3 Mart 2021 Çarşamba

KÖY ENSTİTÜLERİ GERÇEĞİ VE KEPİRTEPE ÖRNEĞİ(3)

Akın Güre


Köy Enstitüleri deyince akla ilk gelen isim şüphesiz ki İsmail Hakkı Tonguçtur. Onun adını anarken bu efsane sayılacak eğitimciyi daha yakından tanıtmak gereği duyuyor insan. Çünkü Köy Enstitülerini ilerde anlatacağım nedenlerle kapanmaya zorlayan süreçte onun şahsına yöneltilmiş eleştiri ve saldırıları öğreneceksiniz. Bu hikayenin sonunu getiren hamleler hep bu ideal eğitimcinin yıpratılması için gösterilen çabalardır. Tonguç'un kişisel serüvenini öğrenirken aslında bir dönemin kaderini çizen tarih aktörleriyle karşılaşırsınız. Onu mesleğinde zirvelere  çıkartıp  arkasından destekleyenlerin sonra birden yön değiştirip söylediklerini inkar edercesine sırt çevirmelerine şahit olursunuz. Burada çarpıcı olan, Tonguç'un olup bitenlere karşı soğukkanlı davranıp bildiği yoldan hiç sapmadan durumun nedenlerini kavraması, çalışmalarına inatla devam etme iradesidir. Tonguç, meseleleri toplumsal diyalektiği ile düşünerek hareket eden, bir dava adamıdır. Bütün yetkileri elinden alınıp bir liseye resim ve el işleri öğretmeni olarak atandığında bile kafasındaki idealleri hala pırıl pırıl yaşayan bir aydındır. Onun hayatı ve söyledikleri bile tek başına Köy Enstitüleri tecrübesinden çıkartılacak derslerle doludur.

İsmail Hakkı Tonguç 1893 yılında Bulgaristan'da Silistere ili sınırları içinde bir köyde doğar. Babası Kırım göçmenlerinden Silistre savunmasına katılmış Hacı Velioğlu İdris bey, annesi Dobruca Türklerinden Vesile hanımdır. İlkokulu doğduğu köyde okuyan Tonguç 1907 yılında  Silistre Rüştiyesi'nden mezun olur. Okuma arzusuyla dolu  olan bu öğrenci önce babasının yanında bir süre çiftçilik yaptıktan sonra annesinin yardımıyla İstanbul'a gider ve Maarif Nazırı Şükrü Bey'in katkısıyla Kastamonu Öğretmen Okuluna gönderilir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında İstanbul Öğretmen Okulu'na geçiş yaparak buradan mezun olur. Yirmi arkadaşı ile birlikte Almanya'ya öğrenim için gönderilir. Savaş Bittiğinde yurda dönmesi istenir. Öğrenimini tamamlayamadan geri döner ve Eskişehir Öğretmen Okulu Resim-El İşi ve Beden öğretmenliği  görevine atanır. 1921 yılında tekrar Almanya'ya gönderilir ve Almanya Karlsruhe Beden Güzel Sanatlar Okulu ve Güzel Sanatlar Akademisinde okur, 1922 yılında ülkesine döner. 1925 yılında tekrar mesleki eğitim konularında araştırmalar yapmak için Avrupa'ya gönderilecek olan Tonguç, özellikle Almanya'daki Kır Eğitim Yurtları ve Leipzig Deney Okulları ile ilgilenir, seminerlere katılır. Döndüğünde Ankara Öğretmen Okulu resim-iş ve beden eğitimi öğretmenliğine atanır. Kırsal bölgelerde eğitimle ilgili yazdıkları dikkat çekerek, 1926 Yılında Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati tarafından Milli Eğtim Bakanlığına tayin olur. "İş İlkesine Dayanan Öğretmen Kursu"nu  düzenler. Daha sonra mesleği ile ilgili bir çevirisi ve "Resim-El İşleri ve Sanat Eğitimi" adlı kitabı yayımlanır. Eğitim Sergisi düzenlediği İsmet Paşa Kız Enstitüsü'nde CHP'nin Altı Ok amblemi o günlerde çizilir. Gazi Mustafa Kemal Enstitüye gelerek teşekkür eder. 1935 Yılında Milli Eğitim Bakanlığı'na getirilen  Saffet Arıkan'nın isteği ile Gazi Eğitim Enstitüsü  Müdür yardımcılığından İlköğretim Genel Müdürlüğü'ne atanır. Bakan Saffer Arıkan'a sunduğu 35 sayfalık bir raporda İlköğretim ve Eğitim Meselesini anlatır. 1936 yılında Atatürk'ün önerisiyle başlayan, çavuş ve onbaşıların köylerde eğitmen olarak çalışmak üzere yetiştirilmesi konusunu  araştırmakla görevlendirilir. 1937 yılında Köy Enstitülerinin kurulmasıyla ilgili temel ilkeleri belirleyen raporunu Bakan Saffet Arıkan'a sunar. Bu rapordan sonra Köy Enstitülerinin ilk örnekleri sayılacak Köy Öğretmen okulları açılmaya başlanacak ve süreç 1940 yılında Köy Enstitülerinin açılışını düzenleyen yasanın TBMM'nde kabul edilmesiyle noktalanacaktır.

Köy Enstitülerinin kuruluşu o sırada Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü tarafından hararetle desteklenmektedir. İnönü ondan, açılan Köy Enstitülerinin sayısının 60'a çıkarmasını isteyecektir. Köy Enstitülerini Cumhuriyetin eserleri içinde en değerlisi olarak gördüğünü söyleyen İnönü, buralardan yetişecek öğrencilerin başarılarını hayatı boyunca takip edeceğini belirtir. CHP'nin Beşinci Büyük Kurultayı'nın açılış konuşmasında Köy Enstitüleri için şöyle der:

"Nüfusumuzun çoğunu teşkil eden köylümüzün gerek tahsil, gerek geçim hususunda seviyesini yükseltmeyi başlıca hedef tutacağız. Bu hususta elde edeceğimiz neticelere, çok ehemmiyet ve kıymet veriyoruz. Kati olarak inanıyoruz ki köylümüzün tahsilini ve maişetini daha yüksek bir dereceye vardırdığımız gün,  milletimizin her sahada kudreti, bugün  güç tasavvur olunacak kadar yüksek ve heybetli olacaktır."

Köy Enstitülerinin kapatılması, genellikle çok partili hayata geçiş döneminde görülen gelişmeler parelelinde anlatılsa da kuruluş yıllarındaki Tek Parti döneminde, TBMM'nde ilgili yasaların gündeme gelmesiyle başlayan bir tepkiden söz etmek gerekir. Bu tepkiler, daha sonra  enstitüler hedef alınarak   sesini yükselten milliyetçi ve muhafazakar çevrelerin  kullandığı  komünist suçlamaları şeklinde ortaya çıkacaktır. Buraları bir komünist yuvası olarak görülür, karşı propagandalar devreye sokulur, karalamalar başlar.

TBMM'ne getirilen köy enstitüleri kanunu için yapılan görüşmelerde ilk eleştiriler başlar. Kazım Karabekir'in de destek verdiği eleştirilerden birisi "enstitü" kelimesiyle ilgilidir. Karabekir, köylünün hoşuna gidebilmesi için bu isim yerine "hayat mektebi" denmesini önerir. Yöneltilen eleştirilerden diğeri ise enstitü kanununun üçüncü maddesiyle ilgilidir. Bingöl vekili Feridun Fikri Bey itirazında köy görüntüsündeki kimi kasabalarda yaşayan gençlerin bu kanundan yararlanmayacağını, bu nedenle kasaba ve şehirlerdeki okullara giden köylü çocukların da enstitülere alınmasını ister. Kazım Karabekir de ahlak derslerine daha fazla önem verilmesini ister ve enstitülere  sadece köy çocuklarının  alınmasına karşı çıkar. Kanun için yapılan oylamada 429 milletvekilinden sadece 279 kişi oylamaya katılmıştır!  Bu sonuç bile enstitülerin kurulmasına başlangıçtan itibaren  karşı çıkan ciddi bir muhalefet olduğunu açıklar.

Köy Enstitüleri ile ilgili 1942 yılında gündeme gelen yine önemli bir düzenlemeye için benzer karşı çıkışlar görülecektir. Köy Enstitüleri için gerekli olan Teşkilat Kanunu görüşmeleri için yapılan tartışmalar günlerce sürecek, kanunun çıkması uzayacaktır. Söz alan milletvekillerinden Rasih Kaplan din eğitimin önemine vurgu yaparak, "Enstitüleri ikmal etmezden evvel, köylerdeki yavruları yetiştirmek üzere din dersleriyle de teçhiz etsinler. Buna ihtiyaç vardır." diyecektir.

Gelen tasarıda köy öğretmenlerinin görev ve sorumluluklarıyla ilgili 10. madde en büyük eleştiriye uğrayan konulardandır. Eskişehirli toprak zenginlerinden Emin Sazak, "Bu madde muallimlere o kadar salahiyet veriyor ki, hakim, hekim, ne bileyim mürşit, peygamber hepsi. Yani bunlar köyün ziraatını temin edecek, akıl verecek, hülasa her şey, yapacak...Köye gidecek muallim ben köyde muhtarım diyecek, o zaman da köyün kalkınması yerine herkes dağa kaçacak...Kanun çok güzeldir, fakat bu maddesi yanlıştır. Bunlara verdiğimiz salahiyet Başvekilde yoktur. Bunlardan köylü ne öğrenecek? " diyecektir. Emin Sazak ileride Köy Enstitülerine yöneltilecek eleştirilerin ilk işaretini verir böylece.

Besim Atalay da Rasih Kalan gibi düşünmektedir. O da 10. maddeye, "Köylerde eğitmenler ve öğretmenler din terbiyesine, manevi terbiyeye önem vereceklerdir"  ifadesinin eklenmesini isteyecektir. Abdurrahman Naci Demirağ ise, din eğitiminin önemine değinerek, "Maneviyatsız hiçbir millet yaşayamaz, laiklik dinsizlik değildir...Biz laikliği kabul ettiğimiz zaman birdenbire cezri hareket etmek mecburiyetindeydik. Fakat bugün artık yavaş yavaş bu işi ıslah etmek zamanı gelmiştir. Çünkü millet, din işinin dünya işinden ayrılmasına iman etmiştir." der.

Onuncu madde ile ilgili tartışılan diğer bir mesele ise öğretmenlere verilecek bu yetkilerden sonra köylerde muhtarlar ve köy heyetleri ile öğretmenler arasında  bir yetki karmaşası çıkmasıyla ilgilidir. Tasarının okulların yapım ve onarımıyla ilgili  25. maddesine ait yapılan eleştirilerde kadınların çalıştırılmasına karşı çıkılırken köylüye yüklenen yükümlülüklerin angarya ve işkence olduğu ileri sürülerek anayasaya aykırı olduğu söylenir.

Genel olarak bu dönemde Köy Enstitülerine gösterilen tepkilerde aşırı bir olumsuz tavır görülmez. Bunda Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün şüphesiz ki büyük payı vardır. Tepkiler çok açık şekilde dile getirilmese de toplumun bazı kesimlerinin bu oluşumdan rahatsızlık duydukları kesindir ve bunu bazen oturumlara katılmayarak veya eğitimle ilgili çeşitli toplantılarda görüş beyan ederek ifade ederler.

Köy Enstitülerinin kapanmasına yol açacak gelişmeler özellikle 1946 yılında çok partili  sisteme geçişle birlikte yaşanacaktır. Bundan sonra gösterilen muhalafet daha keskin bir şekilde ve yıpratıcı ölçülerde yapılacaktır. Özellikle 1945 yılında Meclise gelen Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu bu değişimin hızlanmasını sağlayacaktır. Yoğun tartışmalarla kabul edilen toprak reformu işlevi olmayan bir karar olarak  rafa kaldırılır. Bu yasanın asıl etkisi Cumhuriyet Halk Partisi içinden çıkacak Demokrat Parti oluşumuna yol açmasıdır. Bu reforma karşı çıkan çevreler aynı zamanda Köy Enstitülerinin önünü kapayacak engellerin sesini daha güçlü şekide duyururlar. Tarımdaki yerleşik yapıda mevzilenen güçler reformları uygulanamaz hale getirerek  yerlerini korurlarken  Köy Enstitülerine karşı daha kararlı bir duruş sergilerler. Onların bu tepkileri iktidar partisi üzerinde de etkili olur. Nitekim 21 Temmuz 1946 seçimleri sonrası kurulan Recep Peker hükümetiyle köy enstitülerinde geri sayım başlayacaktır. Demokrat Partiye geçmeyen Cumhuriyet Halk Partisi içinde kalmaya devam eden muhafazakar ve reform karşıtı çevreler köy enstitülerini etkisiz hale getirecek adımların işaretini verirler.  Recep Peker'in hükümet programında köy enstitülerinde uygulanacak eğitim için  kullanılan  şu ifadeler bunun doğrular gibidir: "Köy Enstitülerinden çıkan gençlerin kendilerinden beklenen hizmeti başaracak surette bilgi ve tam bir milli duygu içinde yetiştirilmelerine dikkat edilecektir."

Köy Enstitülerine yönelecek saldırıları besleyen bu tür düşünceler nitekim bir süre sonra sonuç verecek ve Hasan Ali Yücel yerine  Milli Eğitim Bakanlığına Reşat Şemsettin Sirer getirilecektir. Bu değişiklik TBMM içindeki karşı  kesimlere cesaret verir. Sirer'in bakan olmasıyla köy enstitülerini öğretmen okuluna dönüştürme çabaları hız kazanır. Eğitim programlarında yapılan değişiklik ile teorik derslerin ağırlığı artarken iş eğitimi ile güçlendirilmiş uygulama dersleri zayıflatılır, üretici iş okulu yerine klasik iş okulu anlayışı benimsenir.  1948 yılında Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatılır. Bu okuldan mezun öğretmenler pasif görevlere atanır veya farklı öğretmen okullarına gönderilir. Enstitüden mezun olan köy öğretmenlerine işlemek için verilen topraklar geri alınır. Artık köy okullarındaki öğretmenlerden  beklenen görevler klasik bir eğitim için istenen   düzeye çekilmiştir. Bu arada eğitmen kursları da 1947 yılında  kapatılır.

