaktı. Böylece hem çok sevdiği kızı mutlu bir yuva kuracak ve hem de fotoğrafhanesi emin ellerde çalışmasına devam edecekti. 

Kırklareli Yerel Tarih Grubu yazarlarımızdan Ahmet Rodopman, fotoğrafçı Mümin Yıldız ile ilgili anılarını özetle şöyle aktarır: 

Namazgâh Caddesinin sol tarafındaki ilk sokak üzerinde olan ‘Foto Yıldız’a Kırklareli halkı bir hayli ilgi göstermişti. O yıllarda aileler arasında yıllık fotoğraf çektirtip saklamak veya duvara asmak moda olmuştu. Birçok ailenin olduğu gibi, benimde bebekliğimden itibaren 12 yaşıma kadar her yıl Foto Yıldız’da çekilen aile fotoğraflarım bulunmaktaydı. Mümin Yıldız uzun yıllar bu işyerini çalıştırdıktan sonra emekliye ayrılmıştı. Babamın dükkânın yanında oturuyorlardı. Babamla iyi sohbet ettikleri için sık, sık dükkâna gelir, konuşurlardı. Bir gün fotoğrafçılık ile ilgili konuşurlarken şöyle bir anekdot anlattığını hatırlıyorum: ‘Ben çok küçük yaşlarda çırak olarak başlamıştım fotoğrafçılığa. İlk aylarda alışamamış, kimyasal maddelerin kokularından midem bulanmıştı. Çok işimiz vardı, geç vakte kadar kalıp çalışıyorduk. Bir gün ustama sormuştum. “Biz böyle herkesin resimlerini çekiyoruz. Resim çektirecek kimse kalmayınca ne yapacağız. İşsiz kalınca kapatacak mıyız ?’ sormuştum. “Biz böyle herkesin resimlerini çekiyoruz. Resim çektirecek kimse kalmayınca ne yapacağız. İşsiz kalınca kapatacak mıyız ?’

Çok iyi bir insan olan Musevi patronum Behar Nadir gülerek,  “Merak etme be kuzim, bu insanlar hiç bitmez. Yeni insanlar doğar, kimi sünnet olur gelir, kimi evlenir gelir, kimi okula, askere giderken gelir, kimi ayrılırken gelir. Bizim işimiz hiç bitmez.’’ demiş.

Yıllar geçtikten sonra Kırklareli’nin sevilen büyük fotoğraf ustası Behar Nadir’in vefatı ile fotoğrafhane damadı Mümin Yıldız’a kalacak ve Kırklareli’de ilk Türk fotoğraf stüdyosu “Foto Yıldız” adıyla Namazgâh Caddesi’nde Avcılar Kulübü'nün altında faaliyetini sürdürecekti. 

Mümin Yıldız vesikalık ve aile fotoğrafları yanında o zamanlar halkın bayram ve yılbaşı tebrik kartı olarak kullandığı fotokartlarda Kırklareli genel manzarası baskılarını kullanarak o dönemlerden bu güne çok önemli görsellerin kalmasını sağlamıştır.

Kasaplararası Sokak’taki Gürver Apartmanı’nın ikinci katında uzun yıllar oturan Yıldız ailesinin ‘Süheyla’ adında bir kızları oldu. Bir Musevi âdeti olarak, bütün ailenin bir araya geldiği fotoğraf çektirme alışkanlığı Behar Nadir zamanından beri her yıl unutulmadan devam etti. 

Kırklareli fotoğraf arşivlerinde o yıllara ait bazı fotokart ile şu anda yaşayan son nesil Kırklarelilerin çocukluk ve okul fotoğraflarının birçoğu Mümin Yıldız tarafından çekildi. Üçayaklı şipşak makinasını iyi havalarda dışarı çıkarır, Kırklareli manzara fotoğrafları da çekerdi. Ayni zamanda fotoğraf rotüşünde bir ressam kadar iyiydi. Hatta siyah beyaz fotoğrafları büyüterek renklendirebiliyordu. Renkli fotoğrafların henüz icat edilmediği o yıllarda yetenek gerektiren bu tür işler çok ilgi çekiyordu.

Fotoğrafçı Mümin Yıldız da fotoğrafhanesine aldığı çırakları yetiştirmeye, fotoğrafın inceliklerini öğretmeye çalışıyordu. Bunlardan birisi de İstanbul’da küçüklüğünden beri bir fotoğrafçının yanında mesleki birçok detayı öğrenen 13 yaşındaki İhsan Özsaraç oldu. İhsan'ı kendine yardımcı olarak aldı ve askere gidinceye kadar yanında çalıştırdı.  

İhsan Özsaraç askerlik dönüşü 1961 yılında Cumhuriyet Caddesi’nde Vakıfbank’ın karşısındaki sokakta Roma Pastanesi’nin yanında kendi fotoğrafhanesini açtı.

Osmanlı döneminde Kırkkilise âyanlarından Bostancıoğlu Süleyman Ağa soyundan gelen Berber Ali Ağa’nın torunu ve Hâkim Mehmet Mazhar’ın oğlu olan Tütüncü Reşit Altay da yıllarca bu mesleği yapmış fotoğrafçılardan olup, 1944-1950 yılları arasında Kırklareli Belediye Başkanlığı görevini de sürdüren saygın isimlerden biriydi.  

Kırklareli’nde kendi stüdyosunda fotoğrafçılık yapanların yanında cadde ve meydanlarda, Fransızca ‘alaminüt’ kelimesinin karşılığı Türkçe’de ‘acele, çabuk’ anlamında  “şipşak” olarak bilinen fotoğrafçılar da vardı. O dönemlerde bir fotoğrafhane açmak yüksek maliyetli olduğundan alaminüt fotoğrafçılar, caddenin uygun bir köşesinde astıkları siyah perdenin önünde, çok kaliteli olmasa da ekonomik bir fiyattan müşterilerinin vesikalık veya hatıra fotoğrafını çekebiliyordu. 

Bunlar arasında Kırklareli Atatürk Meydanı’nda Valilik binası karşısında Hasanpaşa Caddesi’nin girişinde Mabaacı Şeref, Kahveci Çıkıkçı Hikmet ve Bakkal Makaryos’un bulunduğu alanda Ahmet Sözen alaminüt fotoğrafçılık yapıyordu. 1953 yılından 1978 yılına kadar 25 yıl boyunca üçayaklı körüklü ahşap sandıklı fotoğraf makinası ile binlerce fotoğrafı çekti, anında ve hızlı bir biçimde banyolarını yaparak fotoğraflarını sahiplerine teslim etti.

Aynı şekilde Cumhuriyet Caddesi’nde Kitapçı Ali Coşkun Yanardağoğlu’nun sırasında sokak başında duran, üçayaklı antika fotoğraf makinesi ile mesleğini yapmaya çalışan şipşak fotoğrafçı İsmail Yenibal vardı. İsmail Yenibal, Kömürcü Galip’lerin evinin bodrum katındaki çıkmaz sokağa bakan dükkânı da kullanırdı.

Paşa Cami’ye doğru çıkarken Dingiloğlu Parkı’nın karşısındaki Fotoğrafçı Mehmet ise kızının adını verdiği ‘Foto Bahar’ da faaliyetini sürdürüyordu. Fotoğrafçı Mehmet aynı zamanda çok iyi bir karakalem ressamıydı.  

O yıllarda alaminüt fotoğrafçılık ile geçimini sağlayan Büyük Cami ve Eski Çarşı Çeşmesi’nin karşısında Hüsamettin Avlan ve kardeşi Aleaddin Avlan, Çarşı Karakolu yanında Foto Felek ‘Kambur Mehmet’i de hatırlayanlar vardır. Yine Büyük Cami arkasında Avcılar Kulübü’ne giren yan sokakta ahşap bir dükkânda mesleğini yapan Fotoğrafçı Kazım bulunuyordu. 

1960’lı yıllarda Namazgâh Caddesi üzerinde Sümerbank’ a gelmeden karşı tarafta Şerafettin Şendir ‘Foto Şen’i açtı. Soyadı gibi ‘şen’ bir kişiliğe ve neşeye sahip olan Şerafettin Şendir resmi tören ve bayramlarda çektiği fotoğrafları vitrininde sergileyerek satardı.

Kırklareli ili fotoğrafçıları başta Mümin Yıldız olmak üzere, Şerafettin Şendir, Ahmet Sözen ile Babaeski’den Şükrü Doğuran ve Alâettin Kurtpulat ile muhtemelen başka fotoğrafçıların da olduğu fotoğraf camiasındaki meslektaşlar ‘Kırklareli Profesyonel Fotoğraf Sanatkârları Derneği’ adında yapılaşmaya gittiler. Çıkardıkları ana nizamname ile fotoğraf mesleğinde bulunanların haklarını koruyacak kararlar aldılar.

Zamanla teknoloji ile birlikte analog fotoğraf makineleri gelişti. Bu anlamda yeni bir tarzda fotoğraf stüdyosu açmak isteyen İhsan Özsaraç, bu sefer Belediye binasının altında ‘Foto Saray’ olarak yeni fotoğraf stüdyosunu açtı ve 1978 yılına kadar burada fotoğrafçılığını sürdürdü.

1970’li yıllarda çoğalmaya başlayan kişisel fotoğraf makinaları ile herkes kolaylıkla renkli fotoğraf çekmeye başladı. Artık fotoğrafhaneler bu kez de negatif renkli film ruloları satmaya başlayarak, otomatik film banyosu ve fotoğraf baskı işlerine yöneldiler.

‘Foto Saray’da çalışanlar aynı zamanda fotoğraf mesleğine adım atıyor, belli bir süre sonra ustalığa erişiyordu. Fotoğrafçılığı İhsan ağabeyinden öğrenen İlhan Özsaraç aynı meslekte ilerleyerek çağın gereklerine uygun modern bir fotoğraf stüdyosunu Atatürk Meydanı’nda Vilayet karşısında ‘Foto İlhan’ olarak açtı. 

Foto Saray’da yetişen bir başka fotoğrafçı ise Cengiz Kırço’ydu. 1963 yılından beri İhsan Özsaraç’ın yanında çalışan Cengiz Kırço ‘Foto Saray’ kapanınca, Arasta’nın karşısında Cumhuriyet Caddesi’nin girişinde Ayakkabıcı Cengiz Kondal’ın üst katında ‘Foto Cengiz’i açtı. 

Cengiz Kırço ‘Foto Cengiz’de üst teknoloji ekipman kullanarak Trakya Bölgesi’nde ilk defa karanlık oda kullanmadan film banyosu ve fotoğraf tabını kendi kendine yapan KIS marka dijital laboratuvar makineyi Kırklareli’nin hizmetine sundu.

Fotoğrafta dijital çağın başlamasıyla birlikte karanlık oda, banyo, tap etme bilgilerini kapsayan fotoğraf ustalığı iyice kaybolmaya başladı. Fotoğrafçılar teknolojik baskı merkezlerine dönüştü.

Eski klasik ve alaminüt fotoğrafçıların vefatı veya ekonomik sebeplerden dolayı işi bırakmaları, sonra gelen neslin kalan fotoğraf arşivlerine fazlalık veya çöp muamelesi yapması, Kırklareli tarihinde eksik olmayan sel, yangın, savaş ve göçler birçok fotoğraf, arşiv ve belgenin kaybolmasına sebep oldu.

26 Mart 2022 Cumartesi

DÜNYADA, YURDUMUZDA VE KIRKLARELİ’ DE NEVRUZ


Ahmet Rodopman 

Bu yıl sanıyorum Nevruz’ u ‘’Baharı Bekleyen Kumrular gibi‘’ şarkısındaki gibi bekliyoruz. Bana mı öyle geliyor yoksa eski kışları mı unuttuk bilemiyorum ama geciken sonbahar ve kış nedeniyle midir neden üst üste gelen şu soğukların ve karlı günlerin bitip baharın gelmesini dört gözle bekliyorum. Belki sayrılıklarla geçen günlerin verdiği hüzün de buna eklenmiş ve güneşli güzel günleri özleyiş daha da artmıştır. Şimdi Martın 19 una geldik. Hala dışarıda kar yağıyor ve insanın kanını donduran soğuk devam ediyor. Bu bana tüm dünya insanlarının Nevruz, Yeni Gün, Yıl Başı, Doğanın Uyanışı gibi adlarla andıkları İlkbahar Ekinoksu’ nun önemini anımsattı.

Peki nedir İlkbahar Ekinoksu ? Kuzey Yarım Küre için kış aylarının bitip, baharın başladığı gündür diye geçiyor tanımlamalarda. Doğanın yeniden uyanışı, börtü böceğin yuvalarından çıkıp tabiata kavuşması, bitkilerin çiçek açıp, meyveye durması, göçmen kuşların yuvalarına dönmesi ve insanların tekrar toprakla, doğa ile buluşmasıdır ilkbahar ekinoksu. İlk insanlardan bu yana bu uyanış gününe pek çok isim verilmiş ve değişik şekillerde anlamlandırılıp kutlanmıştır. Özellikle tarım topluluklarında mevsimlere ve dağa olaylarına daha yakın yaşam biçimleri olduğu için bu günü özel bilip, bayram etmişler, yılın başlangıcı sayıp yılı 12 aya,ve 365 güne bölerek düğünlerini, göçlerini, savaşlarını ve barışlarını bu güne göre belirlemişlerdir.