Çok partili döneme geçildikten sonra Köy Enstitülerinin kurucularına yönelik saldırılar ideolojik bir karakter kazanmaya başlayacaktır. Burada komünizm suçlaması yaparak yıpratma çabaları boy gösterir. Enstitü faaliyetleriyle ilgili karalamalara bir de komünistlik sıfatları eklenir. Önce Çifteler Köy Enstitüsü ile başlayan suçlamalar daha sonra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü için yapılan komünizm ihbarlarıyla devam eder. Mesela, kırmızı gömlek giyen bir öğretmen komünistlikle suçlanır hemen. Yatakhane binalarının yerleşimini yukarıdan bakıldığında  orak çekice benzetenler de çıkar.

Diğer bir konu ise Köy Okullarının yapımında köy halkına yüklenen sorumlulukların hafifletilmesi ile ilgilidir. Kadınların bu işlerde çalıştırılması yasaklandığı gibi okul yapma görevinde devletin payının arttırılması istenecektir. Okul yapımında köylü vatandaşın katkısı Demokrat Parti iktidarı zamanında tamamen kaldırılır.

Komünizm suçlamalarının yanısıra din eğitimi konusunda da kuruluş  yıllarında başlayan eleştiriler yeniden hız kazanır. Cumhuriyet Halk Partisi bunların etkisinden kurtulamaz. Bundan sonra din okullara din dersleri konulması, imam hatip yetiştirecek kurslar açılması hakkında adımlar atılacaktır. 1950 seçimlerine gidilirken eğitimde din, tartışılan en önemli konu olur. Demokrat Partinin 1950 yılında iktidara gelmesiyle Köy Enstitülerinin öğretmen okullarıyla birleştirilmesiyle sonuçlanacak nokaya epey yaklaşılır. İktidardaki Demokrat Parti hükümeti bu kurumların tasviyesine yönelik çalışmalara hız verecektir. 1951 yılındaki Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi görüşmlerinde enstitülerin kapatılması gerektiği açık olarak ifade edilir. Bu görüşmeler sırasında Ahmet Başıbüyük şöyle konuşur:
"Muhterem arkadaşlar, valileri tehdit ve radyoda teşhir ederek ve köylünün malını, davarını, çulunu çaputunu sattırarak dipçik altında yaptırılan köy okulları bugün kısmen yıkılmış ve harap bir haldedir. Kendisinden beklenen hizmetleri veremeyen köy enstitülerinin bir an evvel tasfiye edilerek, öğretmen okullarının çoğaltılmasını rica edeceğim." 

Aynı bütçe görüşmelerinde Milli Eğitim  Bakanlığının Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreselerin kapanması nedeniyle doğan   din okulları ihtiyacını karşılaması gerektiği savunulur, imam ve hatip okullarının derhal açılması istenir. Mükerrem Sarol laiklik ilkesini tartışmaya açar ve "Laiklik mefhumunun tesir ve murakebesi altında bulunan yerlerde vicdan hürriyeti bulunmaz ve işlemez. Benim anlayışıma göre, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak hükmü, dinin ne olduğunun bilinmemesinden doğmuştur. Aynı zamanda bu hükmün  her din için tatbiki caiz olmaz. Bence din çeşnisini kaybetmiş olan karakter muhakkaktır ki vahşete ve hayvanlığa temayül eder." der.

Demokrat Parti dönemindeki Köy Enstitülerinin kapanmasıyla sonuçlanan   yıkımın hikayesini anlatmaya devam edeceğiz. Burada Kepirtepe Köy Enstitüsü öğretmenlerine ve Kırklareli’nde yaşayan aydınlara yönelik açılmış davaya da yer vereceğiz. Bu dava ile Köy Enstitülerinin kapatılmasını hazırlayan şartların nasıl olgunlaştırılmak istendiğini ve hangi toplumsal yaralara yol açtığını  anlatacağız. Elbette başlarken bir bölümünü anlattığımız,  Köy Enstitülerinin önderliğini yapan ve düşünsel kaynağını besleyen İsmail Hakkı Tonguç'un başına gelenlere ve son günlerinde yaptıklarına  da yer vereceğiz. 

(Devam Edecek)

28 Şubat 2021 Pazar

HALK BİLİMİ(FOLKLOR) - PALA KİLİMİ(ÇAPUT KİLİMİ)GERİ KAZANIMIN VE YENİDEN DEĞERLENDİRMENİN EN GÜZELİ

Ahmet Rodopman 
Son yazdığım Şayak ve Keçe yazısını okuyan tanıdıkların bir kaçı, Pala Kilimini biliyor musun diye yazdılar. Bilmez olur muyum hiç. Çocukluğumda vazgeçemediğim uğraşılarımdan biri idi. O zamanlar BU uğraşılarımızın, geri kazanım noktasında bu kadar önemli olduğunu bilmememe karşın yine de hoşuma gidiyordu, bir işe yarıyor olmamın farkına varmak. Annemin evde topladıkları, o zamanlar terzilik yapan babamın dükkanda kalan artık kumaş parçalarını önüme alır, makasla saatlerce ince şeritler halinde keser, sonra uç uca ekleyip, yumak yapardım. O yumakları babam bazen sırtlar, bazen bir at arabasına atar, Demirtaş Mahallesinde, Bulgaristan’ dan gelen pala kilimi dokuyan tezgahları olan tanıdıklarına götürürdü. Bir hafta, on gün sonrada güzelce dokunmuş yeni pırıl pırıl kilimlerimizi getirirdi. Ahmet Mithat İlkokulu  karşısında ki  oturduğumuz ev bir hayli eski idi. Mutfak ile tuvalet arası 20 metre civarında bir koridorumuz vardı. Yeniler gelince eskiyenleri kaldırır ve yıllarca kullanırdık o pala kilimlerini.
Çok değil 50-60 yıl kadar geriye gidildiğinde Kırklareli’ de hala ekonomik yaşama zorunluluğu vardı sanırım. Bence çoğu aile ancak kazançlarıyla günlük geçimini sağlayabiliyordu. Çoğumuz yoksul değildik, gerçi varsıl da sayılmazdık. Kıt kanaat ama mutlu yaşayabilmenin sırrını, doğru çalışıp, dürüst yaşamak ile bulabilmiştik. Şimdi çocuklarıma anlatıyorum da, milattan önceki masalları anlattığımı sanıyorlar. Bırakın masa sandalyeyi, somya, karyola dahi yoktu çoğu evde, yere serilen bir softa bezi üzerine konulan yastaaç(üzerinde hamur yoğrulan tahtadan yapılmış yuvarlak sofra sehpası) üzerine yemekler konur, etrafında yere oturulup yemek yenirdi. Geceleri yere yataklar serilir, yan yana yatılarak uyunurdu. Şimdi düşünüyorum da  yaşantılar genellikle dışarıdan çok az şey satın alınarak devam edebilecek şekilde sürer giderdi. Kazançlar az olduğu için de bunu dengelemek için tasarruflu yaşamak, planlı harcamak gerekiyordu. Evlerde yaşamın kalitesi, ve beslenme düzeyi düşürülmeden elden geldiğince ucuz ve uygun şekilde gereksinimler karşılanmaya çalışılırdı.
İşte bunlardan bir tanesi de Pala Kilimi, diğer ismi ile Çaput Kilimi diye bilinen, eski elbiseler, giysiler, perdeler, yatak örtüleri gibi kullanılmış , artık atılacak hale gelen dokumaların,1,1.5 cm eninde şeritler halinde kesilip,uç uca dikilerek büyük yumaklar haline getirilmesidir. Bu yumaklar pala kilimi dokunan tezgahı olanların evlerine götürülürler. Önce mekik denilen içi oyulmuş, ahşap aletlerin içlerindeki çubuklara sarılırlar. Basit ahşap tezgahlarda, iki katlı gergi ipliklerini bir mekanizma ile aralayıp, mekiğin geçirilebileceği bir açıklık oluşturulur. Mekik, dokuma ipliği ile birlikte bu aralıktan geçirilip, kenarından döndürülerek tekrar ilk atıldığı yere gönderilir. Ardından ahşap sıkıştırıcı parça ile geçirilen kumaş parçacıklarının sıralarına sıkıca yerleşmesi sağlanır. Ve bu işlemler, kumaş yumakları bitinceye kadar devam edilir. Bu yatay ahşap tezgahlar genellikle 90 cm eninde, uzunluğu da 4,5- 5 metre kadar olmaktadır. Tabii bu uzunluk istenildiği kadar olabiliyor. Dokuyanın göz zevkine göre gelen kumaş şeritlerinin renkleri ardı arkasına getirilerek göze hoş gelecek bir görünüm sağlanmaktaydı.
Pala kilimleri bizim çocukluğumuzda bir hayli çok kullanılırdı. Hemen hemen her işte ilk akla gelen eşyalardandı. Evde, bahçede, kırda, bayırda üzerinde oturmak için, yolluk veya kilim yerine odalarda yere serilerek, denk yapmakta, yatak altlarına konmakta her yerde, her şekilde kullanılmaktadırlar. O yıllar fabrikasyon halılar henüz olmadığından ve el dokuması halılarda bir hayli pahalı olmaları nedeniyle pala kilimleri oldukça ucuza halı ve kiliminin yerine kullanılabiliyordu. Hatta bunun için Pala kilimine, çiftliğin eşeği  denilirdi. Her işe koşulan, az masraflı hayvan olması nedeniyle. O yüzden evlerin olmazsa olmazı idi pala kilimleri. Çok ta sağlam olurlardı, yıllarca kullanıldıktan sonra artık kullanılmayacak kadar eskidiğinde de sobalarda yakılarak ısıtmak olan son görevlerini de yapmış olurlardı. Yıllarca kullandığımız pala kilimlerimizi 50 yıl önce İstanbul’ a taşınırken, eşyaları sarmakta kullanmış, sonrada burada kullanmaya devam etmiştik. İyice eskiyinceye kadar.
Ne yazık ki artık ne pala kilimlerini dokuyanlar, ne tezgahları ne de kumaşları şeritler halinde kesip, birbirine ekleyen çocuklar kaldı. Pala kilimleri de ancak ansiklopedilerde gözlerimize takılıyorlar.. Son yıllarda Pınarhisar a bağlı Poyralı köyünde kadınlara pala kilimi dokuma kurslarının açıldığını duyuyorum. Umarım uzun soluklu bir çalışma olur.
Ancak İstanbul’ da sık sık çöp konteynırlarına atılan yeni sayılabilecek halıları ve kilimleri görünce, üzülüyor ve biz bu kadar müsriflik yapacak kadar zengin mi olduk diye kendi kendime soruyorum.  Geçen gün bir pala kiliminden yapılmış çantası ile alışverişe çıkan bir hanım görünce, işle ve emekle ortaya çıkarılmış bir değerin kıymetini bilip değerlendirme isteğinin varlıkla değil de yeniden kazanılma bilinci ile sağlanabileceğini anladım.
Pala Kilimi, yeniden değerlendirme  düşüncesinin eyleme dönüştürülmesine güzel bir örnek. Ancak bunun gibi yüzlerce örneği aklımız, görgümüz ve isteğimizle bulup uygulayabiliriz. Onlardan artırabileceğimiz para ile de kültürel birikimimize katkısı olabilecek şeylere rahatlıkla harcaya biliriz diye düşünüyorum. 
Yazımı bitirirken aklıma geldi. Kullanılamayacak kadar küçük parçalarda, ince kumaştan yapılmış eski giysilerde  asla çöpe atılmaz, bir çuvalda toplanıp birikince tarak denilen makinelerin olduğu yerlere götürülür. Orada bu kumaş parçaları Kıtık denilen adeta tel tel ayrılarak,yatsak, yastık doldurulmak üzere getirilirdi. Böylelikle de yıllarca daha kullanılma şansı olurdu. Bundan daha güzel bir geri kazanılma ve yeniden değerlendirme olabilir mi diye hala düşünmekteyim.