Ne zamandan beri kutlanmaktadır sorusunu yanıtlayabilmek çok zor. Sanki ilk insanlardan beri her klan, her kavim, her topluluk veya millet kendine özgü bir neden bulup bu günü bayram etmiş gibi geliyor. Ancak benim en çok hoşuma giden yanı 21 Martın, mitolojik, efsanevi anlatımı değil de, doğanın gece ile gündüzü eşitlemesidir. Güneşin ekvatora dik gelip 12 saat gündüz, 12 saat geceyi yaşadığımız bu birkaç günden sonra yine eşitlik bozulup günler uzamaya, geceler kısalmaya başlayacaktır. Ta ki 21 Hazirana dek. Sonraki günlerde bu sefer günler kısalıp, geceler uzamaya başlayacak tekrar bir eşitlik oluşuncaya kadar. Artık yaz günleri bitmek üzeredir takvimler 21 Eylül’ lü göstermektedir. Ve sonbahar ekinoks’ u yaşanmaktadır. Yani yılın ikinci defa günlerin eşitliği söz konusudur. Sonra, o gün ve bir kaç gün daha eşitlik sürer.bu sefer günler kısalacak ve geceler uzayacak 21 Aralığa kadar. Böylece yıllar yüzyıllar geçecek, her topluluk bu ritme uygun olarak gelenek, görenek ve adetlerini sürdürecektir. Günümüzde kısmen topraktan kopup eski gelenek ve adetlerimizi unutsak da tüm dünya üzerinde bu gün dönümlerinin hatırlanıp kutlandığına şahit oluyoruz. Her milletin kendi tarihleri ve geçmişleri ile ilgili söylenceleri olduğu gibi, kutlamaların da farklılıklar görülmektedir.

Türkler Nevruz ismini kullanmasalar da Orta Asya’ da yaşamlarını sürdürürlerken yaklaşık 15.000-20.000 yıl önceden beri yılın başlangıcı, doğanın uyanışı olarak kabul ettikleri 21 Martı değişik ritüeller ile kutlamışlardır. Komşu halklarında benzer kabullerle baharın gelişini kutladıklarını görmüş, kültür alış verişi başlamıştır. Persler yaygın bir kutlanışın olduğu bu bayram günlerine Farsça ‘’yeni ‘’ anlamına gelen ‘’Nev’’ sözcüğü ardına ‘’gün’’ anlamına gelen ‘’ruz’’ u getirerek NEVRUZ kelimesini yazılı ve sözlü kullanıma sokmuşlardır. Anadolu ve Orta Asya Türk halklarında da Göktürklerin Ergenekon'dan çıkışı anlamında ve baharın gelişi olarak kutlanır. 2010'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 3000 yıldan beri kutlanmakta olan bu şenliği, Dünya Nevruz Bayramı ilan etmiştir. Kürt toplulukları ise Demirci Kawa efsanesini Nevruz ile özleştirmişlerdir. Aslında bütün Orta Asya Türk topluluklarının da ayrı ayrı adlandırmaları ve kutlamaları bulunmaktaymış ancak bir çoğu zamanla unutulduğu için günümüze taşınamamıştır.

Kavimler göçleri ile Ön Asya’ ya, Anadolu’ ya Orta Doğu’ ya ve Avrupa’ ya gelen Türk boyları ile yeni yerleşimlerde ismi nevruz olarak anılmasa da  ilk baharın bu ilk günü kutsanmış çeşitli ritüeller ile kutlanmıştır. Günümüzde de hala Balkan coğrafyasında  bu kutlamalara ve söylencelerine devam edilmektedir. Bu ritüeller değişik yerleşim yerlerinde farklı olmalarına karşın ana tema, 21 Mart gününde doğaya saygı ve sevgiyi göstermek için kırlık alanlara çıkılmasıdır. Burada ateşler yakılıp üstünden atlanarak niyetler tutulur, tabiatın  sunduğu yiyecekler yenilir,şarkılar, türküler dinlenir, dualar okunur. Tanıdıklar ile yarenlik edilir.  Şimdi hala devam ediyor mu bilemiyorum ama bizler küçükken yani 55-60 yıl önceleri Çamlık mevkine topluca gidilir, baharın ilk günü olduğu için hava soğuk olsa da oyunlar oynanır, Yeni Gün kutlanırdı. Bu ritüel ile ilgili eski bir anımı yazımın sonuna ilave edeceğim.

Nevruz kutlamaları sadece Türkler, Persler, Hintliler  tarafından değil daha pek çok insan toplulukları tarafından değişik şekillerde kutlanmaktadır. Dinler bakımından  bazı farklılıklar olsa da,  değişik isimler altında yaygın olarak geniş bir coğrafyada aynı günlerde yerel bayram şenlikleri yapılır. Hıristiyan alemin de  bahar yortusu olarak renkli yumurta geleneği bu günlerin anısını olarak hala sürdürülmektedir. Arap toplumlarında Müslümanlıktan önce başlayan ilkbaharı kutlama gelenekleri, sonrada devam etmiştir. Hatta Türklerin Müslümanlığı kabul edişleri ile bu kutlamalar daha da anlamlı ve renkli olmaya başlamıştır. Museviliğin ilk yıllarından itibaren, Musevi cemaatinin baharın başlamasını dini ve sosyal ritüelleri ile özel olarak kutladığını, yazılanlar ve söylenenlerden anlıyoruz.

Özellikle bir çok güzel örf, adet ve ananevi özellikleri ile Rumeli’ ye geçen Türkler, pek çok alışkanlıklarını olduğu gibi ilkbahar kutlamalarına da sahip çıkıp yüz yıllarca devam ettirmişlerdir. Kırklareli’ de de genellikle Balkanlardan göçen aileler bu atalarından kalan mirası canlı bir şekilde uzun süre sürdürmüşlerdir.

Günümüze kadar taşınan Nevruz söylenceleri zaman içerisinde menkıbeler, efsaneler ve mitolojik kişilerle özleştirilmiştir. Dilden dile geçerek doğruluğu kanıtlanamamış olsa da halkların kültürlerinde yerlerini almışlardır. Uzunca bir listeyi kapsayan bu söylencelerin en çok dillendirilenlerini merak edenlerin araştırıp doğru olup olmadıklarını belirlemesi umudu ile yazıyorum.

Allah, yeryüzünü 21 Martta yaratmıştır. Bu görüşe bağlı olarak ilk doğa takvimleri hep 21 Martta başlamıştır.

Nevruz, Hz. Adem’in çamurdan yoğrulduğu gündür.

Nevruz Adem ve Havva’ nın buluştukları gündür.

Nevruz Nuh’ un gemisinin karaya ulaştığı gündür.

Nevruz Yusuf Peygamber’ in kuyudan kurtarıldığı gündür.

Nevruz Hz. Musa’nın asasıyla Kızıldeniz’ i yardığı gün olarak kabul edilmiştir.

Nevruz, Hz. Muhammed’in peygamber olduğu gün olarak kabul edilmiştir.

İslamiyet öncesi, su kültünün Hızır’ a, toprak kültünün İlyas’ a yüklenmesi bu gün olmuştur.

Alevi- Bektaşi inanç ve pratiklerinde Nevruz farklı anlamlar kazanmıştır. Bunlar;

Nevruz; Hz. Ali’ nin doğum günü ve halife olduğu gündür.

Hz. Ali ile Hz. Fatma’ nın evlendikleri gündür.

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in doğduğu gündür.

Kerbela olayının olduğu gün olarak kabul edilir. Doğaldır ki bu kadar anlam yüklenen bu günde yapılmış ve yapılacak tüm kutsal veya sosyal etkinlikler toplumlar üzerinde bir hayli etkili olmuşlardır ve binlerce yıldan beri kuşaktan kuşağa aktarıla gelmişlerdir.

Şimdi de benim hafızamda kaldığı kadarıyla Kırklareli’ de yapılan Mart Dokuzu (Nevruz). İlkbahar etkinliklerinden birisini yazayım. Eminim ki benim yaşıtlarım o günleri çok daha iyi anımsarlar ve betimlerler.

Kırklareli geleneğinde Hıdrellez eğlenceleri nasıl ki Asil Beyli Deresi veya Şeytan Deresi’ nde yapılıyorsa Mart Dokuzu kutlamaları da Namazgah Tepesinde yapılmakta idi. . Bilindiği gibi Namazgah açık alanda namaz kılınan yere verilen addır. Kırklareli de de Kırklar Tepesi ve Yayla Tepesinden sonra üçüncü yükselti olan, Yayla tepesinin kuzey doğusunda kalan tepelik alana Namazgah denilmiştir. Cumhuriyet Meydanından başlayıp Gençlik Sinemasının önünden geçerek Eski Vali konağının ilerisine kadar giden bu caddeye Namazgah Caddesi isminin verilmesi de buradaki meydanlık arazide Yağmur Dualarının yapılması, toplu Bayram Namazlarının kılınması için kullanılmasından ötürüdür. Uzun süre boş olarak bırakılan bu bölge 1950 ve 1960 lı yıllardan itibaren Çam ağaçlarının dikilerek, şehrin kuzeyinde bir ağaçlık alan oluşturulmaya başlanmıştır. Bizler ilk okul sıralarında her sene Aralık ,Şubat ayları arasında okulca toplu olarak gider, asker ağabeylerin yardımları ile küçücük çam fidanlarını dikerdik. Şimdi orada hala kaldılarsa çamların50-60 yıllık olduğunu düşünürsek o yıllarda yapılan ağaçlandırma çalışmalarının ne denli yararlı olduğunu anlayabiliriz. Mart dokuzların da buraya gidilip gezilir, yenir içilir, genç kızlar ,genç erkeklerle bakışır, tanışır beklide evliliğe gidecek ilk adımlarını atarlardı. Biz çocuklar için ise bulunmaz bir nimetti. Bütün bir kışı evde ve okul sıralarında geçirdikten sonra, doğanın yenileşip çiçeklerin fışkırmasını hayretle karşılar koşar, top oynar , annelerimizden azar işitir gece olmadan yine bütün konu komşu evlerimize dönerdik.

Mart dokuzu kutlamalarına gidileceğini, bizim mütevazi mahallemizde annelerimizin bir kaç gün önceden başlayan telaşlarından anlardık, bize son günü söylenen gezme hazırlıkları götürüleceklerin ortaklaşa belirlenmesinin ardından sobamızın fırınında pişirilen böreklerden, poğaçalardan anlaşılırdı. Ekmek içi kuru köfteler, ekmek arası teze soğan ve beyaz peynir. Lokmalar ve simitler derken götürülecekler ile göç yolculuğuna çıkanlara nazire toplanırdı taşınacaklar. Görev dağılımında anneler kimin ne getireceğini önceden belirledikleri için pek aksilik yaşanmazdı. Bence her annenin işi zordu ve niye bu kadar eziyete giriştiklerini anlamazdım. Ancak o zamanın kadınlarının yaptığı bu fedakarlıkları arkalarından gelen kızları ve gelinleri yapmadıkları veya yapamadıkları için bu gelenekte azalıp, unutulmuş oldu. Sadece anılarda kaldı o unutulmayan Mart Dokuzu gezmeleri. Oysa şimdi gözlerimin önüne geliyor, cumbur cemaat Dere mahallesinden çıkıp namazgaha ulaşmamız bir macera filmi gibiydi. Elde sepetler, torbalar, yerlere serilecek kilimler, çocuklar, kızlar, anneler. Belki de bu taşra kentinin insanlarının nadir sosyalleşme molalarıydı ki bu denli önemli sayılırdı. Onca işleri arasında birde mart dokuzu yorgunluğu. Ama herkes mutluydu. Bazen 15-20 kişiyi bulan bu kafiledekiler giderken de gelirken de en güzel günlerinden birini geçirmenin keyfini yaşıyorlardı. En çok yorulanlar Karadenizli komşularımız olurdu. Bütan gazı tüplerini, çaydanlıkları, suları, bardakları, kaşıkları, çatalları taşırlar, gelirken de toplayıp yüklenirlerdi. Kimsenin eli boş kalmaz, mutlaka bir şeyler götürüp getirirdi. Bilemezdik ki bütün bunlar. yıllarca sonra buruk birer hoş anı olacaklarmış yaşantımızda, özlemle anılan. Ve bir ilkbahar böyle başlardı Kırklareli’ de o zamanlarda. Şimdi nasıl kutlanıyor veya yaşanıyor memleketimde bilemiyorum. Bilenler yazarlarsa sevinirim.



EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNAMESİNDE KIRKLARELİ


 Ahmet Rodopman 

Tarih ile ilgilenenlerin çoğu ,tarihimiz ile ilgili çok az yazılı belge bulabildiklerinden yakınırlar. Özellikle Osmanlı Tarihi konusunda çalışanların çoğu, gerçek bilgilere dayanan belgelerin büyük bölümü yabancı seyyahların veya yabancı konsolosluklarda görev yapan meraklı yabancıların notlarından veya günlüklerinden elde edilen bilgilerle yetinmek zorunda kalmaktadır.  Ancak Osmanlı İmparatorluğunda yetişen ve zamanlarının en iyi eğitimini almış nitelikli yazarlarımız da vardır. Bunlardan birisi de Evliya Çelebi dir.

Bugün, okumaktan çok keyif aldığım ve bilgi edindiğim Evliya Çelebi ve onun ünlü eseri, Seyahatname’ sinden söz etmek istiyorum.