23 Şubat 2021 Salı

HALK BİLİMİ–FOLKLOR– UNUTULAN DEĞERLERİMİZ; ŞAYAK ve KEÇE

Ahmet Rodopman 
Bir süredir sürdürdüğümüz Kırklareli Yerel Tarih grubu çalışmalarımızın önemli bir alanını kapsayan Halk Bilimi(Folklor) dalında incelediğimiz, toplumumuzun yaşantısında geçmişte hayli büyük yerleri olan, yarım asır öncesine kadar Kırklareli’ de de üretilip kullanılan, ancak günümüzde kaybolan değerlerimiz arasında olan Şayak ve Keçeden söz etmek istiyorum bugün.
Uzun insanlık tarihi boyunca uzun süren toplayıcılık ve avcılık dönemi sonrasında yerleşik hayata geçen,  Orta Asya da insan toplulukları tarafından üretilen ilk yünlü ürünlerdir.  Köpek, koyun, keçi ve atın evcilleştirilmesi ile gelişen uygarlığın Orta Asya da özellikle de Türk Boylarında sert iklim şartlarında, günlük gereksinimlerini karşılamak amacı ile oluşturulan en ilkel tekstil ürünüdür keçe ve ardından şayak adı verilen dokuma türü. Özellikle koyunların kesilen tüylerinin üst üste konularak üstüne vurulup sıkılaştırılması ile insanı soğuktan korumada kullanılan bu sıkıştırılmış yün kumaş yüz yıllar boyunca göçlerle bir çok yere ulaşmış ve değişik teknikler kullanılarak üretilip çeşitli amaçlarla uygulanmıştır. Keçe ile Şayağı bir birinden ayıran en önemli ayrıntı, şayağın bir dokuma ürünü ve ardından tepilerek keçeleştirilen kumaş olmasına karşın, keçe, yün liflerinin özel teknikleri ile tepilerek dokumasız olarak yün liflerinin çok özel yapılarından yararlanarak kumaş haline getirilmesi ile elde edilir. Göç yollarıyla gerek Hazar Denizinin kuzeyinden, gerekse Hazar Denizinin güneyinden gelen Türklerle Balkanlara değin yayılmış ve kullanılmıştır. Hatta efsanelere, söylencelere bile konu olmuştur. Derler ki; evvel zaman içinde genç bir çoban, yörenin ağasının kızına aşık olmuş. Ona gönlünce çok güzel bir hediye vermek istemiş. Ama elinde ancak otlattığı sürüsünün koyunlarından kestiği yapağı varmış. Yünlere vuruldukça çok güzel kumaşların olduğunu duyduğu için en güzel yünleri toplamış, bir tokaç ile yün topaklarının üstüne üstüne vurmaya başlamış. Saatlerce uğraşmış, ama bir türlü yünler keçeleşmiyormuş. Öylesine üzülmüş, öylesine üzülmüş ki, iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamış. Bir de  bakmış ki gözyaşı ile ıslanan yünler bir birine yapışmış, keçeleşmiş. Çobanda anlamış ki su katmadan keçeleşme olmazmış. Bunu öğrendikten sonra en iyi yünleri ile öyle güzel bir keçeden kilimler yapmış ki,  sevdiceği  görünce bu kilimleri, kalkmış çobana kaçmış. O günden sonra Keçe de Şayak da, yünün  hep suyun içinde suyla dövülerek elde edilir olmuş. Ve kalkmış gelmiş Orta Asya’ nın steplerinden Avrupa’ nın Balkanlarına, artık Anadolu’ dan göçen Yörüklerle mi? yoksa Batı Hunlarının kalıntılarının gelenek ve göreneklerinden mi bilinmez, ama bir şekilde tüm Balkanların soğuk sularında yapılır olmuş yüzyıllarca. Kırklareli’ de genellikle Şayak adı ile bilinen bu kumaş, özellikle Kofcaz ve Dereköy’ ün orman içi köylerinde yapılırdı. Hatta Dereköy’ e yakın Dolapdere Köyü ismini  derede kurulu Şayak Dolaplarından aldığı söylenirdi. Ben Dolapdere’ de yapılan yaklaşık 50-60 cm genişliğinde top halinde sarılmış Şayakları yakından gördüğüm için, onun sıcaklığını da bizzat yaşayan bir kişiyim. Rahmetli babam terzilik yaptığı sıralarda  şayak dikmek için özel bir makine almıştı. Belli müşterileri alıştıkları için özellikle Dolapdere Şayağından yapılmış pantolon ve yelek diktirirlerdi. En az yarım santim kalınlığındaki şayakları normal dikiş makineleri dikemediği için ancak o büyük makinelerde dikerlerdi. İğne bile kolay kolay işlemez, onlar için özel iğneler ve kesmek için makasları vardı. Özellikle Balkan köylerinde yaşayan yaşlı kişiler genellikle kışın sıcak tuttuğu için diktirirlerdi. Babam ilk okula giderken bana da şayak pantolonlar dikmişti. Kahverengi çok iyi ısıtan, soğuğu geçirmeyen pantolonlardı. Biraz kaba gibi görünse de o meşhur 1963 kışını hastalanmadan geçirdiğim için onları çok sevmiştim. Şimdi sordum da ne bilen, ne yapan, ne diken kalmamış, artık yok olmaya yüz tutmuş beklide 4000-5000 yıllık bir üretim geleneğine son verilmiş oluyor. Gerçi son zamanlarda bazı el işi kurslarında elde basit keçe yapma kursları açıldığını ve rengarenk boyanan yünlerin değişik otantik figürler yapılarak sergilendiğini bildirdiler.
Koyun yününün  başka yünler de pek bulunmayan özelliği, her bir yün telinin bütün yüzeyinde kökten, uca kadar bir biri üzerine kapanan küçük pulcukları olmasıdır. Ancak mikroskop altında görülebilen bu pullar, her bir yün lifini balık pulu gibi kaplar, sütüne yağan yağmuru , karı içeri geçirmeden üstten akıtmasının yanı sıra  yapısında bulunan ince hava kesecikleri ile de hava izolasyonu yaparak,  giyen kişiyi iklim koşullarına karşı korur.  Alkali(sabunlu su) veya zayıf asidik bir sıvı ile karşılaşan yün telciklerinin pulcukları açılıp, etrafındaki diğer tellerle bir daha çok zor açılabilen fiziksel olarak birleşen katmanlar oluştururlar. Bunun için yünlerin üzerine su serpilerek, ayakla veya mekanik olarak tokmaklarla vurularak yünler keçeleştirilmeye çalışılır. Bu yöntemle elde edilen keçelere Tepme Keçe denilmektedir. Keçe, geçmişte özellikle Anadolu’ da Bursa, Sivas, Konya, Erzincan, Van gibi koyun yetiştiriciliğin çok olduğu  ve kışları soğuk geçen sosyo- ekonomik olarak pek iyi olmayan yörelerde çoklukla evlerde yapılıp çeşitli amaçlarla kullanılan ürünlere genel olarak verilen addır. Anadolu’nun çeşitli il ve ilçelerinde keçeciliği meslek olarak yapan hatta kuşaklar boyunca yapmakta olan zanaatkarlar bolca bulunmakta idi.  Ne yazık ki pek çok iş kolu gibi Keçecilik de artık yok olmaya doğru girmiştir. Eski ustalar kalmadığı gibi kalanlarda ancak turistik parçalar yapıp satarak hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Teknolojinin gelişmesi ile, bu alanda kullanılan lif ayırma ,dövme makineleri farklı renklere yünleri boyayıp, otantik figürleri keçe parçalarına uygun bir şekilde yerleştirme teknikleri kullanılarak, halı, şilte, seccade, olarak kullanılmaya elverişli parçalar üretilmektedir.
Şayak daha çok Balkan ülkelerinden gelen göçmenler tarafından getirilen çulfalık adı verilen şayak tezgahlarında ,yaşlı ev kadınları tarafından dokunan ham dokumalardır. Yünden yapılan kaba ipliklerin oluşturduklar atkıları arasından mekik ile geçirilen kaba çözgü ipliklerinden oluşan dokumaların, bazen sıcak ve nem altında basınçla veya sürekli çiğnenip, vurularak liflerin bir bibrine bağlanmasını sağlayarak oluşturulan dokumalara denilmektedir. Yün liflerinin ayni yöne dizilmeleri ve kuruduktan sonra aradan uçup giden suyun sayesinde birbirine sağlamca bağlanan yün lifleri sayesinde, ne yağmur, ne kar nede soğuk işlemeyen aba, kepenek, yelek, palto, potur  ve pantolon yapımında kullanılmaktadır. Ayrıca sıkıştırılarak keçeleştirilen koyun yünü ateşe ve kıvılcıma karşı çok dayanıklı olduğu için ateş karşısında yapılan işlerde iyi bir koruma sağlar. Koyun lifleri içinde hava kabarcıklarının olması nedeniyle kışın sıcak, yazın serin tutması, büyük bir emek ile üretilmesine karşın, kendi koyununun yününden ve ev halkının göz nuru ve alın teri ile aile bütçesinden para çıkmaksızın üretilen sağlıklı bir giysi olması nedeniyle yüz yıllar boyunca kullanılmıştır. Ne yazık ki artık bırakın yapılmasının bırakılması adı bile hafızalardan silinmiş olması, geçmişimize, gelenek ve göreneklerimize olan ilgisizliğimizi göstermektedir. Oysa çok değil 90 yıl kadar önce Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ ün Kırklareli’ ye geldiği zaman, Kırklareli halkı ile yaptığı görüşmelerin birinde söz şayak elbiseye geldiğinde söylediklerini o günleri ve Kırklareli’ yi etraflıca anlatan ‘’Efsaneden Gerçeğe Kırklareli’’ adlı kitabında Merhum Nazif Karaçam şu şekilde anlatmıştır;                                                               
‘’ Atatürk 20 Aralık 1930 tarihinde Kırklareli’ ne gelmiş ve o gün belediyede belediye meclis üyeleri, mahalle muhtarları ve bazı kuruluş temsilcilerinin katıldığı toplantıda önemli konuşmalar  yapmıştır. Toplantıda 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’ ndan, bunun ülkemize olan etkilerinden, yarattığı sıkıntılarından,bir süre önce kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’ nın da katılmasıyla yapılan yerel seçimlerden ve sonuçlarından söz etmiş, Cumhuriyetin kurulmasıyla yeni bir kalkınma, çalışma ve milli tasarruf dönemine girildiğini belirtmiş, toplantının başından beri gözünü üzerinden eksik etmediği şayak elbiseli belediye meclis üyesini işaret ederek yanına çağırmıştır.
Belediye meclis üyesi Abdullah Efendi(Altınelli) biraz korkak, biraz şaşkın ve mahçup Mustafa Kemal’ in yanına gelmiştir. Abdullah Altınelli’ nin üstündeki şayak ceketinin ucundan tutarak, adını, ne iş yaptığını, göçmen olup olmadığını öğrendikten sonra giydiği şayak elbisesinin çok güzel bir kumaş olduğunu belirtmiş,                                                                    - Söyle bakalım, bu kumaşı nereden aldın?                                                                                   - Bir yerden almadım Paşam, koyunlarımızın yününden karım dokudu.Evde dokuma tezgahlarımız var. Kendimiz yapıp giyiyoruz.
Meclis azası Abdullah Altınelli’ nin  verdiği bilgi, içtenlikli ifadeleri, Rumeli şivesi ile anlatımı Mustafa Kemal’ i son derece sevindirmiş ve toplantıda bulunanlara dönerek:
‘’Arkadaşlar  biz savaştan yeni çıkmış fakir bir milletiz. Padişahlar, birbirini takip eden savaşlar memleketimizin geri kalmasına sebep olmuştur. Fakat büyük fedakarlıklarla kurduğumuz Cumhuriyet sayesinde kalkınacağız, ilerleyeceğiz. Ancak çok çalışmak, tasarruf yapmak, yerli malı kullanmak zorundayız. Bu arkadaşımız gibi kendimiz yetiştireceğiz, kendimiz dokuyacağız, kumaş yapacağız, kendimiz dikip giyeceğiz, tezgahlarımızı çalıştıracağız.’’
Daha sonra tekrar Abdullah Efendi’ ye dönerek:
‘’Bu güzel şayak kumaşından bir elbiselik te ben isterim. Evde varsa hemen şimdi alalım, parasını ödeyelim. Şayet yoksa bedelini bırakayım, karın dokuduğunda bana, Ankara’ ya göndersin. Şayak elbise giymeyi çocukluğumdan beri özlerim’’ dedi.
Abdullah Efendi birkaç ay sonra Mustafa Kemal’ in istediği şayak kumasını Ankara’ ya gönderdi. (Efsaneden Gerçeğe Kırklareli-Nazif Karaçam-1995- Sayfa :351-352).
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, bu anekdotunda bizlere o kadar çok şey anlatmış ki, Şayak bahane diyesi geliyor insanın. Kısa söyleşide, neden yeri malı, yurdun malı kullanılması gerektiğini, çok çalışmanın ve tasarruf etmenin gerekliliğini belirterek, istediği kumaşın da peşinen parasını vererek  90 yıl öncesinden bizlere ne çok şey söyleyip, çağdaş bir yurttaş olabilmenin ip uçlarını vermiş. Ama Atatürk’ ün pek çok şeyde olduğu gibi bu konuda da istediği toplumun birer ferdi olamamışız. Kırklareli olarak böyle bir kısmetin değerini bilememişiz. O günkü ileri gelelerimiz, dokunan o kumaşın gönderilmeden önce resimlerinin çekimini yapmamış. Atatürk o kumaştan nasıl bir elbise diktirmiş ?, ne zaman? , nerede giymiş?, merak edip fotoğraflayamamış ?, Atatürk’ ün giydiği kumaş niye Kırklareli’ de moda olmamış? Bu konuda, o kadar sorup soruşturmama karşın en ufak bir ize rastlayamamış olmanın derin üzüntüsünü yaşamaktayım
Bu yazımda da bir kez daha iç çekerek toplumumuzun unutulan bir hatta iki değerinden kısaca söz ettim. Tabii ki gidenler tekrar geri gelmezler. Ama hiç olmazsa  şu anda elimizde olan değerlerimizin su gibi elimizden akıp, gidip yok olmamasını sağlayacak önlemleri akıl önderliğinde,  bilim ışığında ele alalım demek istedim Yoksa çocuklarımıza, torunlarımıza, paslı demir çubuklar ve çimento artıklarından başka övüneceğimi,  göstereceğimiz, hiç bir şeyimiz kalmayacak.
Ahmet Rodopman
Kaynakça:
1 - http://xn--diyarbakrlolu-62b0yc.com/kececiligin-dunu-bugunu/
2 – EFSANEDEN GERÇEĞE KIRKLARELİ . NAZİF KARAÇAM.Kırklareli 1995 
3 -  http://www.anamurunsesi.com/kultur/dokumalar/sayak.htm#:~:text=Koyun%2C%20kuzu%20y%C3%BCn%C3%BC%20kullan%C4%B1larak%20atk%C4%B1s%C4%B1,(Bir%20%C3%A7e%C5%9Fit%20ceket)%20kuma%C5%9Ft%C4%B1r.&text=Bu%20kuma%C5%9Ftan%20yap%C4%B1lan%20elbiseler%20uzun%20s%C3%BCre%20eskimez.
4-  SEDEF ACAR -YÜNLÜ GİYSİ TASARIMINDA BÖLGESEL KEÇELEŞTİRME YÖNTEM VE UYGULAMALARI- Sanatta Yeterlilik Tezi . İzmir 2010