Evliya Çelebi’ nin ailesi Fatihin İstanbul’ u fethinden sonra Kütahya’ dan gelip İstanbul’ a yerleşmiştir. 25 Mart 1611 tarihinde dünyaya gelen Evliya Çelebi, devrin ileri gelen hocalarından ders alarak çok iyi öğrenim görmüş hatta, bilgi ve ilgisi nedeniyle saraya memur yetiştiren  Enderun’ a alınmıştır. Başarısından dolayı IV. Murad’ ın bile övgüsünü kazanmış ve önemli mevkilere getirilmesi düşünülürken, çocukluğundan beri içini kemiren seyyahlık hevesi ile önce yakın yerler olmak üzere 50 yıl sürecek yolculuklarına başlamıştır . İlk yıllarda devlet erkanı ile birlikte yaptığı bu yolculuklara sonraki yıllarda kendi olanakları ile devam etmiştir.

Bu seyahatlere çıkma hikayesi ise şöyledir. Daha 19 yaşında iken gördüğü bir rüyada, İslam peygamberi Hazreti Muhammed’ i, dört  halifesini ve diğer İslam büyükleri ile birliktedir. Peygamberin yanına gidip ondan şefaat dilemek arzusundadır. Ama bir türlü cesaret edip de gidemez. En sonunda bir cesaretle gidip "Şefaat ya Resulullah" diyeceğine, "Seyahat ya Resulullah" der. Böylece gerçek ile efsane birbiriyle karışarak başlayan seyahat yazıları bu güne kadar gelen ve zamanının gerek halk kültürü, gerekse tarihi bilgiler olarak ele geçen en önemli belgelerini oluşturmaktadır. 1630 yılında başlayan bu seyahatler dizisi 42 yıl sürmüş ve Osmanlı topraklarında 350 nin üzerinde irili, ufaklı yerleşim yerini kapsayan 10 ciltlik muhteşem bir seyahatler belgesi ortaya çıkmıştır. Ömrünün yarısını seyahatlerde geçiren Evliya Çelebi yaşamı süresince 7 padişah, onlarca vezir, savaşlar, isyanlar görmüş, hiç evlenmemiş,  82 yaşında öldüğünde arkasında hiç ölmeyecek koskoca bir seyahatname bırakmıştır. Ölümünün üzerinden 340 yıl geçmesine karşın hala 17. Yüzyıl Osmanlı Coğrafyasını ve yaşanılanları  anlayabilmek için başvurulan temel eser olarak nitelenmektedir.

İyi ki bir Evliya Çelebi bu dünyadan geçmiş ve bizlere bu değerli bilgileri yansıtan Seyahatname sini bırakmış. Ülkemizin pek çok şehri ile ilgili eski bilgileri bu yapıttan öğrendiğimiz gibi, başlıca yaşadığımız kentimizin ve çevre yerleşim yerleri ile ilgili tarihi bilgileri de yine Evliya Çelebi’ nin yazdıklarından öğreniyoruz. Kırklareli ve çevresini üç kez adım adım gezerek kaleme alan Çelebinin 1640-1660 yılları arasında Macaristan Seferine giderken, Lehistan Seferinin Dönüşünde ve Rumeli Gezilerindeki izlenimlerinden derleyebildiklerimi buraya aktarıyorum. Yöremizin tarihi ile ilgilenenler için şaşırtıcı olduğu kadar, bilgilendirici de olduğunu düşünmekteyim.

Ne mutlu dünya insanlarına ki, bizden önce UNESCO, doğumunun 400. Yılı olan 2011 yılını ‘’Dünya Evliya Çelebi Yılı’’ olarak kabul etmiş ve ismi biraz olsun meraklıları arasında yayılmıştır. Ancak çoğumuz geçen 11 yıl içinde yine unutmuş olacağız ki pek anmaz bir hale geldik. Yine de burada b,r çoğunu bildiğimiz, Evliya Çelebinin Kırklareli’ miz  ilçelcrimiz ile beldelerimizi anlattığı satırları aktarmaya çalışayım.


KIRKLARELİ

“İlk kurucusu, (Yanko oğlu İlyana) adlı kraldır. Edirne’den kurulup, yediyüzaltmışdokuz tarihinde Hüdavendigar Gazi eline geçmiştir. Edirne eyaletine bağlı sancaktır. Buraya bağlı mükellef köyleri var. Sancak beyine adalet üzere onbin kuruş gelir getirip, beşyüz adam ile hükümet eder. Beyinin hassı ikiyüz bin akçadır. Livaya bağlı bir zeamet onsekiz tımar vardır. Savaş sırasında cebelileriyle sekizyüz, beyinin askeriyle binüç yüz askeri olur. Üçyüz payesiyle yüzeli akçelik şerif kazadır. Kadısına adalet üzere üçyüz kese gelir getirir. Kalesi yoktur. Yeniçeri serdarı, sipahi kethüdayeri , muhtesibi bacdarı var. Şehrin dört tarafında kara taşlı kırmızı topraklı bağ ve bahçeler var ki, içinde insan kaybolur.

Şehri bahçelerin kenarında geniş bir düzlükte kat kat kiremit örtülü, mamur yüksek sarayları ile süslü ve şirin bir kasabadır. Camileri arasında (Eski cami) meşhurdur. Hamamlarından köprü başındaki hamamla bedestene bitişik hamam güzeldir . Dükkanları şehre göre azdır. Amma, bedesteni mamurdur. Yer yer sebil ve hayat suyu çeşmeleri var. Özetle şehir içinde köprü başında iki musluktan akan bir hayat suyu vardır. Bir çeşme üzerinde aydın kişilerin devam ettiği bir kahve var. Evleri kiremitlidir. Şehir bir bayır dibinde kurulmuş olup; kıble tarafı saf bağ ve bahçeler ve köyler ile süslüdür. Kıble tarafındaki mezarlığın acayip bir tarzda sivri sivri uzun taşlardan alametleri var. Halkı, hep ehli sünnet ve ehli zevk adamlardır. Yirmibin kadar bağı var. Suyu üzümlü olur. Müsellesi, pekmezi ve köftesi (köftürü:üzüm pestili) gayet meşhurdur.  Buradan şimale (kuzey) dağlar ve ormanlar içinden giderek, Istranca dağlarıyla, boğaz iskelesini üç saat bir tarafta Karadeniz kenarında bırakarak Karapınar Karyesine geldik.”

Şimdi Evliya Çelebiyi yazmayı bırakıp, Evliya Çelebinin Kırklareli ve ilçeleri ve diğer yerleşim yerleri ile ilgili yaşadığı gördüklerinin bulabildiklerim yorumsuz bir şekilde sizlere sunuyorum. Umarım yaşadığımız yerlerin300-350 yıl önceki hallerini okuduklarınızla gözünüzde canlandırabilirsiniz.

LÜLEBURGAZ

Burgaz’ın ilk fatihi Gazi (Murat) Hüdavendigar’dır. Kırkkilise sancağı toprağında Sokullu Mehmet Paşa vakfıdır. 250 askerle mütevellisi (yönetici) hâkimdir. 700 haneli, bağlı, bahçeli, evlerinin üzeri kırmızı kiremitle örtülü olup, gelişmiş bir şehirdir. 6 mahalle, 5 mihrap(köşk)tır. Üç camide Cuma namazı kılınmaktadır. Sokullu Mehmet Paşa Camii yapıcısı (Kanuni)Süleyman Han, İkinci Selim ve Murat Han’a 40 yıl vezirlik yapmış, ömrünü devlet hizmetinde geçirmiş, sonunda şehit edilmiş, değerli ve âlim vezirin eseridir. Caminin güzelliğinin dil ile anlatılması, kalemle yazılması imkânsızdır.

Şehrin içinde cemaati bol, gezinti ve dinlenme yeri gibi bir ibadethanedir. Dışı mermerli, havlusu ve havuzu fiskiye ve şadırvanlı olup, yüzlerce çınar, servi, ardıç ve kestane gibi mübarek ağaçlarla gölgelenmiştir. Bütün Müslüman cemaat onda ibadet edip Allah’a hamd ederler. Osmanlı ülkesinde buna benzeyen bir vezir camii yoktur. Yapıcısı Koca Sinan bin Abdülmennân ustadır.

 

Bir medrese ve imareti vardır. Ay ve sene, sabah ve akşam, fakir ve zengine, genç ve ihtiyara bir sahan çorba, bir parça ekmek, her ocağa birer mum ve her at başına yem verilir. Nimeti boldur. İhsan hususunda Müslüman, gayr-ı müslim ayırt edilmez. Cuma geceleri bir sini pilav, yahni ve zerde dağıtılır. Yedi adet çocuk mektebi vardır. Güzel bir de hamamı vardır. Çarşısında 300 tane kadar dükkân vardır. Burada Gülnar (ilkbahar) mevsiminde panayır kurulur. Burgaz’ın sığır pazarı Rum ve Acem’de meşhurdur. 40 gün 40 gece alış-veriş yapılıp çok kârlar sağlanır. Şehrin havası hoş, bağ ve bahçeleri güzel, koyunu, kuzusu, tereyağı meşhurdur.

Evliya Çelebi Seyahatnamesinde, Kervansaray hakkında şunları yazmaktadır.

Lüleburgaz’ın kervansarayı büyük bir kapıdan girilen kale gibi karşı karşıya yüzeli ocağı olan büyük bir handır. Avlusu, deve konulan yeri ve ahırı dardır ki, sadece ahırı üç binden fazla hayvan alır. Kapıda devamlı olarak bekçileri bulunur. Akşam olunca kapıda mehterhane çalınıp kapı kapanır. Bekçiler vakıf olan kandilleri yakıp kapı dibinde yatarlar. Eğer gece yarısı misafir gelirse kapıyı açıp içeri alırlar. Hazır yemek getirirler. Amma dünya yıkılsa içeriden dışarı bir kimse bırakmazlar. Vakıf şartı böyledir. Tâ bütün misafirler kalkınca yine mehterhane çalınıp herkes malından haberdar olur. Hancılar tellallar gibi;

-“Ey ümmet-i Muhammed, Malınız, canınız, atınız, donunuz tamam mıdır? Diye rica edip bağırırlar. Misafirler;

-“Hepsi tamamdır. Hak, hayır sahibine rahmet eyleye” dediklerinde, bunlar kapıları açıp kapı dibinde;

-“Yollarda gafil gitmen, vakit kaybetmen, herkesi arkadaş etmen, yürün, Allah kolaylık getire” diye dua ve nasihat ederler. Herkes bir tarafa yol alır. Bu yapı da Sokullu Mehmet Paşa’nın olup, demir kapının kemeri üzerinde beyaz mermer taşa Karahisari hattıyla kitabesi şöyle yazılmıştır. “Bu kervansaraya gelen oldu hep revan”.

BABAESKİ

"Madyanoğlu Yanko zamanından beri mamur bir kalesi olan büyük bir şehir idi. Sonra Sırp, Bulgar ve Hersekliler birleşip İstanbul'u harap etmeye giderken, bu şehri de harap ettiler. Sonra Sarı Saltuk Bay Pravadi yakınında vefat ettiğinde, eski vasiyeti üzerine cenazesi yedi adet tabuta konularak her biri bir tarafa götürülürken Edirne kralı da bu adam bizdendir diye Saltuk'un naaşını getirip bu Babaeski'de gömdürür. İşte buna dayanarak kasabaya Babaeski denmişler."  (Evliya Celebi Seyahatnamesi:ç.4 s.34)

"Şehrin doğu girişinde ve su kenarındaki Ali Paşa Camii, medrese, imaret, han ve dükkanların hepsi Semiz Ali Paşa tarafından yaptırılmıştır. Bunlardan başka yedi mescid, yedi çocuk mektebi, yedi han, yüz kadar dükkan,bir aşevi,bir hamam,üç adet tekke ve çarşi içinde hayat suyu akan bir çesmesi vardır. Ayrıca Saltuk Baba ziyaret yeri ve şeyh Mahmud  Şühüdi Türbesi buradadir."

PINARHİSAR

Evliya Celebi 1658' li yıllarda gördüğü Pınarhisar'ı şöyle anlatıyor. "Fetihten sonra yıkılmıştır. İçinde imareti, yani yoksullara yemek verilen bir yeri yoktur. İçinde koyun ve keçiler kışlar, kalenin dışında kalan mahalle Hisar Mahallesinden daha bayındırdır. Bu da Sancak Beyi'nin oturduğu yer olmasından, ona ayrılmış olmasındandır. Yüzelli akçelik yani gümüş paralık geliri olan bir kazadır.

 

 Burada Vezir-i Azam'a ait başka bir yer vardır ki, o da hükümetindir. Sipahi Kethüda ve yeniçeri serdarı ( atlı asker ve onların komutanları) vardır. 400 kiremitli evi ve bahçeli evleri bulunmaktadır. İki küçük Camii vardır. Camilere gidenler çoktur. 100-150 kadar katır alan üç büyük hanı bulunmaktadır. Bir de küçük hamam vardır. Fakat Pınarhisar'da herkesin hamamı olduğu için kasaba hamamına ihtiyaç duyulmamaktadır. Hamamın işlememesi birde Hıristiyanların çok oluşundan ileri gelmektedir. Yirmi kadar küçük dükkancığı bulunmaktadır. Kasabanın ortasında bir kayadan kalın bir su çıkmaktadır ki, çıkarken büyük gürültü yapmaktadır. Temmuz ayında da buz gibi soğuktur. Bu su on değirmen çevirecek kadar çoktur. Bağ ve bostanları sulayarak Ergene nehrine akmaktadır.