20 Şubat 2021 Cumartesi

HALK BİLİMİ (FOLKLOR) AÇISINDAN CEMRE ve DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Ahmet Rodopman 
Bir çoğumuzun çocukluklarında evinde, mahallesinde kış bitimine yakın, soğuklardan bıkan insanların büyük bir özlemle bekledikleri, ve neredeyse peşinden koştukları bir iklim döngüsünün hissedilen ancak görünmeyen yanıdır CEMRELER. Özellikle kırsal kesimde yaşayanların geleneksel takvimlerinin çok önemli öğeleridir. Türk toplumlarının Orta Asya’ dan beri yaşamlarına yön veren, senenin ekim yaptıkları ürünlere bağlı olarak yapılacak işlerin belirlenmesini çok önemsemişler Ve ustaca doğanın evrensel ritmi ile barışık olarak ta hayatlarını sürdürmüşlerdir. Bu büyük geleneğin bölük, pörçük, parçalı, yamalı şekli bizim çocukluğumuza kadar ailelerimizde sürdüre gelinmiştir. Rahmetli anneannem, babaannem sonra annem ve babam iklim, gök, bulutlar ve rüzgarlarla ilgi bildiklerini bazen tekerleme, bazen özlü ve güzel söz olarak tekrarladıklarından kulaklarımıza küpe olmuşlardır. Atalarımızın yılı Kasım ve Mayıs(Hızır) ayları olarak ikiye ayırmaları olduğu gibi İlkbahar beklentisini de Kasım aylarının zorluklarından olsa gerek 100. Gününden sonra iple çekerler gibi sözcükler ve manilerle de sıkılan canlarını eğlemeye çalıştıklarını sözcüklerinden anlıyoruz. Rahmetli anneciğimin her gün Saatli Maarif Takviminin sayfasını koparırken Kasım gününü de yüksek sesle söylemesinin elbette bir nedeni vardır diye düşünüyorum. Bizim takvimimizde 1 Kasım da başlardı çoğu kez. Kasım ayı ile birlikte genellikle Kırklareli de havalar değişir, artık güneş eskisi gibi ısıtamaz rüzgarlar daha sert ve üşütücü esmeye başlarlar, gökyüzünde gri bulutlar her an yağmurun yağabileceğinin müjdecisidirler. Kışlık dediğimiz yünlü giyecekler ortaya çıkar, sobalar kurulmadı iseler kurulur, odun kömür alınmadıysa alınır ve günler sayılmaya başlanır. Kasım 1-10-20-30-40-50-60 artık kış iyice kendini hissettirmeye başlamıştır. Kasım günlerinin üçte biri bitirilmiş, yeni yıl da gelmiştir. Uzun kış geceleri ve kısa gündüzler yaşanmaktadır. Kışın ve soğuklarının en derinden hissedildiği günler, geceler geçmektedir bir bir . Böylece 70.-80. Günler sayılır. Ve doğa ile söyleşmeler başlar.
‘’80 ile 90 arası ayı bile ininden çıkmaz’’ derler. Herkes evinde veya işinde soğuk günlerin geçmesini bekler(çiftçiler hariç) 90. Günler yaşanmaya başlayınca Kış aylarının yarılanmış olmaları nedeniyle insanımızda neşe ve umut beslemeye başlar manilerinde. Bu söyleşiler ilkbahar özleminin yanı sıra, artık tükenmeye yüz tutan kışlık erzağın, yakacak odun kömürün bitmesinden duyulan tedirginlikde sezilir. ‘’90 Yüzü koksam’’, Ocak ayı bitmiş, zor günlerin büyük bir kısmı gitmiş, olduğu için ilkbaharın kokusu gelmeye başlamıştır. uytu yerlerde nergis gibi çiçekler açmıştır. ‘’100 Önümüz düz’’, Şubat ayının yarısına gelinmiştir, havalar soğumuş olmasına karşın hükmü az artık denilerek bir süre daha sabredilir kış şartlarına. ‘’110’’ Tarlaya Kon’’ evet işte yazın habercileri leylekler görünmüştür havada. Döne döne geçen yıldaki yuvalarını aramaktadırlar. İnsanlar evlerinden çıkmaya başlamışlar, hatta leylekleri hava da görenler bu sene çok gezeceklerini düşünerek sevinmektedirler. Balkan’ lıların çok iyi bildikleri gibi, Mart ayına erişmenin hoşluğu ile genç kızlar ve kadınlar Martaniçka denilen kırmızı ipleri bilezik gibi bileklerine geçirirler. Çiti, çubuğu olanlar bağlarına, bahçelerine giderek, hazırlıklara başlarlar. ‘’120 Yuva ya kon’’ insanlar yıl boyunca kendileriyle uğraşmaktan bıkmış olacaklar ki baharla birlikte gelen leyleklere de yol göstericiliğe soyunmaktadırlar.
‘’130 Evde yok uz’’ Sıkıldık artık evlerden, kırlara, bayırlara gidiyoruz fışkıran doğayı görmeye. Çocuklar atmıştır kendilerini sokaklara. ‘’140 Kırkbir otu zamanı’’ Kırk bir çeşit ot toplamaya çıkıyoruz kırlara. Kasım 140 ile 150 arasında 21 Marta denk geldiğinde İlkbahar Ekinozu kutlanacaktır. Bugün, gün ile gece süreleri eşitlenmiş, artık geceler kısalırken günün güneşli günleri uzamıştır.
‘’150 Yaz Belli’’ Evet beklenen Yaz artık iyiden iyiye kendini göstermeye başlamıştır. Toprak uyanmış, soğuklar hükmünü kaybetmiş, tarla, bahçe işleri çoğalmıştır. ‘’180 Hıdrellez geldi hoş geldi ‘’ Çoluk çocuk koca bir kışın bittiği, sağlıkla yaza kavuşulduğu için koşup eğlenmeyi hak ettikleri için herkes kendine göre coşup, dinlenmeyi hak etmiştir. Bitmez tükenmez yaz koşturmaları için moral tazelenmelidir. 
Artık bu ritüeller Kırklareli’ de ne kadar devam ettiriliyor bilemiyorum. Gerçi belli köy ve kırsal kesimlerde sürdürülen yerler olduğunu duyuyoruz. Ne yazık ki insan topraktan koptukça, gelenek ve göreneklerinden de uzaklaşıyor. Ancak dünya belli ritmi ile dönmesini hiç  bırakmıyor. O ritimdir ki hepimizin dünya üzerinde yaşayabilmemizi sağlıyor. İşte bu dönme sürecinde, gözle görülmeyen, elle tutulmayan, haritalarda bulunmayan, ama doğanın insanlara hissettirdikleri ile anlayıp, anlamlandırabileceğimiz Cemreler düşüyor bir biri ardı sıra.O cemreler ki, havaların suların ve toprağın artık ısınmaya başladığını, çiçeklerin açma böceklerin uçma zamanlarının geldiğini bildirmektedir yaşayanlara. Ateş, kor, köz benzetmesini çok uzun yıllar öncesi ecdadımız yapmış ve Şubat Ayının 19-20 sinde ilk Cemre’ nin Havaya düştüğünü yani havanın önce ısınacağını, ikincinin 7 gün sonra Şubat Ayının 26-27 sinde suya düştüğünü yani artık sularında ısınacağını belirtirken, üçüncü Cemrenin de yine 7 gün sonra 4-5 Mart ta toprağa düşeceğinin bilgilerini vermişlerdir bizlere.
Cemre ,le ilgili değişik insan topluluklarının çok farklı inanışları ve bağlı olarak ta kutlanışları vardır. Gerek Türk gerek Moğol, Çin, Yunan, Arap toplumlarının da kendilerine has kullanımlarını uzun uzadıya burada anlatmaktansa, Halk Bilimi bölümümüz de ayrıntılarına değineceğimiz için burada sadece bugün Cemrelerin düşmeye başladıklarından söz etmeyi yazıyı daha fazla uzatmamak bakımından yeterli görüyorum. Cemreler düşerler, yine düşerler, yine düşerler. Ama biz özellikle yaşlılar düşmemek için çok dikkatli olmalıyız. ‘’Belli bir yaştan sonra insanın en iyi arkadaşı bastonudur’’ sözü çok doğruymuş ama insan bunu geç anlayabiliyor. Birde düştüğü söylenen şu cemrelere de bir çift sözüm olacak.’’ Yok öyle paldır küldür düşmek gökten. Oralardan insanlığa, iyilik, doğruluk, güzellik ve yararlılıktan yana hasletler getirip kalplerimize girin. Hepimize sağlık, mutluluk, huzur ve umut getirin.’’