ÜSKÜP

Evliya Çelebi, Üsküp yerleşkesini anlatırken şöyle yazmaktadır.

“Kırk kilise sancağına bağlı yüzeli akçe payesi olan bir kazadır. Edirne Medresesine bağlı bir vakıf arazisidir. Müslüman kasabası olup,Bulgar ve Rumları çoktur. Tamamı 6 mahalle olup, 3000 kırmızı kiremitli altlı üstlü süslü konaklar vardır. Herkes evinin altına birer dükkan yapmıştır.Müslüman Mahallesinde eski bir cami, 6 mescit, 4 han ve 1 hamamı bulunmaktadır. Rumlar buradaki topraklardan dünyaca meşhur şarapları yaparlar”

VİZE

Seyahatnemesinde Vize’yi şöyle anlatır.

 “Kalesi yer yer harap olmuş beşgen şeklinde bir kaya üzerindedir. Kale içinde 300 kiremitli toplam 800 ev, birde fatih camii vardır. Kubbeleri kurşunla kaplıdır. Özü elayetine mahsus Sancak Beyi Merkezidir. Sancak Beyinin Padişah tarafından geliri 224.475.- akçedir. Bu Sancakta Yürüklerin de Beyi vardır. O da (Vize’ye ) hakim bir başka kişidir. Onun geliri 178.000.- akçedir. 3 Zeamet (geliri 20.000.- akçeden 100.000,- akçeye kadar olan topraklar) 79 timardır. (Timar geliri 3.000.- akçeden 20.000.- akçeye kadar olan dirliklerdir.) Çeribaşısı, Alaybeyisi vardır. Sefer sırasında 1.500 asker olur. (Vize Rumeli Beyler Beyine bağlı olduğu zaman 20 Zeamet, 79 Timara ulaşmıştı ve ayrıca 170 Yürük ailesi vardı. Vize 150 akçe payesi önde gelen adamı 150 köyü ile Şerif (Mübarek) bir kazadır. Sancak Beyinin geliri 1.000.-Kuruştur. 1 Kuruş fazla alsa köylü çarığını giyip İstanbul’a şikayete gider.

 

 Şehirde Kethüda (Kahya) yeri Yeniçeri Serdarı (Kumandanı) Kale Dizdarı (Muhafızı) 50 askeri Muhtesibi (Vergi Memuru) Şehir Voyvodosu (Amir) Şehir Kethüdası (Kahyası) Bac (Vergi ve Haraç Memuru) vardır. Köylüsü Yürük Müslümanları ile Bulgar ve Rumlardır. Evleri kiremitli yüksek evlerdir. Kayalardan çıkan sular meşhurdur. 12 Mahallesi vardır. Pırasası meşhurdur. Şeyh Gazanfer Efendi adıyla da bir de Ziyaretgahı vardır.

 

 Evliya Çelebi o sıra Saray’ın Vize Sancak Beyinin yeri olduğunu belirterek Voyvodası Hakimdir. 150 Akçelik kazadır. Bağları çok ise de halkında bereket yoktur. Onun için fukarası çoktur. Hatta Melek Ahmet Paşa efendimizi 1 gece 6.000 askeri ile misafir edemediler diye yazar.Molla Salih 1528’te Kanuni Sultan Süleyman’nın konakladığını yazar.

KIYIKÖY

Evliya Çelebi’de 1650’li yıllarda Kıyıköy’den geçerken gördüklerini   yazdığı Seyahatname kitabında şöyle  . .anlatmaktadır: “Eyüp Mevleviyetinde   (Mevlevi Tarikat) beş yüz evli olup, Hıristiyanı çoktur. Vakıf bir  . . yerdir. Askerler tarafından   korunmaktadır.

Cami, bir hanı, bir hamamı, 20 Rum dükkanı, üç kilisesi vardır. Limanı yoktur. Buradan batıya, Karadeniz kıyısı boyunca gidip, ''Aya Pavya'' limanına geldik. Burası muhtemelen (Panayır İskelesi'dir) Üçyüz evli mescidli bir köydür. Burası Subaşı (Yöreye bakan) kahya ve bostancılarındır. Ama vakıf mı, zeamet mi, hatırımdan çıkmıştır. Bu köyün karşısında dokuz mil uzakta İne ( İğneada) vardır.”


9 Mart 2022 Çarşamba

Kırklareli Milletvekili, Avukat ABDURRAHMAN ALTUĞ








 Hasan ÇALIKUŞU


93 Harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı - Rus Harbi sırasında Bulgaristan'ın Deli Orman bölgesinden Rus mezaliminden kaçarak gelen dedeleri, Pehlivanköy beldesine yerleşirler. Babası öğretmen Hafız Mehmet Efendi ile annesi Hatice Hanım'ın 5 çocuğundan biri olarak 16 Temmuz 1920'de Kırklareli'nin ilçesi Pehlivanköy'de dünyaya gelir. Abdurrahman Altuğ İlkokulu Pehlivanköy'de okur. Daha sonra Ortaokulu Kırklareli'de, liseyi ise Edirne Lisesinde yatılı olarak tamamlar. 

Abdurrahman Altuğ, 1946 yılında Pehlivanköy İlkokulu'nda öğretmen olan Fevziye Girgin ile evlenir. İlk iki bebeklerini doğumlarından hemen sonra hastalık nedeni ile kaybetmeleri üzerine, 1951 yılında doğan kız çocukları Sevgi'ye daha iyi bakabilmek için öğretmenlik mesleğinden ayrılan Fevziye Hanım 1955 yılında bir erkek evlat daha, Sancar'ı dünyaya getirir. 

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra askerlik görevini tamamlayan Altuğ, avukatlık stajını Kırklareli'de yapar ve serbest avukatlığa burada başlar. 

Osmanlı döneminde avukatlar dava vekili sıfatıyla görev yaparlardı. Cumhuriyetin ilanından sonra 1924 yılında baroların kurulmaya başlamasıyla, Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli’deki avukatlar önce Edirne Bölgesi Barosunu kurarlar, daha sonra 1953 yılında 17 avukatın kayıtlı bulunduğu Kırklareli'de Abdurrahman Altuğ’un da içinde bulunduğu 9 kurucu üyenin katılımıyla Kırklareli Barosu kurulur. İlk Genel Kurul toplantısı 17 Temmuz 1953 tarihinde yapılır ve Kırklareli Barosunun ilk başkanlığına Avukat Abdurrahman Altuğ’un seçilir. Bu görev, 1960 İhtilalinin ardından yeni bir Anayasa yapmak üzere kurulan Kurucu Meclise,1961 yılında Kırklareli İl Temsilcisi olarak seçilmesine kadar 4 dönem sürer. 1950 yılı milletvekilliği seçimlerinin akabinde Abdurrahman Altuğ, Kırklareli Halkevi Başkan Vekilliği ve CHP İl Başkanlığına seçilir. 1961 yılının sonuna kadar bu görevleri sürdürür.

1957 yılında yaptığı Trakya gezisi sırasında Kırklareli'ne de ziyarete gelen CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'yü Abdurrahman Altuğ evinde konuk eder ve ağırlar. İnönü'yü karşılamak üzere gittiği Lüleburgaz'da, o sırada miting yapmakta olan Demokrat Partililere nazire olarak CHP’lilerin Abdurrahman Altuğ'u omuzlarına alarak miting alanına getirmesini kargaşa yaratmak olarak gören kolluk Kuvvetlerince tutuklanır ve bir gece nezarette kalır. O sırada şehre gelmekte olan İsmet İnönü'nün araya girmesiyle serbest bırakılarak İnönü'nün hemen ardından Kırklareli'ne döner.

Abdurrahman Altuğ Kırklareli'de siyasi iftiralarla haksız yere hapsedilen yakın arkadaşı Avukat Niyazi Akıncıoğlu’nun avukatlığını üstlenerek, hazırlık tahkikatını takdire şayan bir süratle tamamlar, sorularla iftiraları boşa çıkararak yargılanması sırasında yaptığı savunma ile öne çıkar. Bu dönemler içerisinde Abdurrahman Altuğ 1950-60 yılları arasında uzunca bir süre Trakya'da Yeşilyurt gazetesinin sorumu yazı işleri müdürlüğünü ve baş yazarlığı görevlerini sürdürür, köşe yazıları kaleme alır. Edebiyat meraklısıdır. Şiir okumasını çok sevdiği halde şairliği yoktur.

Abdurrahman Altuğ, 27 Mayıs 1960 tarihindeki askeri müdahalenin ardından 28 Ocak 1961'de açılan Kurucu Meclise Kırklareli Temsilcisi olarak görev yapar, demokratik sistemin yeniden oluşması, cumhuriyet kurumlarının anayasal sistemde tekrar yer alması için çalışır. 1961 Anayasası'nın hazırlanmasına katkı verir. 

15 Ekim 1961 genel seçimlerinde CHP'den 12. Dönem Kırklareli Milletvekili seçilerek Ekim 1965 tarihine kadar TBMM yasama çalışmalarına katılır. Bu dönemde kendisi ile birlikte Hasan Tahsin Uzun, Fikret Filiz ve Alaeddin Eriş Kırklareli milletvekili olmuşlardır. Abdurrahman Altuğ, TBMM'de Bayındırlık Komisyonunda yer alarak Kırklareli'ye hizmet vermeye devam eder.

Abdurrahman Altuğ milletvekili olduğu dönemlerde siyasi çalkantılar hiç bitmez ve birçok olaya şahit olur. Türk siyasi tarihinin o günlerdeki atmosferini ve gelişen olaylar hakkında İsmet İnönü'nün görev anlayışını anılarında şöyle anlatır:

“2. Koalisyon Hükümetinin Başbakanı İsmet İnönü 1963 yılı Kasım ayı sonlarında bir suikast sonucu öldürülen Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Kennedy'nin cenaze töreni için Amerika'ya gitti.

Koalisyon hükümetinin iki ortağı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi’nin Genel Başkanları ve Başbakan Yardımcıları olan Hasan Dinçer ve Ekrem Alican siyasi gelenek ve ahlakı ile bağdaşmayan bir davranışla Başbakan yurtdışında iken hükümetten istifa ettiklerini ve koalisyondan ayrıldıklarını ilan ettiler. 

Amerika'ya Başbakan olarak giden İsmet İnönü orada hükümeti dağılmış bir başbakan durumuna düştü ve Türkiye'ye eski bir başbakan olarak döndü.

Hükümet ortaklarının bu tutumu CHP grubunda büyük bir infiale ve şiddete dönüştü. İnönü'nün yurda dönüşünden hemen sonra toplanan grup, genel başkanın bundan sonra hükümet kurma yönünde yapılacak teklifleri kabul etmemesi ve kurulacak hükümetler de Chp'nin kesinlikle görev almaması hususu oy birliği ile kabul edildi ve grup toplantısı “Dağ başını duman almış” marşı ile sona erdi.

İnönü, 2 Aralık 1963 günü Cumhurbaşkanına istifasını sundu.

Cumhurbaşkanı Sayın Cemal Gürsel'in CHP dışında Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Genel Başkanı Hasan Dinçer, Yeni Türkiye Partisi Genel Başkanı Ekrem Alican ve Adalet Partisi Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala ile yaptığı çeşitli temaslardan bir sonuç alınamamış ve aradan 3 haftayı aşkın bir süre geçmesine rağmen yeni hükümet kurulamamıştı.

22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 kalkışmaları izlerinin henüz silinmediği bir tedirginliğin yaşandığı bir dönemde Türkiye'nin uzunca bir süre hükümetsiz kalması, yeni hükümetin kurulamaması tereddüt ve endişelere neden olmaktaydı. 

Durum böyle devam etmekte iken Aralık ayı sonlarında bir Pazar günü 19 Mayıs Stadı'nda futbol maçı seyrederken, Cumhurbaşkanının radyodan yayınlanan “Hükümet kurma görevi, Garp Cephesi Komutanı Lozan Kahramanı İsmet İnönü'ye tevdi edilmiştir.” şeklindeki bildirisini ve dahilİ anonstan CHP Milletvekillerinin acele grup toplantısına davet edildiğini dinledik.

Hemen Meclise, grup toplantısına gittik. Milletvekillerinin büyük çoğunluğu bir ateş parçası haline gelmiş, oy birliği ile alınmış grup kararına rağmen İsmet Paşa hükümet kurma görevini nasıl kabul edebilirmiş, koalisyon ortaklarının ihaneti ne çabuk unutuldu hiddeti ile kürsüye biri inip biri çıkıyordu. 

Herkesin hızını alıp ortam biraz sakinleştikten sonra İsmet İnönü ağır ağır ve gayet sakin bir şekilde kürsüye çıktı ve şunları söyledi:

 Değerli arkadaşlarım, heyecanınızı anlıyorum ve bunu samimiyetle kabul ediyorum. Ne var ki memleketimizin ve milletimizin çok nazik ve hassas bir dönemden geçtiği hepimizin malumudur. Böyle bir dönem içinde uzunca bir süre hükümetsiz kalınması beklenmemiş neticeleri sebep olabilir. Buna seyirci kalamam, ihtiyaç duyulmuş, Hükümeti kurma görevi bana tevcih edilmiştir. 

Ben muharebe meydanlarından buralara geldim. Memleketimin ihtiyaç duyduğu bir dönemde bana tevcih edilen bir görevden kaçamam. Şimdi köşke çıkacağım ve grup kararına rağmen görevi kabul ettiğimi arz edeceğim. Siz isterseniz güvenoyu verirsiniz, istemezseniz güvenoyu vermezsiniz, bu sizin takdirinizdir dedi ve kürsüden indi.

Grupta önce bir sessizlik ve tereddüt anı geçti, sonra korkunç biri alkış sesi patladı. 

İsmet Paşa'nın görev anlayışı bu idi, bunun dersini bizlere böyle verdi ve MP destekli, bağımsızlarla 3. azınlık hükümeti böyle kuruldu.

Milletvekilliği sonrasında Ankara Büyükşehir Belediyesi'nde Avukat ve Hukuk İşleri Müdürü olarak çalışır.  1981 yılında Ankara Büyükşehir Belediyesi’nden Hukuk İşleri Müdürü olarak emekli olur. 

Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kuruluşunda Ankara İl Disiplin Kurulu Başkanlığı görevini yapar ve Sodep'ten 1984 -1989 döneminde Ankara Büyükşehir Belediyesi ve Keçiören Belediyesi Belediye Meclis Üyeliklerine seçilir. Her iki belediye meclisinde Sodep Grup Başkanlığı görevini sürdürür. 1989 yılında fiili olarak aktif politikadan çekilir. 

Son olarak Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu'nunda Baş Danışman olarak görev yapar. Görevi sırasında meslek içi eğitim seminerleri, çeşitli toplantı ve konferanslarda aktif görev alarak yer alır, çeşitli konuşmalarda bulunur. 2006 yılında buradan Baş Hukuk Müşaviri olarak tekrar emekli olur.

Avukat Abdurrahman Altuğ, CHP Gençlik Kolları'nda başladığı siyasi hayatına 1950'li yıllarda Kırklareli Halk Evi ve CHP İl Başkanlığı,  daha sonraki yıllarda parlamento ve belediye meclis üyelikleri ile devam eder. Gerek siyasi hayatında, gerekse de Hukuk Müşavirliği dönemlerinde Türk siyasetindeki önemli olaylara yakından şahitlik eder, siyasi ve sosyal hayatın içinde aktif olarak yer alarak devletin ileri gelenleri ile birlikte çalışır, tanışır ve onları Kırklareli'de konuk eder. İlkeli, çalışkan ve ahlaklı bir hukuk ve siyaset adamı olan Abdurrahman Altuğ, 2007 yılında eşi Fevziye Hanımı kaybetmesi sonrasında 2009 yılında İzmir'e yerleşir. 

Abdurrahman Altuğ, 2011 yılında bir düşme sonucu omurilik felci geçirdi. Bir ay tedavi görmesine rağmen kaldığı hastanede 2 Ocak 2011 tarihinde 91 yaşında hayatını kaybetti. Ankara Kocatepe Camii’nde düzenlenen törene ailesi ve yakınlarının yanı sıra, CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi ile bazı milletvekilleri katıldı. Abdurrahman Altuğ, 3 Ocak 2011 tarihinde son yolculuğuna uğurlandı ve İzmir Karşıyaka Mezarlığına defnedildi. 

Abdurrahman Altuğ Ankara’da bulunduğu süre içinde gerek Ankara ve gerekse Kırklareli ile ilgili bağlarını hiç koparmaz. Özellikle gençlik ve siyasi arkadaşı olan Kırklareli Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Gazeteci Ali Coşkun Yanardağoğlu ile devamlı mektuplaşır, ondan o zamanın şartları içinde çıkan yerel gazeteleri kendisine düzenli olarak postalamasını ister. Ayrıca Kırklareli’de yapılan sosyal aktivite ve anma toplantıları hakkında bilgi alır, gerektiğinde tavsiyelerde bulunur, uygun olduğu durumlarda bu faaliyetlere de katılırdı. 

Arşivde bulunan birçok  belge ve mektuptan Ali Coşkun Yanardağoğlu ile arasındaki haberleşme ve dostluğun güzel örneklerine rastlamak mümkündür. 

Ali Coşkun, Abdurrahman Altuğ’a yazdığı 18 Aralık 1990 tarihli mektupta, hal hatır faslından sonra 1936-40 ve 1940-44 yıllarında iki dönem Belediye Başkanlığı yapan Haşim Peksöz’ün çok ağır hasta olduğunu belirterek, hastane ziyaretinde gittiğinde en yakınlarını bile tanımadığını yazar.

Mektupta iki ay sonra 1 Şubat’ta vefat eden Avukat-Şair Niyazi Akıncıoğlu ve 3 Şubat’ta vefat eden Vahit Lütfi Salcı için birlikte 2 Şubat 1991 tarihinde bir anma programı yapmak istediklerini, Altuğ ile birlikte Şerif Baykurt ve Orhan Dursunkaya’yı (Ali Rıza Dursunkaya’nın oğlu) muhakkak Kırklareli’ye beklediklerini belirtir. Ayrıca Halide Nusret Zorlutuna için geçen senenin sonunda çok güzel bir anma programı düzenlediklerini, haber yapılan gazeteyi göndereceğini söyler. 

Abdurrahman Altuğ, Kırklareli’deki yakınları ve tanıdıklarına önemli gün ve bayramlarda isme hitaben kart gönderir, kutlamasını muhakkak yapardı.

Aynı şekilde Ali Coşkun da Kırklareli dışında bulunan Kırklarelililere, altına karbon kâğıdı koyarak daktiloda yazdığı onlarca yazıyı, biriktirdiği yerel gazetelere iliştirerek hiç üşenmeden düzenli olarak postalar, onları Kırklareli’deki olaylardan haberdar ederdi. Abdurrahman Altuğ’un Ali Coşkun Yanardağoğlu’na yazdığı Haziran 1995 tarihli mektupta ise, Ankara'daki Kırklareli Kültür ve Dayanışma Derneği üyelerinin adres ve telefonlarını Beyti Arda ile kendisine ilettiğini, ayrıca Orhan Dursunkaya ve Şerif Baykurt'un iyi olduğu haberini verir. 

Abdurrahman Altuğ’un Kırklareli halkına yaptığı büyük hizmetleri unutulmadı. Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu’nun Dereköy yolu üzerinde 17 Ağustos 1997 tarihinde temeli atılan ve ‘Kırklareli METEM - Mesleki ve Teknik Eğitim Merkezi ’ olarak kurulması planlan okula “Altuğ İşletmelerüstü Eğitim Merkezi” adı verildi.

Nisan 1974’de Abdurrahman Altuğ, daha önce Ali Coşkun’un gönderdiği Kırklareli’de basılan “Atayolu Gazetesi”nde yayınlanan bir haberden dolayı üzüntüsünü dile getirir. Gazete sayfalarını karıştırırken ailecek tanıdıkları, çok sevdiği ve saydıkları ‘Seniye Hanım Teyze’ nin vefat ettiği haberini görünce Abdurrahman Altuğ satırlarına içini şöyle döker: “Her fani için mukadder olan bu akıbeti önlemek mümkün değildir, buna alışmak gerekir...Sevdiğimiz, saydığımız büyüklerimizin teker teker aramızdan ayrılması bizlere ayrı bir hüzün vermektedir. Dikkat ediyorsan, artık bizler ön saflardayız… Hasret dolu, selam ve saygılar.”

Nitekim bu yazıda adı geçen başta Abdurrahman ve Fevziye Altuğ olmak üzere, bu vesile ile adı geçen Ali Coşkun ve Melahat Yanardağoğlu, Niyazi  ve Şaziye Akıncıoğlu, Ali Rıza ve Orhan Dursunkaya, Şerif Baykurt, Halide Nusret Zorlutuna, Ali Nazmi Üstündağ, Haşim Peksöz, Necmettin Efe, Hasan Tahsin Uzun, Fikret Filiz, Alâeddin Eriş, M.Rıza Karaosmanoğlu, Kamil Tomruk, Şaban Bahçıvanoğlu, Beyti Arda, Onur Kumbaracıbaşı, Erdal ve İsmet İnönü’yü rahmetle anmak gerekir.


KAYNAKLAR 

Sevgi Altuğ Arşivi

Ali Coşkun Yanardağoğlu Arşivi

Hasan Çalıkuşu Arşivi

http://www.gazetetrakya.com/Haber-Eski_Baro_Baskani_vefat_etti-258636.gazetetrakya

TBMM Albümü 2. Cilt 1950-1980 (2010), TBMM Albümü 4. Cilt 1960-1983 (2010)

http://www.kirklarelibarosu.org.tr/Print.aspx?ID=7547&Tip=

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/eski-milletvekili-altug-son-yolculuguna-ugurlandi-16672510

https://www.ismetinonu.org.tr/tarihte-bugun-24-kasim/

1 Mart 2022 Salı

OSMANLI DEVRİNDE KIRKKILİSE MİLLETVEKİLLERİ - II EMRULLAH EFENDİ


 Ahmet Rodopman 

1908  yılında II Meşrutiyetin  kabul edilmesi ile yapılan genel seçimlerde Kırkkılise Milletvekili olarak seçilenlerdendir. 1859 yılında Lüleburgaz’ da dünyaya gelmiş, ilk ve orta öğrenimini bitirdikten sonra İstanbul’ a, Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Okulu)’nin lise ve yüksek kısmını okumaya gitmiştir. Üstün başarı ile mezun olup, ardından bir süre Yanya, Selanik ve Halep’ te öğretmenlik yaptıktan sonra Aydın’ a Maarif müdürü olarak atanmıştır. Zaman, II. Abdülhamit devri olduğu için, yazdıkları nedeniyle takibata uğramıştır. Bunun üzerine bir grup arkadaşı ile İsviçre’ ye gitmiş, orada eğitim ve öğretim üzerine araştırmalarda bulunmuştur. Daha sonra iyi niyeti nedeniyle bağışlanmış ve İstanbul’ da Millet Meclisi Maarif üyeliğine getirilerek bu konuda ilerlemesi sağlanmıştır. Babıali’ de devlet görevini sürdürürken bitmeyen çalışma azmi ve Osmanlı’ nın en büyük sorunu olarak gördüğü okur yazarlığın arttırılması sorununa değinen çalışmalar yapmıştır. İkdam adlı gazetede aydınlatıcı yazılar yazarken Osmanlı İmparatorluğun’ da ilk olarak bir ansiklopedi yazımına başlamıştır.  “Muhitil-Maârif” (Maarif Ansiklopedisi) adı verilen bu eseri tek başına ancak birinci cildini çıkarabilmiş, diğer çalışmalarından vakit kalmadığı için yarım bırakmıştır. Oysa 1902 yılında yayınladığı bu birinci cildin arkasından diğerlerini getirebilseydi, 150 yıl önce Fransa’ da Diderot’ un başlattığı Büyük Ansiklopedinin yurdumuzda da kendimize özgü bir yazılımı yapılmış olacaktı. Oldukça engin bir bilgi birikimine sahip olan Emrullah Efendi, zamanının en saygı duyulan entelektüelleri arsında yer almakta idi. Her konuda bilgisinin olması ve çalışkanlığı nedeniyle İstanbul’ dan Konya’ ya Hukuk Mektebine Müdür olarak gönderilmiştir. Gösterdiği başarılı yönetim nedeniyle 2 sene sonra tekrar İstanbul’ a Mektebi-i Sultani (Galatasaray Lisesi) müdürlüğüne getirilmiştir. Oldukça kısa süren bu görevini o sırada yapılan seçimlerde, Kırkklise’ den millet vekili seçildiği için bırakmıştır. Bu arada 1908 ler de Kırklareli Halkını bir kez daha kutlamak gereğini duyuyorum. İletişimin oldukça az olduğu o günlerde böyle nitelikli bir hemşehrisini seçip başkente gönderme becerisini gösterdiği için. Emrullah Efendi’ de bu güveni hiç unutmamış Maarif Bakanı olduktan sonra da Kırklareli’ ye hala ayakta kalan onlarca eğitim ve öğretim mekanı kazandırmıştır. Okulların yanı sıra öğretmen ve meslek eğitiminin yapılacağı olanaklar sağlamıştır. Milletvekilliği döneminde iki defa Maarif Bakanlığına getirilen Emrullah efendi, şu anda bile şaşılacak kadar geniş bilgi donanımına sahip olduğu için Darülfünun (Üniversite) de önce Edebiyat sonra Felsefe ardından da Usul ve Terbiye derslerini vermeye başlamıştır.