17 Şubat 2021 Çarşamba

MİLLET MEKTEPLARİ(CUMHURİYET DEVRİMLERİNİN YETİM KALAN TEMEL TAŞI)-2

Ahmet Rodopman 
                                                                   
Mustafa Necati Uğural’ ın onca uğraş vermesine karşın eserinin başarısını görememesinde pek çok neden vardı, ömrünün yetememesinin yanında. Belki projenin başında olabilse idi, amaçlanan hedefe ulaşılamadan vazgeçilmezdi. Çünkü Mustafa Necati’ nin 1928 yılın da Büyük Millet Meclisin yaptığı aşağıda ki konuşmasında sözünü ettiği çizgiye hala gelinememesinin altında yatan nedenlerin iyi anlaşılması gerekiyor.’’Bir gün Büyük Millet Meclisi karşısında, herhangi bir eğitim bakanı zorunlu eğitim çağındaki çocuklarımızın hepsinin okumakta olduğunu ve her köyde bir okul ve öğretmen bulunduğunu söylemek mutluluğuna kavuşursa, o zaman Cumhuriyet ilköğretimde çizmiş olduğu hedefe varmış olacaktır’’ ne yazık ki günümüzde eskiden yapılmış köy okullarını dahi işlevsiz hale getirip köyleri öğretmensiz bırakmanın acısını yüreğimizde yaşıyorsak toplum olarak sınıfta kalmamış olsak ta zayıf notla geçerek yıllarımızı heba etmiş olduğumuz anlamına gelmektedir. 21. Yüzyılın ilk çeyreğini bitirirken okuma yazma bilmeyenlerin oranının toplumun ortalama % 3,05 ini oluşturduğunu görmek yurdunu seven herkesin üzüntüsü olmaktadır. Yaklaşık 2.5 milyon yurttaşımızın hala okur yazar olmaması, bunun da büyük kısmının kadın nüfusunu oluşturması, toplumun geleceğinin çokta parlak olamayacağını göstermektedir.
Oysa 1928 yılının koşullarını düşünecek olursak, pek çok yere para harcamayıp toplumun bir an evvel çağdaş uygarlığa erişebilsin diye okur yazarlığının geliştirilmesi için yapılması gerekenleri şimdi gözden geçirdiğimizde, kurtuluş savaşı sonrası yeni kurulmuş bir Cumhuriyetin, bu konuda yaptıkları sanırım pek çoğumuzun gözlerini yaşartacaktır. 
Cehalet canavarı ile  mücadelenin bir farklı şekli olarak düşünülen Millet Mektepleri projesinin uygulamasına geçilirken okul çağını geçmiş yetişkin kadın ve erkeklerin (16-45 yaş) öncelikle hızlandırılmış okuma yazma kursu şeklinde düşünülmüştür. Çıkarılan ilk yönetmelikte de bu açıkça belirtilmiştir. A ve B grubu olarak sınıflar iki ye ayrılmıştır. A grubu sınıflarda, hiç okuma yazma bilmeyenlerin,  4 aylık bir eğitimden geçirilerek, temelden harflerin yazılış ve okunuşları belletilirken, gazete ve kitap okuyabilecek kadar okuryazarlığın yanı sıra basit dört işlem yapmayı ve para hesabını da öğrenmiş olarak diplomalarını almaları amaçlanmıştır. B Grubuna ayrılanlar ise, Eski Türkçe olarak bilinen Arapça harflerle yazıp okumayı bilenler olup, 2 aylık bir eğitim süresini tamamladıktan sonra okur yazarlık belgesini alabileceklerdi. Hatta çıkarılan duyurulara göre 1931 yılından itibaren okur yazar olmayanlara iş edinebilme, işe girebilme, muhtarlıklardan itibaren seçilme haklarının kısıtlanacağı gibi söylemlerle insanlar büyük ölçekte dersliklere okuma yazma öğrenmek için kayıtlarını yaptırmaya başlamışlardı. 
İlk yıl oldukça büyük bir heves ve heyecanla kurslar sürmüş, bu okuma yazma seferberliğini toplumun büyük bir kesimi  desteklemesinin yanında bir çok resmi ve sivil kurum ve kuruluşlar da yardımlarını esirgememişlerdir. Büyük harflerle yazılmış gazete, dergi ve kitaplar yayınlanmış, halkın okuma tutkusu geniş bir şekilde desteklenmiştir. Bir yılın ardından beklenildiği kadar olmasa da 600.000 kişiye yakın kadın ve erkek okur yazar olup diplomalarını almıştır. 20.487 derslikte hizmet verilmiş, öğretmen sayısı yeteri kadar olmayan yerlerde, emekli öğretmen ve memurlardan yardım alınarak sıkıntılı ama başarılı olarak ilk yıl atlatılmıştır. Sürekli olarak gezen müfettişlerden ve öğretmenlerden alınan bilgilere göre, eksiklikler ve yapılması gerekenler belirlenmiş, 1929 eğitim yılı başlamadan ikinci bir yönetmelik çıkarılarak aksayan yönlerin düzeltilmesine gidilmiştir.
Bu yeni yönetmeliğin farklılığı; A Grubu yine ayni şekilde hiç bilmeyenleri kapsamasının yanı sıra, B Grubu, eski yazıyı okuyup, yazmasını bilenler ve A Grubunu başarıyla bitirenlerden oluşturulması idi. Ayrıca yeni yönetmeliğe göre, B grubuna okuma yazma bilenler geldiği için, derslerde daha çok çağdaş bir insan için gereken, temizlik, sağlık, insan ilişkileri, yurt bilgisi gibi vatandaş olmanın hak ve sorumlulukları da öğretilmekteydi. İkinci yılda öğretim daha sistemleştirilmiş, öğretmen ve öğreticiler daha bir deneyim kazanmış oldukları için daha verimli olduğu belirtilmiştir. Bundan sonra ki yıllarda da sürdürülen millet mektepleri, Türkiye deki pek çok yeni kurum ve kuruluş gibi 1930 yılından sonra gerek yetkililer, gerekse halk tarafından önemsenmemeye başlanmış, giderek gözden düşerek işlevsiz hale gelmişlerdir. 1935 yılında da okur yazarlık oranı % 20.5 i bulunca kaldırılmamalarına rağmen Ulus Okulları adı ile faaliyetlerine kısmen ve bölgesel olarak devam etmişlerdir.
Yurdun her tarafında, kentlerde ve köylerde hizmet veren Millet Mektepleri; Sabit Millet Mektepleri, Seyyar Millet Mektepleri ve Özel Millet Mektepleri olarak sınıflandırılmışlardır.Sabit Millet Mektepleri, bölgede bulunan ilkokulların binaları gece öğretimi için düzenlenmiş, sınıflar kah karışık, kah kadın, erkek ayrı ayrı ayarlanarak, çocuğunu bir yere bırakamayan kadınlar için bile ders süresince bebeklere bakacak bir hizmetlinin hazır bulunmasına özen gösterilmiştir.      Seyyar Millet Mektepleri genellikle öğretmen olmayan veya öğretmen için kalacak yer bulunamayan kırsal kesimlerde, öğretmenin gerekli tahta, tebeşir, defter, kitap gibi eğitim araçlarını yanında getirerek, köy odası, muhtarlık, cami gibi kamuya ait mekanlarda derslerini vermesi sağlanmıştır. Özel Millet Mektepleri ise, banka, belediye, fabrika, çiftlik gibi 20 kişiden fazla katılımcının olduğu yerlerde okuma yazma öğretecek olan öğretmenin her gün veya haftanın belirli günlerinde söz konusu mekana gelip derslerini vermesi sağlanmıştır. Her dönem sonucunda yapılan sınavlarda başarılı olanlara başarı belgesi verilmekte, eğer dışarıda bireysel gayreti ile okuma yazma öğrenen kişiler varsa onlarında bu sınavlara girerek, başarılı olmaları halinde, başarı belgeleri kendilerine verilmiştir. Bu belgeler o günler için çok önemlidirler. İşe girişlerde, iş yeri açılışlarında bu diplomalar aranmakta, diploması olmayan, okula yazılmayanlar saptanırsa o güne göre azımsanmayacak bir para cezasına çarptırılmaktadırlar. Zaten özellikle erkeklerin daha fazla katılmalarının nedeninin de,  korkulan bu para cezalarından olduğu söylenmektedir. Bu kurslar genellikle tarımsal işlerin nispeten az olduğu kış aylarında yapıldığı için kırsal kesimde iş gücü kaybına neden olmamaktadır.
1928-1935  yılları arasında gerçekleştirilen Millet Mektepleri projesi, nüfusunun % 97-98i okuma yazma bilmeyen, art arda yapılan savaşlardan yoksul ve sağlıksız çıkan, ortaçağ kalıntısı yıkılmış bir imparatorluktan sonra kurulan yeni Türk Devleti için ne denli güç olduğunu şimdi, şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Her şeyin üstüne birde İkinci Dünya Savaşının ayak sesleri yurda yaklaşırken, yıkılan imparatorluğun bıraktığı borçlarında ödenme zamanının gelmesi, kıt bütçelerle böylesi büyük projelerin altından kalkılmasının ne kadar zor olduğunu anlamamıza yeter. Aydınlanmaya karşı olan bir kesimin Milli Mektepler girişimlerini başarısız gibi göstermelerinin art alanında, Yeni Türk Alfabesine geçişten hoşlanmamalarının yazı sıra, bir takım küçük hesapları nedeniyle halkın geniş kesiminin okur yazar olmalarının kişisel hesaplarına zarar vereceklerini düşünmelerinden kaynaklandığı zaman içinde açıkça görülmüştür. Yaklaşık 6 yıl gibi bir süreçte 13.5 milyon olan toplam nüfusumuzun okur yazarlık oranının %2.5 den,% 20.5 e çıkarılmış olması bile başarının matematiksel olarak değerini göstermektedir. Bu oran Avrupa ve diğer gelişmiş ülkeler dışında diğer imparatorluk kalıntıları olan din ve tarım ülkeleri arasında oldukça yüksek bir oran olarak  karşımıza çıkmaktadır.
Millet Mekteplerinin Kırklareli özelinde ki anlamına değinecek olursak.  150 yıl kadar süren savaşlar sonrasında, kaybedilen insan ve topraklar bir yana yoksullaşan halkın cahilliği yanı sıra, bir de Balkanların değişik yerlerinden kaçıp gelen insanların ilk yerleştikleri yerlerden biri olan Kırklareli halkının okur yazarlık düzeyi oldukça düşük seyrederken, 6 yılda % 20.5 seviyelerine çıkarak Trakya’nın en yüksek okur yazarlık oranın yakalaması ayrı bir sevinç kaynağı olmuştur. Kırklareli vilayeti olarak, il, ilçe, kasaba, köy halkı olarak büyük bir kesim okullaşma seferberliğine gönüllü katılmıştır. Zamanın vilayet yöneticileri insan üstü sorumlulukla geceli, gündüzlü çalışarak, yöre halkı, sırtında taş taşıyarak, kızı, kadını kolundaki bileziği bozdurarak, eğitim seferberliğine yaptıkları katkıları sayesinde cehaletin Kırklareli’ de yok edilmesi için elden gelen her şeyi yapmış olmanın onurunu taşımaktadırlar. Kırklareli de bildiğimiz kadarı ile Koca Hıdır, Ahmet Mithat, Ziya Gökalp, Tevfik Fikret gibi ilkokullarda geceleri sürdürülen Milli Mektepler Projesi oldukça başarılı olmuş, özellikle göçmenlerin okuma yazmayı öğrenme istekleri zamanın yetkilileri tarafından takdir edilmiştir. Vilayetin ilçelerindeki yetkililer de yörelerinde öz verili ve bilinçli çalışmalarla yeni Türk Alfabesinin yerleşmesi ve okur yazarlık oranlarının artmasını sağlamışlardır. Şu anda elimizde hangi köylerimizde nasıl bir çalışmanın yapıldığını gösterir belgeler ne yazık ki çok az. Ancak konumuz resimlerinde de görülebileceği gibi Köfcaz, Elmacık Köyü gibi merkezden nispeten uzak köylerde yapılan eğitimlerden bir hayli başarılı  sonuçlar alınmıştır. Zaman içinde diğer köylerimizden de ayrıntılı bilgilerin derleneceğini ümit ederim. Her ne olursa olsun, 92 yıl önce başlatılan böyle büyük bir projenin ardından ülkemde hala ortalama % 3.05 oranında okuma yazma bilmeyenin olması beni fazlasıyla üzmektedir. Hatta Kırklareli % 2.5 oranıyla üst sıralarda olmasına karşın, Güney Doğu Anadolu da ki illerimizde bu oranın % 9-10 lar da olması 92 yıl önce başladığımız bu okur yazarlık seferberliğini çok iyi başaramadığımızı gösterdiği için bunda sorumluluğu olan herkesin de, kendi muhasebelerini yapıp,hatalarını ortaya çıkarmaları gerektiğine inanıyorum.
Kaynakça:  
Mustafa Şahin. Bir Halk Eğitim Çalışması Örneği Olarak Millet Mektepleri . https://dergipark.org.tr/en/pub/cttad/issue/25523/269203. MLA, Şahi̇n, M 
Nazım Mutlu.Öğretmen Dünyası Dergisi . https://add.org.tr/mustafa-necati-ve-onun-ba%C5%9Fyapiti-millet-mektepleri/
https://www.halk-egitim.com/turkiyede-illere-gore-okur-yazar-sayilari-oranlari-nedir/
https://www.dogrulukpayi.com/bulten/2018-de-kadin-istatistikleri
https://www.pegem.net/Akademi/kongre_detay.aspx?id=4315

15 Şubat 2021 Pazartesi

MİLLET MEKTEPLERİ( CUMHURİYET DEVRİMLERİNİN YETİM KALAN TEMEL TAŞI ) - 1

Ahmet Rodopman 
                                             
Genç Türk Cumhuriyetinin ilk 10 yılında, ardı ardına Devrim niteliğinde bir çok yenilik ve değişiklikler yapılmış olmasına karşın toplumu en çok etkileyen ve  çağdaş uygarlık yoluna sokan en önemli yenilik ise Tevhidi Tedrisat Kanunu’ olmuştur. ‘’Öğretim Birliği Yasası’’ olarak bildiğimiz bu yasa ile, ülke bütününe yayılmış olan, Şeriye ve Evkaf Vekâletine bağlı bütün medreseler, mahalle mektepleri, tekke ve şeyhlere bağlı mektepler, yabancıların kiliselerinde ve onlara bağlı yerlerde açılmış olan tüm yabancı okullar, - yani, misyoner okulları- Maarif Vekâletine bağlanmış, eğitimde birlik sağlanmıştır.
3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ayrıca tekke ve zaviyelerin kapatılması, dinsel olduğu düşünülen okunup yazılması oldukça zor olan Osmanlı harflerinin kaldırılıp Harf Devrimi’ nin yapılması gibi diğer bazı Atatürk devrimlerinin gerçekleşmesi için de altyapıyı oluşturmuştur. Özellikle mübadele (Yunanistan ile yapılan değiş tokuş) ile okur yazar olan gayrı Müslimlerin ülkeden ayrılması sonucunda ülke çapında okur yazarlık oranı bir hayli düşmüş, 1923 de % 2.5 oranına kadar gerilemiştir. Özellikle kent merkezlerinde açılan okuma yazma kursları ile bu oran biraz olsun arttırılmaya çalışılmış ise de, kullanımda olan eski yazının özelliği gereği, öğrenilmesi  ve yazılması bir hayli zor olması nedeni ile büyük bir ilerleme sağlanamamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında görev alan Maarif Vekilleri ve Milli Eğitim Bakanları özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ ün eğitim ve öğretime verdiği büyük öneme bağlı olarak, ulusun okur yazarlığını geliştirme adına önemli çalışmalar yapmış olmalarına karşın, yeterli bir başarı sağlanamamıştır. Ne yazık ki o zaman okur yazarlık; ismini okuyup, yazma, imzanı atma, para sayma ve hesap yapmanın ötesine geçememiştir.
Atatürk, bu konu üzerinde bir hayli çalışmış, projeler geliştirmiştir. Osmanlı İmparatorluğunda 1870 li yıllardan başlayarak Türkçe harflerle okur yazarlık denemeleri yapılmış ancak başarılı olunamamıştır. Hatta  bu girişimleri örnek göstererek karşı çıkan zamanın başbakanı İsmet İnönü’ yü Yeni Türk Alfabesine  geçiş aşamasında bizzat Mustafa Kemal Atatürk ikna etmekte bir hayli uğraşmıştır. 20 Aralık 1925 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı görevini üstlenen Mustafa Necati Uğural, Türk Eğitim ve Öğretiminin yenileştirilip, iyileştirilmesi ile ilgili bir çok çalışmalar yapmıştır. “Maarif hizmetinde asıl olan öğretmenliktir” hükmü ile  öğretmenlere  toplumda hak ettikleri önemin gösterilmesi için gerekli yasal maddi ve manevi özlük hakları düzenlemeleri yanında, yeniden ilk okul programları yapılmıştır, İlk ve orta öğretimin parasız olması ve kitapların bakanlıkça bastırılması gibi bir çok kalıcı düzenlemeler yapılmış, yeni öğretmen okulları açtırılarak, nitelikli öğretmen sayısının hızlıca arttırılması sağlamıştır. Bugün bazı öğretmen okullarına adının verilmesi, onun insanüstü bir gayretle eğitim konusunu ele almasından hatta hastalığının farkına dahi varacak zamanı kendisine ayırmayıp, halkın okur yazarlığına adanan bir ömür sürmesinden kaynaklanmıştır. Öyle ki, 24 Kasım 1928 günü Atatürk tarafından açıklanan Yeni Türk Harflerine geçiş sürecinde, Yurt düzeyinde açılması programlanan MİLLET MEKTEPLERİ ile ilgili geceli gündüzlü çalışmasında, sona gelindiğinde, duyurulduğu gibi 1 Ocak 1929 tarihinde yapılacak açılışına, o gece apandisiti patlayarak ölmesi nedeniyle katılamamıştır. Onca emeği geçen, başından sonuna değin planlayıp, programladığı ve yürürlüğe konulacağı gün aramızdan ayrıldığı için de Millet Mektepleri gibi çok önemli bir Ulusal proje, onu düşünüp, hayata geçireni yani babasını kaybettiği gün, yetim olarak doğmuştur. Bunun eksikliğini ilerleyen zaman sürecinde, canı gönülden destekleyip, yürütenin olmayışı nedeniyle güdük kalışından anlıyoruz. Buna karşın 5-6 yıl içerisinde ülke okur yazarlığını 7-8 kat arttırmış % 20.5 lara çıkartmıştır.
Sözünü ettiğimiz yıllar ülkemizin en zor, yoksul ve insansız yılları. Yapılan savaşlar, yıkımlar, yakmalar, yok olmalar ve sayısız şehit bir o kadar da gazi, devletin eline geçen para, ancak zorunlu giderlere yetiyor. Buna karşın eğitime en büyük pay ayrılıyor. okullar yapılıyor, öğretmen yetiştirilmeye çalışılıyor, çocukların eğitilmesinin yanı sıra büyüklerin de okuma yazma öğrenmeleri için çareler araştırılıyor. 
Atatürk halkın eğitim eksikliğini ilk saptayanların başında geliyor. Ve bu sorunu gidermek için harekete geçiyor. Kurtuluş Savaşının kazanılacağına öylesine inanmış ki, daha I. İnönü Savaşının ardından hemen eğitim ile ilgili bir konsey oluşturuyor. Ve Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurulmasının hemen ardından 1924 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ n den o günlerin en ünlü eğitim tasarımcılarından olan Prof. John Dewey’ i getirtmiş, ülkenin eğitim düzeyini ve yapılması gerekenleri bir raporla bildirmesini istemiştir. Ancak Türkiye’ nin örnek alabileceği bir sistem bulunamadığı için bu konuda da ilerlemenin modelini uzun uzun düşünüp tartıştıktan sonra, kısmen Danimarka’ da uygulanan Halk Okulları modelinden esinlenerek, ülke koşullarına uyarladığı, Millet Mektepleri, Eğitim Seferberliği, Halk Evleri , Türk Ocakları gibi projeleri sırasıyla yürürlüğe koymayı planlamış olduğunu anlıyoruz. En temel değişimlerden birincisi olan Millet Mekteplerini’ de yakın arkadaşlarının bile itirazlarıyla gecikmesine karşın, 1925 yılında Milli Eğitim Bakanlığına getirdiği Mustafa Necati’ nin konuyu benimsemesi ve heyecanla yürütmesi sayesinde, Yeni Türk Harfleri’ ne   geçiş ancak 1928 yılının son aylarında uygulanmaya konulabilmiştir. Bir çok şehre Atatürk bizzat kendisi gidip, kara tahta başında yeni harfleri gösterip, öğretmeye başladığı için de kendisine en büyük payelerden olduğunu söylediği BAŞ ÖĞRETMEN namı verilmiştir.
Kırklareli’ nin Millet Mektepleri konusunda ki önemi, o dönemde vali olarak atanan çok değerli kişilerin (Ahmet Durmuş Bey (1926-1930), Mustafa Arif Bey(1930-1932), Mehmet Faik Üstün (1932-1936) art arda görevlendirilmiş olması ve insan üstü bir gayret ile Atamızın çok önemsediği eğitim projelerini sürdürmeleri ile Kırklareli’ nin o yıllarda Trakya’ nın en yüksek okur yazarlık düzeyini yakalamasını sağlamışlardır. Kırklareli’ de yürütülen bu eğitim alanında ki gelişmeler zamanın Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’ nin de dikkatini çekmiştir. 1927 yılında Kırklareli’ ye bizzat gelerek, şehrimizin eğitim abidesi olan ve pek çoğumuzun okuduğu Yayla da ki eski Rum okulunu Ortaokul olarak açmıştır. Gerek  halkın, gerekse yöneticilerin özverili çalışmaları ile bütün köylerde imece yöntemi ile okullar ve yolların yapıldığını görmüş olmanın sevinci ile ayrılmıştır. Bu sevinçle Ankara’ ya dönen Mustafa Necati bir yıl kadar sonra çıkarılacak Millet Mektepleri’ ne de Türk toplumunun samimiyetle sarılıp, cahillikle mücadelenin kazanılacağı müjdesini de almış oluyordu.
Burada, insan üstü bir gayret ile çalışarak Millet Mektepleri Projesini en ince ayrıntılarına kadar planlayıp programlandıran ve hayata geçirileceği gün ne yazık ki ömrü vefa etmeyip görevi başında hastalanıp hayata gözlerini yuman unutulmaması gereken büyük devlet adamı Mustafa Necati’ yi anmak adına bu ülke için yaptıklarının bir kaçını yazmadan geçmek istemiyorum. 1894 yılında İzmir’ de dünyaya gelen Mustafa Necati İstanbul’ da  Hukuk Eğitimini aldıktan sonra İzmir’ e gidip avukatlık mesleğine başlar. Ancak zaman kötüdür ve Yunan Kuvvetleri yurdu işgal etmek üzere İzmir’ e çıkmak üzeredir. Bir gün önce Bahribaba Parkında İzmir’ li hemşehrilerine Anadolu’ ya çıkan düşman güçlerine direnme çağrısında bulunmuş, arkasından kimse gelmese de bunu tek başına yapacağını bildirmiştir. Bu toplantıyı haber alan Yunan askerleri onu her yerde aramış, bulamayınca avukatlık bürosunu yağmalayarak intikam almak istemişlerdir. İyi bir teşkilatçı olan Mustafa Necati, ele geçirilmeden İzmir’ den ayrılmış, Balıkesir dağlarında direniş güçlerine katılarak gerek Yunan, gerekse Çerkez Ethem güçlerine karşı göğüs göğse savaşmıştır. O günlerde arkadaşları ile birlikle çıkardıkları ‘’İzmir’ e Doğru’’ adlı gazetede, ulusumuza yapılan bu alçakça saldırının mutlaka durdurulacağını, düşman güçlerinin püskürtülüp, geldikleri limana döküleceğini yıllarca önceden müjdelemişlerdir. Direniş, Zaferle sonuçlandıktan sonrada, elinden silahını bırakıp, kaleme ve hukuk disiplini ile devlet yönetimine sarılmıştır. Çok genç yaşında hükumetlerde bakan olarak görev almış, o günler için en kritik bakanlıklarda, görevini büyük bir titizlik ve hakkaniyetle yapmıştır. Önce Mübadeleden sorumlu İmar –İskan Bakanlığı, sonra Adalet Bakanlığı ve son olarak ta Milli Eğittim Bakanlığını başarıyla yürütmüş, ancak okuma-yazma seferberliğinin de en önde savaşan askerlerinden olmak istemesine karşın ömrü vefa etmemiş, yorgunluktan mı ? heyecandan mı? bilinmez, bir gece önce hastalanarak vefat etmiştir. Onun için ben de bu yazımda çok önemsediğim Millet Mektepleri projesine ‘’Ülkemin Yetim Doğmuş Temel Taşı’’ başlığını vermeyi yeğledim.                                                                                                            
Hepimizin okurken pekte farkına varmadığımız ancak, kendi eğitimimiz ve yurttaşlarımızın cahillik ve yoksulluktan kurtuluşu bakımından önemli gördüğüm,  yaptığı çalışmaları ve başardıklarını da bir kaçını yazıp asıl konumuza geçmek istiyorum. 
*Tüm yurttaşların eğitim hakkına kavuşturmak için, olanakları seferber etmek.                                                                  
*Öğrencilerin yeteneklerine ve isteklerine göre okuyabilmelerini sağlamak;                                                                                     
 *Tüm köyleri en kısa sürede ilk okula kavuşturup, parasız ilköğretimi herkese ulaştırmak.                                                  
 *Millet Mekteplerini açarak tüm yetişkinlerin temel eğitimden geçmesini sağlamak ve bunu planlamak;                                                                                                                                   
*Paralı yatılı okullar dışında kalan ortaokul ve liseleri ücretsiz duruma getirmek;                                                                       
*Paralı yatılı ortaokul ve liselerde öğrencilerin yarısına kadarını parasız yatılı okutmak;                                                           
 *Özellikle yoksul çocukların yatılı okuyabilecekleri kız  ve erkek sanat okulları, kursları açmak;                                                   
 *Eğitim giderlerini karşılamak üzere ayrı bir fon yasası çıkartmak (22.6.1927 tarih ve 1130 sayılı Maarif Vergisi Kanunu);                                                                                                                  
*Kimsesiz çocuklar (özellikle şehit çocukları) için merkez köylerde yatılı bölge okulları açmak;                                              
 *İlkokullarda  yoksul çocuklara beslenme olanakları sağlamak;                                                         
*Başarılı orta ve yüksek öğretim öğrencilerine ve mezunlarına yurt dışı öğrenim  bursu sağlamak. 