O günlerde çok tartışılan  eğitimin nasıl ve nereden başlanması konusunda, ısrar ile ‘’Tuba Ağacı Teorisi’’ ni savunmuştur. Bu konuda özellikle Mustafa Satı Bey’ ile ters düşen Emrullah Bey, İttihat ve Terakki Fırkasının da benimsediği bu düşüncesi ile, ‘’Önce öğrenci yetiştirecek öğretmenleri en iyi şekilde yetiştirmeli, bunlarda aşağıdan gelen öğrencileri tam kapasiteli olarak eğitip , öğretmeli. Böylece çok uzun zaman geçmeden toplum iyi bir eğitim sürecinden geçmiş olacaktır’’ söylemini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Eğitim konusunda daha pek çok noktada silinmeyecek izler bırakmıştır. Bir çok yabancı kavramlara Türkçe karşılıklar bulup kullanılmasını sağlamıştır. Orta ve Lise öğreniminde öğrenciyi düşünmeye alıştıracak matematik derslerine önem vermiş liselerde Felsefe Derslerinin okutulması konusunda yönergeler düzenlemiştir. Burada özellikle 1910 lu yıllardan başlamak üzere Felsefe Derslerini Lise sınıflarında zorunlu ders olarak okutulmaya başlanmasının üzerinden tam da 70 yıl geçtikten sonra 1980 de Kenan Evren darbesinden sonra, mantıklı bir neden gösterilmeksizin müfredattan kaldırılmasının duyulan sıkıntıların günümüzde lise ve üniversite mezunlarınca çekildiğini hissediyor ve için yanıyor. Sonra toplum neden bu hale geldi diye söyleniyoruz…

Emrullah Efendinin biyografisini yazarken her satırda şaşırıp, hayran olasım geliyor. 55 yıllık bir ömre bunca uğraşı ve başarıyı nasıl sığdırabilir bir insan diye düşünüyorum. Hiç mi boş vakit bırakmadı kendisine oturup nargilesini çekmek için? Bütün bunların yanı sıra,Maarif Meclisi İlmi Daire Başkanlığı görevini yaparken,  Türkçülük Hareketi’ nde örgütlenmenin başlangıcını oluşturan Türk Derneği’ nin kurucuları ve yöneticileri arasında bulundu. Ziya Gökalp’ in de bu derneğin çalışmalarında bulunduğu bilinmektedir.

Biyografisinin sonlarına doğru geldiğimiz Emrullah Efendi’ nin az bilinen bir anekdotunu da aktarmadan edemeyeceğim. ‘’Eğitim Felsefesi’’ çalıştığım yıllarda çokça kullandığımız ‘’ Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim’’esprisinin Emrullah Efendi’ ye ait olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Ancak onun bir çok toplantıda önemsiz konular konuşulurken gözlerini kapatıp uyuduğunu öğrenince şaşkınlığım daha da artmıştı. Uyumadığı zamanlarda ya çok faydalı düşünceler üretir, yada bu söz gibi espriler yaparak etrafındakileri neşelendirirmiş. Nereden bilecekti ki bu esprilerin 100 yıl sonra gerçek sanılacağını.

Ülkemizdeki öğretim kurumlarına isminin verildiğini görünce unutulmayıp öğrencilerin hafızalarına yerleştiği için seviniyorum. Özellikle de doğum yeri olan Lüleburgaz’ da ismini yaşatan okullarda okuyanların da çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Bilemiyorum öğretmenliğe doyamadığım için mi Emrullah Efendiyi bu kadar seviyor ve önemsiyorum. Yoksa kentimizin yetiştirdiği önemli bir değer olduğunun bilincine vardığım için mi?

Her ne ise. Bu topraklardan da bir Emrullah Efendi geldi geçti diyerek, 14 Ağustos 1914 günü ebediyete intikal  eden değerli hemşehrimize sonsuz rahmetler dileyerek, mekanı cennet 


OSMANLI DEVRİNDE KIRKKILİSE MİLLETVEKİLLERİ


 Ahmet Rodopman 

23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’ da toplanan I. Büyük Millet Meclisi yeni bir Türk Devletinin oluşturulmaya başladığı müjdesini vermiştir. Bunun  yanı sıra, Türk Milletinin  istiklali ve istikbali için savaşmaya, barışmaya ve hak ettiği laik, sosyal ve modern bir devlet kurma uğraşlarını vermiştir. Hedeflenen Cumhuriyete ulaşma yine Büyük Millet Meclisini oluşturan millet vekillerinin onayı ile  29 Ekim 1923 tarihinde gerçekleşmiştir.

Demokratik hayatın vazgeçilmezi, meclis ve tüm yurtta yapılan genel seçimlerle oluşturan seçilmiş millet vekilleridir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ nin çalışmaya başladığı 23 Nisan 1920 tarihinden bu yana bu kutsal görevi yapan değerli milletvekillerimizi bir çoğumuz hatırlıyor veya isimlerine kolaylıkla ulaşabiliyordur. Ancak bu tarihten önce de Osmanlı İmparatorluğunda meclisler oluşturulmuş, seçimler yapılarak millet vekilleri seçilmiştir. He ne kadar Osmanlı meclislerinin ömürleri çok uzun olmamışsa da çok önemli girişimler ve uygulamalar bu süreçte yapılmıştır. Kırkklise olarak, Edirne Vilayetine’ e bağlı bir sancak olması nedeniyle Kırklareli ve Edirne’den seçilen millet vekillerimizin kentimiz için özveri ile çalışıp, yaptıkları hizmetleri unutmayıp saygı ile anmak istedim.

23 Aralık 1876'da  Kanun-i Esasi(Anayasa) nin ilan edilmesi ile Birinci Meşrutiyet dönemi başlamıştır. I. Meşrutiyetin I. Meclisi sancaklarda yerleşik olan tüm yurttaşları temsilen, nüfus oranlarına göre gönderdikleri müslüman ve gayrimüslim  milletvekillerinden oluşmaktadır. Kırkkılise(Kırklareli) o yıllarda Edirne Vilayetine bağlı olduğu için ayrım yapılmaksızın şöyle sıralanmaktadır. Şerif Efendi, Rıfat Efendi, Rasim Bey, Hüsnü Bey, Rupen Efendi, Yorgaki Efendi, Yorgiyo Efendi, Atenodurus Efendi, Ceritoğlu Panoyotaki Efendi. Bu kişiler ile ilgili araştırmalarımız devam etmektedir. Ancak ne yazık ki yeterince belge bulunamadığı için ayrıntılara varmak zor olmaktadır.

I. Meşrutiyetin II. Meclisine yine Kırkkılise’ yi de temsilen Edirne Vilayetinden  katılan milletvekilleri: Şerif Bey, Rıfat Efendi, Rasim Bey, Raşit Bey, Rupen Efendi, Kostaki Peridi Efendi, Samakovlu Zahiri Efendi, Gümüş Gerdan Milhaliki Bey, Yorgiyo Atenodurus Bey’dir. Ancak 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı yenilgisi bahane edilerek meclis, II. Abdülhamid tarafından kısa süre sonra tatil edilmiştir. Bu kişiler ile de ayrıntılı bilgiler derlendiğinde tekrar gündeme getirilip yazılacaktır.

Aradan 29 yıl geçip 17 Aralık 1908 tarihine gelindiğinde II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve yine yapılan seçimlerle yeni bir Meclis oluşturulmuştur. 1908 den 1920 yılına kadar süren meclis çalışmaları bir hayli zorlu ve hareketli geçmiştir. Bir biri ardı sıara 4 dönem 12 yıl sürdürülmüş ve bu süre içinde Kırkkılise mutasarrıflığı olarak  çok değerli devlet adamı, Millet vekili olarak meclise gönderilmiştir. Ancak 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’ u işgal eden güçler tarafından meclis çalışmalarına son verilmiştir.

Çok değil daha 100 yıl önceleri yaşanılan bu dönemleri ve yaşayanları sıralayıp, o yıllarda yapılanlardan çıkaracağımız derslere geçelim.

II. Meşrutiyet I. Meclis Milletvekilleri(1908-1912) :Emrullah Bey, Mustafa Arif Deymer

17 Aralık 1908 de göreve başlayan meclis, önemli kararlar ve önemli yapısal değişiklikler yapmıştır.

II. Meşrutiyet II. Meclis Milletvekilleri (1912-1914) :Ömer Naci Bey. Osmanlı’ nın en karmaşık dönemlerinden biri olan bu süreçte Kırkkılise Millet vekilliğinde, Mustafa Kemal Atatürk’ ün Manastır İdadisinden arkadaşı olan Ömer Naci Bey’ i görüyoruz. Hayli ilginç bir kişiliği olan Ömer Naci Bey, milletvekilliği süresince Babıali de siyasi ve idari ,işlerle ilgilenmiş, önemli bir vatansever asker olarak, hemen arkasından diğer devlet görevlerinde bulunmak üzere gittiği Kerkük’ te tifüse yakalanarak 38 yaşında hayata gözlerini yummuştur.

II. Meşrutiyet III. Meclis Milletvekilleri (1914-1918 : Dramalı Rıza Bey. Edirne’ de 1865 yılında doğmuş olan Rıza beyin yaşamı ve yaptıkları ile ilgili ayrıntılı bilgilere ulaşılamamıştır.

II. Meşrutiyet IV. Meclis Milletvekilleri (1918-1920 : Mustafa Arif Deymer . Osmanlının Son Meclisi olan bu mecliste Danıştay Başkanlığı yapmıştır.

Böylece Osmanlı Meclislerinde millet vekilliğimizi yapmış tarihi kişilikleri sıralamış olduk. Her ne kadar Osmanlı’ nın en kötü günlerinde çalışmak zorunda kalmışlarsa da her birinin kişisel özellikleri nedeniyle çok farklı insanlar olduklarını görmekteyiz. Özellikle içlerinde bir kaçının ileriki yazılarımızda kişiliklerinden ve yaptıkları önemli işlerden söz edeceğiz. 

(Devam Edecek) 


23 Şubat 2022 Çarşamba

Gazeteci, Yazar, Şair Kamil TOMRUK






Hasan ÇALIKUŞU 

 _____________________________________________

Bugün vefatının 22. yılında Rahmetle anar, sevdiklerine ve yakınlarına sağlıklı ve uzun ömürler dileriz

______________________________________________

1925 yılında Bulgaristan’ın Kırcaali kasabasında doğdu. Küçük yaştayken 1927 yılında ailesiyle birlikte Anavatana göç ederek ailecek Pınarhisar’a yerleştiler. Annesi Şefika Hanım, babası Galip Bey’dir.

İlk ve orta tahsilini Kırklareli’de tamamladı. Askerliğini 3 yıl Eskişehir’de yaptı.

Memuriyet hayatına 1955 yılında Pınarhisar Adliyesi’nde başladı. Adliye Tutanak Yazmanlığı (Zabıt Katipliği) yaptı. Daha sonra Kaymakamlık Yazı İşleri Müdürlüğü’ne atandı, kaymakam vekilliği görevinde bulundu.

1958 yılında çağrı üzerine Pınarhisar Çimento Fabrikası’nda Hizmetiçi Eğitim Şefliği’ne geçti. 1980 yılında emekli olup, Kırklareli’ye yerleşti. 

1983 yılında politikaya girdi. 1984-1994 yılları arasında Anavatan Partisi’nden Kırklarel İl Genel Meclisi Üyesi oldu. İl Genel Meclisi Üyeliğini iki devre sürdürdü. 

1920’li yılların sonunda Üsküp’te değirmencilik yapan Necmiye Hanım’ın babası vefat eder.  Necmiye henüz dört yaşındaydı ve başka kardeşi de olmadığından anavatana göçmek üzere olan yakınları tarafından Üsküp’ten Kırklareli’ne getirildi. Kırklareli’de büyüyen Necmiye Hanım ve Kamil Bey ile karşılaşır ve 27 Ekim 1944 tarihinde Kamil Bey ve Necmiye Hanım evlendiler. Hüseyin, Zafer, Ayfer ve Aysun adında iki erkek ve iki kız, dört çocuk sahibi oldular. 

Kamil Bey bulunduğu çağda entelektüel ve yetenekli bir kişiydi. 1965-1975 yılları arasında Pınarhisar’da bir Gençlik Tiyatrosu kurdu. Ezilenler, Acı Nikâh, Parola, Ay Doğarken ve Murtaza adlı tiyatro eserlerini hem yazdı ve hem de sahneye koydu. Trakya’da tiyatroyu turneye çıkararak elde ettiği geliri o yıllarda deprem felaketine uğrayan vatandaşlarımıza gönderdi.

Şiire devlet memurluğu yaptığı 1937 yılında başladı. Duygu dolu ve gönül insanı olduğundan şiir ve yazılarına bu hali yansıyordu.  Şiirlerinde iç dünyasının yansımaları kadar Atatürkçü, laik, toplumcu, öğüt verici yapılara da rastlanmaktadır. Bir kısım şiirlerini Yaşamın İçinden (1994) ve Dünden Bugüne (1996) isimli iki kitapta topladı. Bunların dışında daha birçok toplanmamış şiiri mevcuttur. 1948 yılından başlayarak düz yazı ve şiirleri son zamana kadar yerel basında yayınlandı.

Uzun yıllar Yeşilyurt ve Gerçek Gazetesi’nde düz yazı ve köşe yazıları yazdı. Toplumun dertlerini ve sorunlarını hiç çekinmeden yazılarına aktarırdı. 

Sosyal yönden aktif ve cesurdu. Kırklareli Türk Basın Birliği ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin başkanlığını yaptı. Uzun yıllar Türk Basın Birliği Kırklareli Şubesi Başkanlığını yaptı. 

Vefatından bir yıl önceye kadar aktif olarak Kırklareli Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlığını onurla, büyük bir enerji ve dirençle yürüttü. Bu görevleri kap pili ile gözünde kataraktla yapıyordu. Yazmayı, okumayı ama her şeyden önce Atatürk’ü ve Kırklareli’yi o kadar çok seviyordu ki hiçbir şey onun gözünü sağlığı dâhil korkutmuyordu. ADD Kırklareli Şubesi’nin Kırklareli’de köklenmesi, vali ve belediye başkanlarının Atatürkçü anlayışı benimsemeleri için çok uğraştı, hata yapan yöneticileri sert biçimde eleştiren yürekli, korkusuz, ödünsüz ve coşkulu makaleler yazdı. 