Resim 1 - Kırklareli Kofçaz İlçesi Elmacık Köyü Millet Mektebi Sınıfı
Resim 2 - Mustafa Necati Uğural - Milli Eğitim Bakanı(1894-1928)

(Devam edecek) 

31 Ocak 2021 Pazar

100 YIL ÖNCEKİ BİR FOTOĞRAFININ HATIRLATTIKLARI

Ahmet Rodopman 

Değerli arkadaşım Mehmet Akın Güre’ nin ‘’Hatırlamalısın Kırklareli’’ grubunun fotoğrafını değiştirdiğini gördüğümden beri, oturup bir şeyler yazmak istedim durdum. Bir türlü fırsat olmadı bitirip yayınlamaya. Bugün kendime söz verdim bitireceğim diye. Bu fotoğrafı yıllar önce ilk gördüğümde çok iyi yorumlayamamış, zaman ve mekan karmaşası içinde kalmıştım. Bence hala Kırklareli’ nin bir hayli eski olmasına karşın en güzel fotoğraflarından biridir. Fotoğrafın ait olduğu yıl oldukça tartışma yaratmışsa da, yaşanılan olayların kronolojisine bakılınca, söz konusu fotoğrafın 1928 ile1930 lu yılların başlarında çekilmiş olması ağırlık kazanıyor. Eski fotoğrafları yorumlamanın keyfi, definecinin hazine bulmasında daha fazladır demişti bu konuda uzman olan bir üstadım. Bunun içinde yer ve konu ile ilgili önce etraflıca bilgiye gereksinim olduğunu da ilave etmişti. Bu fotoğrafla başlayıp nerelere değin gidebileceğimizi hep birlikte görelim.
1 - Büyük Cami’ nin minaresi yarıya kadar yıkılmış. Tarihi bilgilerimiz bize 1912 Balkan Savaşında Bulgar güçleri tarafından top ateşi ile yıkıldığı bilgisini veriyor. Ve o yıllara ait bilinenlerden bir süre bu şekilde yıkık kaldığını anlıyoruz. Harptan sonra Kırklareli’ ye tekrar dönüşler, kıtlık ve yoksulluklarla geçen iki, üç yılın ardından I. Dünya Savaşı ve sonrasında Yunan İşgali derken tarih 1922 yi gösteriyor. Minareni onarımı 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulup, kendini toplayıncaya kadar da epey bir zaman geçiyor. Bu da 1930 ları buluyor.
2 - Bugün bir kısmı istimlak edilmiş, küçültülmüş olsa da, görünen ve kısmen ağaçlandırılmış büyük boş alan Kırklareli’ nin en merkezi yeri olan, Şevket Dingiloğlu Parkı. Peki her taraf evler ve dükkanlarla dolu iken burası nasıl bu kadar bol kalmış olabilir? Bunun oldukça uzun bir hikayesi var. Bu hikayeyi uzun uzadıya bir başka konuda anlatmaya çalışacağız. Ama her yerleşik yerin çok tanınmış, çok zengin, bunun içinde çok ünlü kişileri vardır ya. İşte 1870 ler den başlayarak Kırklareli’ nin de en meşhurlarından Rum asıllı Macaraki’ lerin Trakya’ nın olduğu gibi, Kırklareli’ nin de çeşitli yerlerinde çok sayıda taşınmaz mal varlığı bulunmaktadır. Macaraki ayni zamanda Avusturya Konsolos Vekili olması nedeniylede, pek çok yasal imtiyaza sahip bulunmaktaydı. Bu nedenle de çok farklı alanlarda ve olaylarda ismi geçmektedir. Bu büyük alanda , Bulgaristan, Romanya, Eflak, Boğdan ve Kırım’ a kadar giden yolun belli başlı konaklama yeri olan Menzil Hanı bulunmaktadır. Diğer küçük yol hanlarında bir, iki gece kalan kervanlar ve yolcular burada haftalarca kalabilirler, tüccarlar alış verişlerini yapar , mallarını yükler giderlermiş. Resimde parkın önünden geçen yolun altından o zamanlar açıktan akan dere geçmekte imiş, sonradan kapatılarak yol ve meydan yapılmış, Derenin hemen kenarında şimdi Yapı Kredi Bankasının olduğu köşeye doğru eski hamamlar bulunmaktadır. Hemen meydanın karşısında da camii ve çeşme, onun yanında ise Arasta ve diğer dükkanların bulunduğu bu şehir merkezi o yıllardan beri önemli bir kavşak noktası olmuştur.
Gerek ailesi, gerekse kendisi bile başlı başına birkaç konuda anlatılacak olan Muhittin Bey burada karşımıza çıkıyor. Ailesi Kırımdan gelen Trakya’nın en zengin ailelerinden Şair Mehmet Tevfik Bey Baba nın torunu, Şair Servet Bey Baba’ nın oğlu olan Muhittin Özenbaş 1915 yılında Kırklareli belediye başkanı oluyor. İyi yetişmiş, Mülkiyede okumuş olan Muhittin Özenbaş zorlu uğraşlar vererek Macaraki’ nin bu büyük Hanını istimlak ettirerek yıktırıyor. Ve bugün bile Cumhuriyet Meydanı olarak kullandığımız o zamana göre geniş bir alan oluşturmuştur. Geniş ufuklu bir aydın kişi olan Muhittin Bey o yıllarda İstanbul’ a gelen Avusturya’ lı mimara şehir planı yaptırmış ve aynı Avrupa şehirlerinde olduğu gibi ortada bir meydan, bu meydana açılan ve dairenin çevresinden dağılarak şehrin sonuna kadar giden yolları oluşturmuştur. Dikkat edilirse, hala Cumhuriyet Meydanına  açılan 7-8 cadde li bu sistem devam etmektedir. Ne yazık ki 100 yıl önce yapılabilmiş bu sistem, sonradan oluşan yeni Kırklareli’ de becerilememiş, son zamanlar da ise artan taşıt trafiğinden değil taşıt, insanların bile yürüyemeyeceği bir karmaşaya neden olunmuştur. Adı geçen kişilerin Kırklareli Tarihinde hayli ilginç öyküleri olduğu için burada değil de bir başka bölümde anlatılacağından biz yine parkımıza dönelim.
Menzil Hanının oldukça büyük olan alanına ilave olarak arkada ki evler ve bahçelerde, Kocahıdır İlk Okuluna kadar istimlak edilip yıkılınca düzlenip, eğime uygun olarak taraçalar yapılıp çeşitli ağaçlar dikilmiştir. Fotoğrafta  görülen genç Çınar Ağacı, şimdi yolun genişlemesiyle kenara kadar gelen tarihi Çınar ağacıdır. Hani bir dile gelse de anlatsa bize görüp, yaşadıklarını.
3- Fotoğrafın tarihini belirlememizde bize yardımcı olacak son işaretimiz Mustafa Kemal Atatürk’ ün sağlığında yapılan ender büstlerinden olan Atamızın heykeli gelmektedir. Zamanının en ünlü Heykel yapımcılarından olan Rahmi Artemiz’ in eseri olan bu büstün önünde yaptığımız kutlamaları, tutuğumuz nöbetleri ve anma günlerini biz yaştaki pek çok kişi hatırlarlar. Bu büstün yapılış tarihi de 1928 olduğuna göre, bizim fotoğrafımızın en erken 1920 li yılların sonunda çekişmiş olduğunu anlıyoruz.
Öykümüz henüz bitmedi. Ama, I.Dünya Savaşı bitti. Kırklareli bir beladan kurtulurken başka bir bela olan Mondros Mütarekesinden sonra, Osmanlı İmparatorluğunun dağılacağını anlayan bir avuç aydın yurtsever vatan savunması için çareler aramaya başlamışlardır. Muhittin Özenbaş da Trakya’da kurulmaya başlanan Müdafaa- i Milliye Cemiyetini’ nin ilk şubelerinden biri olarak, bir kaç arkadaşı ile birlikte Kırklareli’ de kurmuştur. Daha sonraları Trakya Paşaeli Müdafaii Hukuk Cemiyetlerine evrilecek olan bu direniş çalışmaları hızla yürürken, Yunan işgali başlamış, cemiyetin bir kaç gözü pek çalışanı ile birlikte Muhittin Bey, İstanbul’ a  gitmiş ve gerek maddi, gerekse manevi olarak Anadolu’ da başlayan kurtuluş mücadelesine silah ve mühimmat sağlama uğraşını vermiştir. Şevket Dingiloğlu ve cemiyetin diğer üyeleri de bütün evrakları kaçırıp Dereköy üzerinden Bulgaristan’ a sığınarak işgal yılların boyunca cemiyetin faaliyetini sürdürmüşlerdir. İşgal süresince Istranca Ormanlarına çekilen direniş güçleri, yurt dışına çıkanlar ile Anadolu’ da kurtuluş için savaşanlar arasında iletişimi sağlamış ve Yunan kuvvetlerine vur kaç şeklinde yaptıkları baskınlarla korku salmışlardır.Bu nedenle Yunan Kuvvetlerinin Anadolu’ ya geçip, Türk Birliklerine arkadan saldırma şanslarını kesmişlerdir. Böylelikle zor yıllar atlatılmıştır. Mudanya Mütarekesi sonrasında , yurtlarını , evlerini terk edenler yavaş yavaş geriye dönmüşler, hayat kaldığı yerden devam etmeye başlamıştır. Tabii ki Yunan İşgali sırasında kimsenin parkı görecek hali kalmadığı için, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte devlet kurumları oluşturulmuş, belediye başkanlığına 1922-1930 yılları arasında Şevket Dingiloğlu getirilmiştir. İşgal süresince yanıp, yıkılan şehrin yeniden yapılanması sırasında da yollar, binalar yapılırken Kırklareli’nin uzun yıllar boyunca en geçerli sosyalleşme alanı olan parkımızda yapılmış, düzenlenmiş ve kullanıma açılmıştır. Yıllarca sonra da yapılma aşamasında hayli emeği geçtiği için Şevket Dingiloğlu Parkı adı verilmiştir. O parkta 1920-1960 yılları arasında Kırklareli’ de yaşayanların kim bilir ne unutulmaz anıları vardır. İçimizde anımsayanlar var mı ?
KAYNAKÇA:
1 - Ali Rıza Dursunkaya . Kırklareli Vilâyetini Tarih, Coğrafya, Kültür ve Eski Eserleri Yönünden Tetkik. Cilt:1 ve Cilt:2’’. 1948. Kırklareli
2- Y.Mimar Zeynep Eres-TÜRKİYE’DE PLANLI KIRSAL YERLEŞMELERİN TARİHSEL GELİŞİMİ ve ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ PLANLI KIRSAL MİMARİSİNİN KORUNMASI SORUNU-DOKTORA TEZİ- 2007-İstanbul
3– Nazif Karaçam- Namazgah Caddesinin Gittiği Yer Çamlıktır Orası Tarihi Mekandır.Gazete Trakya
4- Nazif Karaçam –Milli Mücadele de Trakya-Gazete Trakya