Kamuoyunu ilgilendiren haksızlıklara, aymazlıklara, sözde aydınlara, menfaat ve ihanet odaklarına çok öfkelenirdi. Örneğin “Kıyak Emeklilik” denilen yasayı tepki ile karşılamış, her seviyede bu yasayı protesto etmişti. 

Kamil Tomruk, Ali Coşkun Yanardağoğlu, Ali Nazmi Üstündağ ve Fuat Gürkaş arasında sıkı ve eski bir dostluk vardı. Daha sonra genç nesilden beni de aralarına almışlardı. Artık hep birlikte birçok kültürel aktivite ve sosyal faaliyetler tertiplemeye, aynı derneklerde görev yapmaya başlamıştık. Bu işlerin sekreterya, duyuru ve afiş hazırlama işleri bende olurdu. 

Kırklareli Kültür ve Dayanışma Derneği Yönetim Kurulu üyeliğini uzun yıllar sürdürdü. Vahit Lütfi Salcı, Aşık Ali Tanburacı, Şair Avukat Niyazi Akıncıoğlu, Halide Nusret Zorlutuna ve bir çok Kırklareli’de iz bırakan kişileri anma toplantılarını dernekteki arkadaşları ile birlikte düzenledi. Daha başka derneklerde de üyeliği bulunuyordu. Torunu yaşındaki gençlere taş çıkartırcasına sosyal anma toplantıları, Anıt Kabir ziyaretleri, Anavatan Partisi’nin Ankara ve Trakya bölge toplantılarında hep ön saflardaydı. 

Kamil Bey ile ilk tanışmamız 1989 yılında Kırklareli Belediye’sinde memuriyete başladığım ilk yıllarında oldu.  O sırada Kırklareli Türk Basın Birliği Kırklareli Şubesi Başkanlığı görevindeydi. Şube işlerini yürütmek için bir irtibat bürosuna ihtiyacı vardı. Belediye Başkanı Ali Nazmi Üstündağ belediye girişinde bulunan Veteriner Müdürlüğü bürosunu birlikte kullanılmasını önerdi. Genellikle görevim gereği öğleden sonraları büroya gelebildiğimden o zamana kadar Kamil Bey yazışmalarını tamamlardı. Büroda yaptığımız günlük sohbetler, gazete yazıları ve kültür konuşmaları ile birbirimizi daha yakından tanıma fırsatı bulduk.. 

1995 yılında Atatürkçü Düşünce Derneği Kırklareli Şubesi kurulurken yine Kamil Tomruk,  Ali Coşkun Yanardağoğlu ve ben kurucu üyeler arasındaydık. Kamil Tomruk Türk Basın Birliği Kırklareli Şubesi Başkanı, Ali Coşkun Yanardağoğlu ise Kırklareli Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı olduğundan diğer arkadaşlarla birlikte ADD Kırklareli Şubesi Kurucu Başkanlığı’nı bana layık görmüşlerdi. Şampiyon Hersekli Oteli altındaki pasajda ADD Kırklareli Şubesi açılışına Kırklareli Valisi Çetin Birmek, Atatürk Öğrencileri Derneği kurucu başkanı avukat Doğudan Bayülgen, Türk hukukçu ve felsefeci Ord. Prof. Dr. Reşat Kaynar, Kırklareli Vilayet Meydanı Atatürk Anıtı heykeltraşı Rahmi Artemiz törene katılanlar arasındaydı. Benden sonra ADD Kırklareli Şube Başkanı Kamil Tomruk oldu ve dört yıl başkanlığı büyük bir başarı ile sürdürdü.

Son zamanlara kadar Gerçek Gazetesi’nde köşe yazıları, şiirleri, ADD ve Türk Basın Birliği Kırklareli Şubesi Başkanlığını sürdürüyordu. 

Kamil Tomruk’u en son görüşüm Devlet Hastanesinde tesadüfen olmuştu. Kalp rahatsızlığından dolayı poliklinik önünde oturmuş, rengi atık bir vaziyette sırasının gelmesini bekliyordu. Hiçbir zaman kimliğini ve siyasi nüfusunu kişisel işlerinde asla kullanmaz, her vatandaş gibi hakkaniyetle ve mütevazı bir halde çağırılmasını bekleyecek kadar yüce gönüllüydü. Birkaç gün sonra da maalesef vefat haberi geldi. 

75 yaşında evinde vefat eden Kamil Tomruk her yönü ile cesur bir Atatürkçü, Laik ve Cumhuriyetçi bir kişi olarak yaşadı. Eşi Necmiye Tomruk ise Eylül 2016’da hakkın rahmetine kavuştu.

Kamil Tomruk’un vefatından sonra sevenleri derin üzüntü duydular. Kırklareli’de artık onun sık sık Atatürk için yapacağı çağrı ve bildirilerden yoksun kalacaktık. 

Onun ardından Kırklareli eski Belediye Başkanı Alı Nazmi Üstündağ bir şiir kaleme aldı. Edirne ADD Onursal Başkanı Dr.Ahmet Saltık bir makale yazdı. Ben de Önadım Gazetesindeki “Dünya Dönerken” isimli köşemde bir yazı kaleme aldım. 

Gazeteci, yazar, şair Kamil Tomruk unutulacak bir kişi değildi. Vefatının birinci yılında 23 Şubat 2001 tarihinde Kırklareli Kültür ve Dayanışma Derneği Kırklareli Şubesi olarak bir “Anma Toplantısı” düzenledik. Özel İdare İşhanı TMMOB Lokalindeki toplantıda kızı Ayfer Tomruk babasının hayatını anlattı. Daha sonra Kamil Tomruk’un şiirlerinden örnekler dinlendi. Hatice Paker “Ne Gördüysem Onu Yazdım”, Suna Yılmaz “Halkçılık”, Perihan Atçı “Ben Bilgi Çağı” şiirini okudu. Daha sonra Dr. Nazmi Tunçay Kamil Tomruk ile olan anılarını anlattı. Ardından Aylin Demirken “Bu nasıl İnsan Hakları Günü”, Müjgan Demiryürek “Ben Uğur Mumcu’yum”, Çiğdem Değirmenci “Kader mi, Yoksa Şans mı?” şiiri okudu. Gerçek Gazetesi Yazarı Ruhsar Tuncan, Kamil Tomruk’un gazetecilik yönünü ve anılarını anlattı. Kamil Tomruk’un şiirlerinden “Ne Soran Olur, Ne Duyan” şiirini Semih Vataf,  “Bir Daha Dönmek Yok, Onu Bilesin” şiirini Emre Alarslan, “Kırklareli’ye Ağıt” şiirini Sibel Asan, “Dostluk ve Sevgi” şiirini Elif Yılmaz ve “Biz ve Evren” şiirini Semih Tuna seslendirdi. Kamil Beyin etkinlik, yürüyüş ve eylemlerini içeren görsellerden sonra son olarak oğlu Hüseyin Tomruk söz alarak ailesi adına konuştu. 

Kamil Tomruk unutulacak bir kişi değil aksine Atatürkçü, Laik ve Cumhuriyetçi bir yazar, gazeteci ve şair olarak örnek gösterilecek bir aydındı. Kırklareli siyasetinde, kültür ve cemiyet hayatında iz bırakanlardan oldu.

20 Şubat 2022 Pazar

HAYATLARI KIRKLARELİ’NDE KESİŞEN İKİ İNSAN: SABAHATTİN ALİ VE NİYAZİ AKINCIOĞLU(*)

 Akın Güre





Bu yılın 2 Nisan günü, Sabahattin Ali’nin Kırklareli'nde öldürülüşünün 71. Yılıydı. Aynı şehirde ömrünü geçirmiş ve Ankara’da 1979 yılında vefat eden 1940 kuşağının tanınan şairi Niyazi Akıncıoğlu için 2019 yılı, doğumunun 100. Yılıdır.Bizler bu vesileyle  bugün onu anmak üzere buradayız.

Onun adına bir sempozyumun ilk defa yapılıyor oluşu bir sevinç kaynağı bizler için. Anısını yaşatabilmek, hatırası önünde saygıyla eğilebilmek adına çok önemli bir günü yaşıyoruz bugün. Emeği geçenlere bir kere daha teşekkürü borç biliyorum. 

Böyle bir sempozyumun yapılacağı günü yıllarca hayal ettim. Şimdi hayal gerçek olunca söylenecek sözlerimin heycanımı anlatmaya yeteceğinden emin değilim. 

Kırklareli Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doç.Dr. Ali Kurt geçtiğimiz Mart ayında Niyazi Akıncıoğlu için yazdığı kitabını anlattığı etkinlikte konuşurken şehirde Niyazi Akıncıoğlu’na dair hiçbir iz bulamamaktan dolayı yaşadığı hayal kırıklığından bahsetmişti. Bu durum eminim ki benim gibi bir çok kişinin ortak üzüntüsüdür. Bunun sebepleri nelerdir? Bu unutkanlığın, yok sayılmanın Niyazi Akıncıoğlu ve ailesine olduğu gibi onun kişiliğine ve şairliğine hayran olan sevenlerine karşı da büyük haksızlık olduğunu söylemeliyim. Niyazi Akıncıoğlu hayatının son 30 yılının geçtiği bu şehirde yaşamaktan dolayı çok mutluydu. Şair ruhu hiç şiir yazmadığı zamanlarda bile ona yol gösteriyordu. Şiir yazmadı son yıllarında ama hep bir şair olarak yaşadı. Birilerine göre yalnız mıydı? Uzaktan bakınca öyle düşünenler olabilir. Evet, her yerde görülmeyi, törenlere falan katılmayı pek sevmezdi. Kendine yakın bulduğu dostları tanıdıklarından azdı belki ama hepsi onun sihirli dünyasına katılmayı hak ettikleri için yanında olmaktan mutlu olan insanlardı. Yanlış anlaşılmasın onu seçkinci bir tavır içinde düşünmenizi istemiyorum. Konuştuğu insanları seçerken ayrımcılık yapmazdı, hemhal olmak için öyle üstün özellikleri falan şart koşmaz, önemsemezdi. Samimiydi, kibirli biri değildi. Ona yakınlaşabilmek bir bakıma çok kolaydı. Tıpkı benim yaptığım gibi.

Hükümet konağının karşısındaki avukatlık bürosunda onu ziyarete gittiğimde itiraf etmeliyim ki biraz tedirgindim. Henüz üniversitenin ilk yıllarındaydım. Tarihi tam olarak hatırlamıyorum ama galiba 70 'li yılların başıydı. Acaba konuşma isteğime nasıl yaklaşacaktı? Çok sevdiği dostu olan babamın hatırına kabul edilen bir randevuya giderken karışık duygular içindeydim. Bir cumartesi sabahı benim için kapısını açtığı bürosunda kabul edilmiştim. Derdimi çok iyi anlatamamıştım belki ama Niyazi Akıncıoğlu, neden geldiğimi, neden burada bulunmak istediğimi anlamıştı. Karşısındaki gencin şiir sevdasını sezmiş, kendisine yönelik bu ilgiyi şiir üzerinden kurmasına sevinmişti. Belki yaşadığı bu şehirde görmeye alışık olmadığı bir yaklaşım yüzündendi bu. Eski şair arkadaşları arasında o dönemin en iyilerinden biri olduğunu öğrenmiş olmama rağmen şiirlerinden pek azını biliyordum ne yazık ki...Çekinerek başlayan sohbet kısa zamanda karşımdaki insanın doğasına dönüşen bir rahatlığa kavuşmuştu. Sorularıma verdiği cevaplar baştan beklemediğim bir içtenliği yansıtan cümlelelerden oluşuyordu. Eski şair arkadaşlarıyla ilişkilerini, bunların arasına karışan hayal kırıklığına benzer anılarını benle paylaşırken sanki yakın bir arkadaşıyla konuşur gibiydi.Sizler de şaşıracaksınız ama o sabah Niyazi Akıncıoğlu beni şaşırtacak başka bir şey daha yaptı. Sohbetimizin sonuna doğru benden hiç bir istek gelmemesine rağmen masasının üzerinde duran bir dosyaya doğru uzandı. Avukat olan babamın bürosundan görmeye alışık olduğum kenarları bükük, rengi solmuş, pelür kağıtlarla dolu eskimiş karton dosyayı bana vermek üzere uzattı. Baştan içinde ne olduğunu anlamadım. "Al oku" dedi. "Sonra geri getirirsin." Yazdığı bütün şiirleriydi verdiği. Heycandan titiriyordum ama açık vermedim.

Dosyayı alıp yanından ayrılırken onu daha iyi tanıyordum artık. 