28 Ocak 2021 Perşembe

KÖY ENSTİTÜLERİ GERÇEĞİ VE KEPİRTEPE ÖRNEĞİ-2

Akın Güre 

Geçen yazımda Köy Enstitülerinin kurulmasını hazırlayan sürecin  anlaşılmasını amaçlıyordum. Cumhuriyetin kuruluş günlerinden başlayarak eğitim meselesinin ekonomik sorunlar kadar önem taşıdığını görmüştük. Nüfusun çok büyük bir bölümünün (12 Milyon) köylerde yaşadığı ve köylerde yaşayan çocukların sadece %25'nin okula gidebildiğini hatırlayın. Okuma yazma seferberliği köklü değişimlerle birlikte başlamıştı. 1928 yılında Latin harflarinin kabul edilmesi buna yönelik bir karardı ve  geniş halk kesimlerine yönelik Millet Mekteplerinin açılmasıyla okur yazarlığın yaygınlaşması istenmişti. Köy Öğretmen okullarının açılması ile de köylerdeki eğitmen açığının kapatılması için gerekli adımlar atılıyordu. Daha sonra Köy Enstitülerine dönüşecek bu hareket eğitim sorunun çok yönlü bir  toplumsal dönüşüm boyutunda ele alınması  demekti. Bu konuda Milli Eğitim Bakanlığı'na kapsamlı bir rapor sunan Jhon Dewey'in de yazdıkları bu yöndedir. Konusunda yetkili bir uzman olarak tanınan Dewey'e göre toplumdaki  siyasi, ekonomik ve teknolojik değişimler eğitim siseminde bu amaca yönelik çabalarla mümkün olabilirdi. Dolayısıyla öğrencilere kazandırılacak olan yetenekler ve meziyetler toplumdaki mevcut sisteme karşı yeni görüşlerin ve değerlerin ağırlık kazanmasını sağlayacaktı. Köy okullarında görev alacak öğretmenler köy kalkınmsının öncüleri olacak şekilde, kültürel değerleri ve inançları da dikkate alarak  yetişmeliydiler.
Ancak kurulacak Köy Enstütüleri bu amaçların daha ötesine uzanan bir dinamizme sahiptir. Köy öğretmenlerinden beklenenler köyün sorunları ile sınırlı değildir. Nitekim İsmail Hakkı Tonguç'a göre asıl mesele ülkede yeni rejimi koruyacak  çağdaş bilince sahip  yeni bir nesil yetiştirme hedefidir. Cumhuriyet ancak böyle bir kuşağın çabalarıyla ayakta kalabilecektir. Böyle bir eğitim hedefi aynı zamanda köy ile kent arasındaki farklılaşmayı da azaltacak, toplumsal bütünleşmeyi sağlayacaktır.  
Bu nedenledir ki Köy Enstitüleri ile başlayan dönem eğitimde yeni bir açılım olarak görülür. Tonguç'a göre gerçekçi bir eğitimin amacı köyden başlayacak akılcı uygulamaları  hayata geçirmek, tarımda verimliliği artırmaktır. Köyde gerekli teknik ve bilgi ile donatılmış becerikli kişilerin yetiştirilemesi bu açıdan önemlidir. Köy Enstitülerinden çıkacak öğretmenler aydınlanmanın ve toplumsal ilerlemenin öncüleri olacaklardır. Köylerde yaşayan vatandaşların ekonomik hayatın içinde daha etkin rol alması, tercihlerini belirlemesi,  haklarını savunması onlar sayesinde başarılacaktır. 
Ensititülerinin amaçlarını anlatırken yasayla belirlenmiş görevleri de hatırlatmakta fayda var.
Bu görevler 1942 yılında çıkartılan 4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu ile düzenlenmiştir.  Bu yasaya göre köy enstitülerindeki öğretmen ve eğitmenler binaların, işliklerin yapılışından, bahçlerin tanziminden, hayvanların bakımından sorumludurlar. Okula ayrılmış araziyi örnek olabilecek şekilde işleyecekler, öğrencilerin eğitim ve öğretimleri kadar sağlıkları ile de ilgelenip gerekli tedbirleri alacaklar, köylerin okul binalarının yapılmasından sorumlu olacaklardır. 
Yasada ayrıca eğitmen ve öğretmenlere köy halkının yetiştirilmesi ile ilgili görev ve yetkiler de anlatılmıştır. Bunların başında köy halkının milli kültürünü yükselterek onları sosyal hayat bakımından çağın şartlarına göre yetiştirmek gelmektedir. Köy kültürünün olumlu değerlerini korumak, yaymak, güçlendirmek üzere gerekli tedbirleri almak, etkinlikler tertip etmek, köy halkının radyodan azami derecede yararlanamasını sağlamak görevleri olarak sıralanır. 
Köyün ekonomik hayatının  geliştirilmesi için  zirai, sanat ve teknik becerilerin arttırılması, köyde iş hayatının canlandırılması için rehberlik edilmesi, ormancılığa ait bilgilerin aktarılması, ormanların korunması ve bakılması, eser ve anıtların onarılması, korunmaya muhtaç bitki ve hayvan türlerinin tesbiti ve gerekli işlerin yapılmasında yardımcı olunması, diğer sorumlularla birlikte çalışılması, her türlü kooperatifleri kurma ve işletmesinde köylülerle işbirliği yapılması sıralanan görevlerden bazılarıdır.
Köy Enstitüleri deyince akla gelen görev ve sorumluluklar dönemin yaşadığı sıkıntıların, dar boğazların, engellerin aşılması için yapılması gereken ödevlerden yola çıkılarak tanımlanmış konulardı. Mesele sadece köyde okul açıp öğrencilere standart programlara göre verilmesi gereken bilgileri aktarmak değildi. Köyün ihtiyacını  bir seferberlik haline dönüşen kalkınma hedefleri kapsamında değerlendirip ona önderlik edecek kişiler yetiştirmek ve onlara toplumsal sorumluluklar yüklemek gerekiyordu. Köyün sorunları ayrıca çok yönlüydü. Sadece 5400 köyde okul vardı ve bunların büyük çoğunluğu okul denecek uygunlukta değildi. Köylerde ekonomik hayat son derece durgundu.  Köylü hastalık, kuraklık, doğal afetler gibi olumsuz etkenlerin tehditi altında ayakta kalmaya çalışıyordu. Başlayan İkinci Dünya Harbi köydeki genç emek gücünün eksilmesine yol açmış, kadınlar ve yaşlılar yardımcısız kalmışlardı. Bu engellerin aşılması eğitimdeki geri kalmışlıkla bir arada düşünüldüğünde sorunu güçleştiriyor ve devleti hızlı çözümler üretmeye zorluyordu. Kırsal kesimde yaşayan halkın bu şartlarda Cumhuriyet rejimiyle getirilmek istenen yeni kültür düzeyine ve değerler sistemine ayak uydurması nerdeyse imkansızdı. Bu nedenle köylerde başlatılacak eğitim seferberliği aynı zamanda bir kültür meselesiydi. Milli Eğitim teşkilatında bu amaçlara  uygun görevlendirmeler daha Atatürk döneminde başlamıştı. 1935 yılında Milli Eğitim Bakanlığına getirilen Saffet Arıkan, İsmail Hakkı Tonguç'u İlköğretim Müdürlüğüne atadı. Tonguç  bu işe en uygun seçimdi.  Arkadaşları arasında "Köylü İsmail Hakkı" diye tanınırdı. Dar gelirli bir köylü ailesinden geliyordu. Çok güç koşullarda  yetişmesini sağlayacak olanakları kovalamış ve öğretmen olarak mezun olmuştu. Tonguç Köy Enstitülerinde uygulanacak programların belirlenmesinde engin bir görüş açısına ve yeteneğe sahip bir eğitimciydi. Çağdaş eğitim biliminin ışığında uygulanacak plan ve modellerin geliştirilmesini sağladı. Tonguç'a göre köy sorunu tek başına bir eğitim sorunun ötesinde ele alınmalıydı. Bu konu eğitim ve kalkınma meselelerini kapsayan bir bilinçlendirme ve canlandırma sorunuydu. Köye bir şeyler öğretebilmek için önce köyü iyi tanımak, anlamak gerekliydi. Köy hayatının sırlarını kavramadan, köylüyle iç içe yaşanacak bir hayata katılmadan değişimi başlatmak imkansızdı. Bunu en iyi başaracak kişiler köyün içinden çıkmalıydı. Köylünün içinden keşfedilecek böylesine  kahramanlara ihtiyaç vardı. Bunlar Köy Enstitüsünden yetişecek öğretemenler olacaktı. Köyde yaşamayı benimseyerek  köylü ile birlikte zorlukları yenmeyi, sorunları aşmayı, yardımlaşmayı, yaraları sarmayı, binaları yapmayı, aletleri tanıtmayı, fidan büyütmeyi köyde yaşayanlarla birlikte başaracaklardı. Köy böyle kahramanlara muhtaçtı. Yapılacak iş bunları başarmayı sağlayacak bir aydın kimliğini kazanmış öğretmenleri yetiştirmekti. 
İlk bölümde anlatığımız gibi bu amaçlarla işe Eğitmen Kurslarının açılması ile başlanmıştır. Bu kursların çoğu ilerde Köy Enstitiüsü açılacak yerlerde açıldı. Kursları başarıyla bitirenlere Eğitmen adı verildi. Eğitmen kursları 1948 yılına kadar devam eden bir uygulama olmuş ve yaklaşık 9 bin eğitmen yetiştirilmiştir. Ancak asıl hedef Köy Enstütülerine dönüşecek yeni bir yapılanmaya geçmektir. Bu da ilk aşamada Köy Öğretmen Okulları olarak düşünülmüştür. Henüz Köy Enstitüleri için yasal bir dayanak hazırlanmadığından 1926 yılında çıkarılmış Köy Muallim Mektepleri kavramına dayanarak bir çözüm bulunmuştur. İlk adım 1937 yılında İzmir Kızılçullu ve Eskişehir  Çifteler Köy Öğretmen okullarının açılması ile atıldı.  Daha sonra 1938 yılında Edirne'de Karağaç'ta Zabit Mektebi binasında hizmet verecek olan Trakya Köy Öğretmen okulu açıldı. Okulun toplam 83 öğrencisi vardı. 
Köy Öğretmen okulları üç yıllıktı. 17 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen 3803 sayılı Köy Enstitüleri yasası çıkınca  bu okullar önceden düşünüldüğü gibi Köy Enstitüsü adını alacak, öğretim süreleri ise 5 yıl olacaktır. 1944 yılına kadar bu şekilde açılan okul sayısı 20'yi bulacaktır. Amaç 24 okula ulaşmaktı. Bu başarılamadı. Niye olmadığını daha sonra anlatacağım. Ancak Köy Enstitiülerinden 1952 yılı sonuna kadar 1398 kadın, 15943 erkek olmak üzere toplam 17341 öğretmen mezun olacaktır. 
Kepirtepe Köy Enstitüsü yukarıda söylediğim gibi önce Edirne Karağaç'ta açılmış bir öğretmen okuluydu. Ancak okulun açıldığı sırada İkinci Dünya Savaşı başlamak üzeredir. Bu nedenle Genel Kurmay Başkanı Salih Omurtak okula gelir ve herkes endişelenir. Nitekim ardından gönderilen bir emirle okulun boşaltılması istenir. Otüzüç vagona yüklenen eşyalarla ilk göç Alpullu'ya taşınmayla başlar. Orada yerleşme sorunu olunca dönem sonunda ikinci göç yaşanır. Bu kez Lüleburgaz Emrullah Efendi İlkolulu ve bahçesinde kurulan çadırlara yerleştirilir öğrenciler, hazırlık sınıfları izinli olarak evlerine gönderilir. Artık harp başlamıştır. Bu arada Kepirtepe Köy Enstitiüsü'nün kurulacağı yer seçilmiş ve inşaatına başlanmıştır. 1939 yılının ekim ayında ana binanın iki katı tamamlanır. İdari hizmetler çadırlarda verilmektedir. Zemin kat yatakhane, bir ve ikinci katlar derslik olarak kullanılmaktadır. Hemen ardından 64 metre uzunluğunda ve 9 metre genişliğindeki yatakhane tamamlanır. Yeterli inşaat çivisi olmadığından kullanılmış tahtalardan sökülen çiviler düzeltilerek yeniden kullanılır. Bir yandan da susuzluk yaşanmaktadır. Lüleburgaz'dan varillerle taşınan suyla idare edilir. İşler tam düzelmeye başlamışken İkinci Dünya Savaşı hızla yayılmaktadır. Okulun önünden Edirne-İstanbul yolunda sınıra doğru ilerleyen tanklar geçmektedir.  Trakya'da savaş tedirginliği her yanı sarmıştır. Okulun tekrar boşaltılması istenir. Bu kez yolculuk Ankara Hasanoğlan Köyüdür. Okul öğrencileri tüm demirbaş eşyalarla birlikte Lüleburgaz tren istasyonundan önce Sirkeci'ye, sonra vapurla Haydarpaşa garına getirilir ler. İlk kez İstanbul'u ve denizi görür öğrenciler. Ankara garına varınca başka bir trene aktarma yapılır. Ankara'dan sonra kısa bir yolculuk daha yaparak Hasanoğlan durağında inilir. Köyden gönderilen kağnılara eşyalar yüklenir, yürüyerek  okula ulaşılır. 
Hasanoğlan'da 9 ay sürecek geçici konaklama sırasında diğer bölgelerden gelen öğrencilerin de yardımlarıyla çok sayıda binanın inşaatı tamamlanır. Kepirtepe öğrencileri evlerine dönerler, yarım kalan enstitülerini tamamlamaya koyulurlar. 
İşte bu, böylesine çileli ama aynı zamanda geride bırakılan eserleri, yardımlaşma duyguları ve biriktirilen güzel anılarıyla gururla hatırlanacak bir hikayedir. O hikayenin artık sayıları azalan kahramanlarına gelince, onlara karşı borçlu olduğumuz teşekkür bütün bu yapılanlardan geride kalan boşluğu doldurmaya elbette yetmeyecektir.

10 Ocak 2021 Pazar

KIRKLARELİ’ DE SANAYİLEŞMENİN İLK ADIMLARI

Ahmet Rodopman 
Osmanlı İmparatorluğunun sanayi  devrimine ne denli uzak kaldığı hepimiz tarafından bilinen bir gerçektir. Dolayısı ile de Kırklareli’ miz de 1912 den sonra, Edirne Sancağına bağlı küçük bir sınır mutasarrıflığı olarak sanayileşmeden nasibini alamamıştır. Hele üst üste yaşanılan savaşlar ve işgaller nedeni ile, bırakın fabrika kurmak, zavallı halkın ahır, kümes yapmaya bile gücü kalmamıştır. Olan birikim ve zenginliklerde savaşlar, yakıp, yıkma ve talanlarla uçup gitmiştir. Kırklareli el elde, el başta bir başına kalmış, ancak topraktan yetiştirebilecekleri ile yetinip yaşam mücadelesi vermiştir.
Pek çok şeyin olduğu gibi Cumhuriyetin kurulması ile Vilayet kimliğini kazanmasından sonra, padişahların yok varsaydığı şehrimizin de yüzü gülmeye başlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ ün gerek tarıma, gerekse tarıma bağlı sanayiye çok önem vermesi ile yavaş yavaş ekonomi ve bağlı olarak da küçük sanayi işletmeleri oluşmaya başlamıştır.
İlk günlerde atölye, küçük imalathaneler şeklinde başlayıp sonraları gereksinimler doğrultusunda gelişerek, zaman içinde daha çok tarım işlerinde kullanılabilen alet, edevat ve taşıt araçları yapılmaya başlanmıştır. Topraktan yapılan kap, kacak, testi, çömlek yerine, cam, metal veya plastikten yapılanlar, Elde yapılan, hasır, sepet yerine, halı, naylon torba, suda dövülerek yapılan şayak yerine, tekstil fabrikalarında dokunan kumaş ve diğer dokumalar kullanılmaya başlanmış, süpürgenin tohumundan, ekiminden, kesiminden, yapımından ve dikiminden itibaren küçük çapta sürdürülen Süpürgecilik iş kolu da, daha fazla büyüyemeden, gerek naylon süpürgeler, gerekse yaygın olarak kullanılmaya başlanan elektrik süpürgeleri nedeniyle gelişememiştir. Bunlar gibi daha niceleri nostaljik birer ürün olarak geçmişte kalmışlardır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan Alpullu Şeker Fabrikası yöreye önemli bir dinamizm getirmiş, Trakya insanını tohum, fide, pancar üretiminin şeker, melas(hayvan yemi), alkol gibi sanayi ürünlerine dönüşümünün ve bununla beraberde yaşamının dönüşümünün güzelliklerini tattırmıştır.
Ardından dünyanın en kaliteli kalker yataklarının bulunduğu Pınarhisar ilçesine Çimento Fabrikasının kurulması, çevreye farklı bir bakış açısı, dünya görüşü getirmiştir. Bizim gençliğimizde en büyük derdimiz insanımızın çalışabileceği fabrikaları bulunmaması idi. Çünkü o yıllar kalkınmanın ve zenginliğin tek yolu fabrikaların olması, oralarda çalışılarak hayatların kurtulması hedefleniyordu. Ne yazık ki bu, Kırklareli’ de pekte istenildiği gibi olamamıştır. Bu çalışılacak yerlerin olmaması doğal olarak Kırklareli gençliğinin iş bulabilmek için ailesini, çiftini, çubuğunu bırakarak İstanbul veya başka şehirlere gidip hayatını kazanmak zorunda bırakmıştır. Geçen yıllarda da bu konuda önemli değişiklikler olamamıştır.
1976 yılında Kırklareli’ nin ‘’Kalkınmada Öncelikli İl ‘’ kapsamına alınmasına karşın, ‘’Organize Sanayi Bölgesi’’ ancak 16 yıl gecikme ile 1992 yılında kurulabilmiştir. O yıllarda ki yöneticilerimizin bir çok iyi niyetli girişimi ne yazık ki sonuçsuz kalmış. İnşaatları biten Tarım Alet ve Makineleri Fabrikası ve Zirai İlaç Fabrikası ne yazık ki öngörülen şekilde üretim faaliyetlerine başlayamadan farklı işlevlerde kullanılmaya başlanmışlardır.
Peki, Cumhuriyetten hemen önce ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Kırklareli’ miz de faaliyete bulunan sanayi kuruluşlarımızın ilklerini merak edecek olursak ne yaparız ? Tabii ki onca yokluk ve imkansızlıklara karşın insan üstü bir gayretle ALİ RIZA DURSUNKAYA’ nın hazırlamış olduğu iki ciltlik Kırklareli Vilayetini Tarih,Coğraya, Kültür ve Eski Eserleri Yönünden Tetkik kitaplarına başvuracağız. Şimdi hep birlikte günümüzden 100 yıl kadar gerilere gidip o günün koşullarında oluşturulup, çalıştırılmaya başlayan fabrikaları gözlerimizin önüne getirmeye çalışalım.
DODOPLOS FABRİKASI
Cumhuriyetten önce kurulmuş, bölgenin en gelişmiş un öğütme fabrikası olarak bilinmektedir. 50-60 yıl çalıştıktan sonra 1922 yılı mübadelesinde sahibi tarafından terk edilmiştir. Boş kalan fabrika bir dönem Kasım Yolageldi’li tarafından Milli Emlaktan kiralanarak yeniden kullanılmaya çalışılmış ise de, o günün şartlarında devam etme imkanı olmamıştır.
DOKTOR HACI YANKİ FABRİKASI
Birinci Dünya Harbinden biraz evvel işletmeye açılan bu üç katlı un öğütme fabrikası kısa bir süre çalıştıktan sonra Mudanya Mütarekesinin ardından sahibi tarafından bütün makineleri sökülerek Yunanistan’ a taşınmıştır. Yunan İşgali sonrasında ahalinin elinde ki bütün araba ve taşıma araçları Yunanlılar tarafından kaçırıldığı için, Kırklareli’ de bu taşıtların sıkıntısı baş göstermiş, zamanın yetkililerince eski un fabrikası bir süre At ve Öküz Arabası imalatı için kullanılmaya başlanmıştır. 1960 yıllarına kadar yıkık dökük bir halde kalan bu üç katlı görkemli binayı biz yaştakiler hemen hatırlayacaktırlar. İstasyona giderken sağ tarafta, askeri lojmanların olduğu yerde bulunuyordu. İlerleyen zamanda yıkılarak yerine park, bahçe yapılmıştır.
YASEF MUSAKİ FABRİKASI
1922 yılında sona eren Yunan İşgalinden sonra Kırklareli’ de ilk kurulan Un Fabrikası olarak bilinmektedir. Musevi Cemaatinden olan Yasef Musaki Rodrik tarafından Milli Emlaktan satın alınan eski bir değirmeni büyük gayretlerle günün koşullarına göre modern bir un öğütme değirmeni haline getirilmiştir. 30 beygirlik gazojen bir motoru ile çalışan üç öğütme taşı bulunmaktaydı. 25 yıl kadar çalışan fabrika, Kırklareli de Türk ve Museviler tarafından çok sevilen sahibinin ölümünden sonra işletilememiş ve satılmıştır.
BURHAN İNCE YAĞ FABRİKASI
Karakaş Mahallesi Cumhuriyet Caddesi Dere Sokağında, ayçiçeği yağı üretmek için oluşturulan bir imalathanedir. Kırklareli li gençlerden Hacı Etem in oğlu Burhan İnce tarafından 1944 tarihinde kurulmuştur. Hidrolik pres ve pompa sayesinde tohumlar ezilip yağ elde edilmekteydi.
YAKUP GÜREL FABRİKASI
Daha önce Belediye Buz Fabrikası nı kiralayarak Buz Üretimi ve Un Değirmeni çalıştıran Yakup Gürel adlı genç bir müteşebbisin kurduğu bir hayli büyük işletmedir. Hem Yağ Fabrikası, hem Un Değirmeni olarak uzun süre hizmet etmiştir.
AHMET ZİYA ÇETİNTAŞ FABRİKASI
İlk Okul Öğretmenliğini bırakıp serbest mesleği seçen Ahmet Ziya Çetintaş, önce Karakaş Mahallesi Gazhane Sokağında Emlak dairesinden aldığı arsaya Un Öğütme Değirmeni kurmuş ardından Ayçiçeği yağı çıkaracak hidrolik presler ilave ederek sistemini genişletmiş zamanını en fenni çalışan işletmesini kurmuştur. Kırklareli’ de ilk sigortalı işçi çalıştıran işletme olarak kayıtlara geçmiştir.
MEHMET YÜCE FABRİKASI
Babadan kalma Helvacılık yaparken, Mübadele sonrası giden Rumlardan satın aldığı Susam Yağhanesini çalıştırmaya başlamış bu arada fabrikalar bölgesinde birde ayçiçeği yağı çıkartan bir başka ünite kurarak bu alanda yöresel bir isim haline gelebilmiştir. Ayrıca Büyükdere çevresinde aldığı arazilerde fenni ziraat yapmaya başlamış, Kırklareli’ nin klasik üzümünü canlandırmak için bağlar kurmuş üzümler yetiştirmiştir. Yaşı biraz ilerleyince de işlerini damadına bırakarak dinlenmeye geçmiştir.
HAŞİM PEKSÖZ SUSAM YAĞI İMALATHANESİ
Adliyede ki görevini bırakıp susam tohumlarının ezilmesi ile elde edilen ve halk arasında (Şırlağan) olarak tanınan Susam yağı imalathanesini kurmuştur. Önceleri bir beygirin dönmesiyle elde edilen yağ sonraları motor gücü ile çalışır hale getirilmiş ve oldukça uzun bir süre çalışmasını sürdürmüştür. Ben küçükken kış aylarında babam ile birlikte yağhaneye gider Tahin diye bilinen Susam Yağını alırdık. Balla veya Pekmezle karıştırılarak mükemmel bir tadı olan tatlı elde edilirdi. Şimdi bile kendimi şımartmak istediğim zaman, bu en doğal ve faydalı yiyecek olan Tahin-Pekmezi yapar afiyetle yerim. Haşim Peksöz bir dönem Kırklareli Belediye başkanlığı da yaparak şehrimize siyasi kişiliğiyle de hizmet etmiştir.
* Burada hemen belirteyim ki; fabrikalar ile ilgili bu yazılar ne yazık ki 1948
yılında merhum Ali Rıza Dursunkaya’ nın ve merhum Nazif Karaçam ın 1995 yılında yazdıkları kitaplardaki bilgiler göz önüne alınarak yazılmıştır. Şu anda şehrimizde yaşayan yakınları daha ayrıntılı doğru ve yeni bilgileri tarafımıza iletirlerse, memnuniyetle ilave edebiliriz.
Yararlanılan Kaynaklar:
1 - Ali Rıza Dursunkaya . Kırklareli Vilâyetini Tarih, Coğrafya, Kültür ve Eski Eserleri Yönünden Tetkik. Cilt:1 ve Cilt:2’’. 1948. Kırklareli
2 – Nazif Karaçam. Efsaneden Gerçeğe Kırklareli. 1995. Kırklareli. Belediye Yayınlar :1
Not: Fotoğraf olarak Sayın DERİNSU 39’ un daha önce Kırklareli Hatırlamalısın grubunda yayınlanan iletisi kullanılmıştır

KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...