Yıllar sonra babamı kaybettim. Yaşadığı evde bana kalan kitaplarını toplamak üzere Kırklareli'ne gelmiştim. Kitaplar arasında dolaşırken gözüme ilişen iki kitabı diğerlerinden ayırdım, evin başka bir köşesine çakilip karıştırmaya başladım. Kitaplardan birinin adı Umut Şiirleri idi. Niyazi Akıncıoğlu'nun şiir kitabı babamdan bana kalan kitapların içinde en değerli olanıydı. Oğlu sayın Tevfik Akıncıoğlu tarafından "Baba dostuna sevgilerimle" diyerek imzalanmıştı. Tarih 6.3.1985 yazılmıştı. Kitaptaki şiirleri yeniden okurken yıllar önce bana verilen pelür kağıtlara yazılmış şiirlerin doldurduğu eski dosyayı hatırladım. O zaman okuduğum şiirleri kitaplaşmış haliyle görmek beni yeniden mutlu etmişti. Bu kitabı özenle ayırıp yanımda götürdüm. Şimdi benim kütüphanemde duruyor.

O gün Kırklareli'nde babamdan boşalmış evde incelediğim diğer kitap ise Kırklareli'nin geçmişine ait bir çalışmaydı. Yazarı tarafından "Sayın Behzat Güre'ye en iyi dileklerimle" diye yazılarak imzalanmıştı.Tarihi 23.9.1995 olarak okunuyordu. Bu kitaptan yeni haberim olduğu için hemen merakla safalarını çevirmeye ve hızlı hızlı okumaya koyuldum. Okumamı İstanbul'da döndükten sonra bitirdim. Beynimden vurulmuşçasına bir şaşkınlık içindeydim. İki kitabı yan yana koydum. Birinin kapağında Umut Şiirleri yazıyordu. Şairi 1979 yılında aramızdan ayrılmıştı. Diğerinin kapağında Efsaneden Gerçeğe Kırklareli yazıyordu ve 720 sayfalık kitabın hiç bir sayfasında Niyazi Akıncığlu'nun adı geçmiyordu.

Bu nedenle bugün gerçekleşen ilk Niyazi Akıncıoğlu sempozyumu konuşması için hazırlık yaparken bunları konuşmam gerektiğini düşündüm önce. Niyazi Akıncığlu'na yapılan haksızca suçlamaların, hazırlanan koplonun eseri olarak başlayan bir unutturma çabası ne yazık ki uzun yıllar bu şehirin insanlarınca görmemezlikten gelindi, ya da umursanmadı. 


Niyazi Akıncıoğlu benim için bu şehirdeki insanlar içinde gençliğimden tanıdığımdan beri hep farklı biri oldu. Ama bu farklılığı ilişkilerin düzeyi açısından kullanmaya çalışmazdı Akıncıoğlu. Yakın dostluklar kurduğu insanlarla ömür boyu hatırlanacak sohbetleri olurdu. Yardım severliği, adaletin sağlanmasına yönelik duruşunun doğal bir sonucuydu. Şairliğini ciddiye almak için söyledikleri kendisini övmenin ötesinde şiire olan saygısının bir gereğiydi. Başından geçen olayın hayatında yarattığı olumsuzlukları asla münzeviliğe sığınarak geçiştirmedi. Başkalarının söylediğinin tersine şiire, yargılandığı davadan tutukluluğu bittikten sonra eskisi kadar sarılmasa da başarılı bir avukat olarak işine mükemmeliyetçi yaklaşımla sarılarak kendini kabul ettirdi, saygı gördü ve hep aranılan biri oldu. Gerçeklerle yüzleşmeyi bir hukuk savunusuna dönüştürerek inancına uygun bir yaşam tarzını benimsedi. Baro Odasında genç avukat arkadaşlarına yardımcı olmak için kucak açması, onlara hukuki çözümler için yol göstermesi bizzat şahit olduğum özellikleriydi. Ama hak edenleri eleştirmekten de uzak durmazdı. bunun için mizahı çok iyi kullanırdı. İncitmeden yapardı bunu. Okumak kadar topluma önderlik etme önceliği fedakar kişiliğinin bir gereği ve parçasıydı. Yardım etmeyi, güçsüzün, çaresizin elinden tutmayı seviyordu. Ama yalnızdı. Onu bu yalnızlığa iten taşra koşullarıydı. İstanbul’dan uzaklaşıp hayatını sürdürmek için seçtiği bu kent onun ölçeğinde biri için zorluklarla doluydu. İçinde yaşadığı sosyal çevrenin değer yargıları, sanata bakışı, insan ilişkileri kadar o zamanki siyasi hayatın özgürlük ve demokrasi gibi evrensel doğrularla uyuşmayan düzeyi onu hep rahatsız ediyor, siyasi tercihlerini de buna göre belirliyordu. O bir liberaldi,  özgürlüğe ve adalete inananıyordu. Bu ikisi olmadan demokrasi olmaz diyen biriydi. Üniversite yıllarında tanık olduğu Nazi faşizminin yıkıcı, insanlık dışı saldırganlığı ona demokrasi ve özgürlükten yana bir siyasi çizgide durmayı öğretmişti.  Bu çizgisinden hiç ayrılmadı. Savaş sonrası soğuk savaş kamplaşmasında bir aydının düşünce keskinliği ile barış ve özgürlüğün nasıl kurulması gerektiğini boyuna sorguladı. İdeolojik bağlılığın yarattığı tabulardan, dar kalıplardan, ezberci yaklaşımdan hep uzak yaşadı. O bir hümanistti, bir kültür adamıydı. Ülkesini seven bir vatanseverdi.

Avukatlık yapmaya başladığı yıllarda adını edebiyat çevrelerinde duyuran Sabahattin Ali ise çıkardığı dergiler ve yazdıkları yazıları nedeniyle tek parti iktidarının hışmına uğramıştı. Sosyalizme ideolojik olarak sonuna kadar inanan bir solcuydu. Yaptığı eleştiriler iktidardakileri rahatsız ediyor, onu düşmanlaştırma, karalama kampanyasının hedefi haline getiriyordu. Sabahattin Ali bilindiği gibi sonunda kaçmaktan başka bir çaresi kalmadığını anladığında kendisini takip eden istihbarat ajanlarının eline düştü. Kırklareli’nin Bulgaristan sınırına yakın Sazara köyünde öldürülmüş olarak bulunduğunda aradan yaklaşık 6 ay geçmiş ve cesedi yakınları tarafından zorlukla teşhis edilebilmişti. Cinayeti üstlenen Ali Ertekin polisin kullandığı bir kaçakçıydı ve 4 yıla mahkum olmuştu. Ancak aftan yararlanıp serbest bırakıldı. Sabahattin Ali cinayeti derin devlet olarak hep devrede olacak bir takım güçlerce gerçekleştirildi. Öldürüldü, çünkü susturulması gerekiyordu. Belki bu yok ediliş solculara, özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren çevrelere gönderilmiş bir uyarı mesajıydı. Hatta bazı iddilara göre kaçış olayı da bu planın parçası olarak tezgahlanmıştı.

İktidarla şehir bürokrasisi arasındaki parti üzerinden kurulan köprüyle gerçekleşen organik bağ merkezdeki birilerince yazılan komplo senaryoları zorlanmadan uygulama şansı verir. Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşları için hazırlanan komployu daha iyi anlayabilmemiz için olayların cereyan ettiği şehirdeki buzihniyete o günün siyasi atmosferinde hakim olan koşulları ilave etmemiz gerekiyor. 

Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü tarih 1948 baharıdır.  Ülkede tek parti rejiminden çıkma süreci hızlanmıştır. Ancak savaştan çıkmış batı dünyasında kapitalist sisteme tehdit oluşturan Sovyetler Birliği ciddi tehlike olarak görülmektedir. Türkiye kendini batı bloku içinde yer alarak güvende hissedecektir. Demokrat partinin iktidara gelmesinden sonra ona destek veren liberallerin beklentilerinin tersine iktidar sol kesimlerin üzerine yürümeye kararlıdır. Batı blokunun gözüne girebilmek için Sovyet sınırında iyi bir muhafız olduğunu göstermesi gerekmektedir. Köy Enstitüleri gibi sosyalizmi çağrıştıran kurumların kapanması şart olmuştur. 

Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşlarınıntutuklandıkları günlerde siyasi atmosfer aşağı yukarı budur. 26 Mart 1953 sabahı evi polislerce basılır. Dokuz gün sonra da hakim önüne çıkarılır. Ondan sonra cezaevi günleri başlar. Öncesinde iktidardaki parti değişmiş, Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimlerinde demokrasi vaatleri ile yönetimin başına geçmiştir. Unutmadan söyleyeyim: Komünizm propagandası iddiasıyla tutuklandığı sırada Niyazi Akıncıoğlu Demokrat Parti’nin üyesidir, hatta 1952’de partiyi desteklemek için Yayla diye bir dergiyi çıkartma hazırlıkları yapmaktadır. Onu sorgulayan savcı ise bu derginin tersten Alyay şeklindeki okunuşunu bir delil gibi kullanıp mahkemeye sunacaktır. İstihbarat teşkilatı tarafından "Köyleri Kalkındırma Derneği" adıyla İstanbul'da  tuzak bir dernek kurulmuştur. Ajanlar devreye sokulur, şahitler ayaranır, verilecek ifadeler belirlenir. Oyun yazılmıştır. 

Tutuklamalar ve açılan davalar az önce dediğim gibi Türkiye Hükümetinin batıyla olan siyasi ilişkilerinevrildiği yön ile yakından alakalıdır.  Türkiye Nato’ya girmiştir. Artık onun Batı’ya karşı Komünizmle mücadeleci tavrını inandırıcı şekilde göstermesi gerekmektedir. Bunun karşılığında ordusunun daha iyi silahlandırılmasını Batı 'dan isteyecektir. Kore’ye de asker bunun için gönderilmiştir. Yine aynı yıllarda İstanbul’daki meşhur TKP tevkifatı gerçekleşir, yüzlerce solcu aydın tutuklanır. Sabahattin Ali ile Akıncıoğlu ve arkadaşlarına hazırlanan komplonun kurucu aktörleri aynıdır, sadece kurbanları farklıdır. Açılan dava yaklaşık iki yıl süren mahkumiyeti de getirir. Dava duruşmaları boyunca savcının sunduğu iddianemenin üzerine inşa edildiği sahte ifadeler aylarca sürerken Niyazi Akıncıoğlu sadece dinler. Niyazi Akıncıoğlu şairliği kadar güçlü bir hukukçudur. Gençliğinde hakim olmak istemiş ama sıkı bir ceza avukatı olmuştur. General Fevzi Çakmak’ın yeğeni Adnan Çakmak ile kendisine husumet besleyen Savcı Hüseyin Tarhan tarafından tezgahlanan komployu çözmüştür. Savcı Hüseyin Tarhan'nın mahkemeye sumduğu iddianameyi müthiş bir savunma ile çürütür ve hem kendisin hem arkadaşlarının aylar sonra beraat etmesini sağlar. Savunma sırasında Hüseyin Tarhan mahkeme salonunda yoktur. 

Sabahattin Ali’nin 2 Nisan 1948 yılında öldürülüşü ile Niyazi Akıncıoğlu davasının  benzer bir mahkeme süreci ve aynı tarihsel koşullar içinde nasıl kesiştiğini görmenizi istiyorum. Sabahattin Ali, ülkesinden kaçmayı mücadelesi ve hayatta kalabilmesi adına tek çözüm olarak görmüştü ve öldürüldü. Niyazi Akıncıoğlu'na gelince o yaşadığı şehirde kişiliği ve mesleki itibarıyla dik durmayı, onuruyla yaşamayı başarabildi. Dünya görüşü sol bir çerçeve içinde gözükse de aslında demokrat ve hümanist bir kalıba uygun düşmekteydi. Okuduğu sol literatürdeki kitaplar sınırlıydı. Savunmasında hiç sakınca görmeden açıkladığı gibi Marksizm klasiklerini pek incelememiş, sadece Lenin tarafından yazılan Devlet ve İhtilal kitabını okumuştu. Daha ziyade takip ettiği güncel dergilerdeki sanat ve edebiyat yazılarını okurdu. Nitekim yaptığı savunmada kendisini liberal bir kişi olarak tanımlamıştır. Özgürlük ve adalet aşığıydı. Savcı iddianamesinde kendisini komünist yakıştırması ile suçlarken o buna şiddetle karşı çıkmış ve Sovyet yönetimi üzerinden komünizmineleştirisini yapmıştı. 118 sayfalık savunması müthiş bir analiz gücüne dayalıdır. Olaylar arasındaki bağı, istihbarat ve savcılık eliyle yapılmış kurgudaki açıkları, hataları çok net şekilde açığa çıkartmış masumiyetini arkadaşlarının da mağduriyetini önleyerek mahkeme heyetine ispatlamıştır. Avukat kimliğiyle özgürlüğe ve hukuka olan tutkusunu bir kere daha göstermiş ve davada tutuklu bütün arkadaşlarının beraatını bu muhteşem savunmayla sağlamıştır. 

Konuşmamı bitirirken Niyazi Akıncıoğlu gibi dünyamıza nadir gelen çok yönlü şahsiyetlerden biri sayılacak bir insanın  değerini anlamanın, gelecek kuşaklara bunu aktarmanın önemini bir kere daha vurgulamak istiyorum. Yıllar sonra, doğumunun 100. yılında gerçekleşen bu sempozyumda geç kalınsa da gelecek adına umutlu olmak gerekir diye düşünüyorum.Onu tanımaya ve anlamaya yönelik bu çağrının asıl muhatapları elbette bu kentin arkamızdan gelen genç kuşakları olacaktır.


(*) 2019 Yılında Kırklareli'nde yapılan Niyazi Akıncıoğlu sempozyumunda yaptığım konuşmadır.

KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...