28 Aralık 2020 Pazartesi

ÇARIK

Ahmet Rodopman                                            
Türk Halk bilimi (Folklor) altında sıralanan eski zanaatlar, folklorik giyim kuşamlar bölümü için hazırlamış olduğum Çarık konusunu, yakın zamanda kaybettiğimiz değerli ağabeyimiz Orhan Çarıkçıoğlu’ nu ebediyete yolcu ettiğimiz bu günlerde anmış olmak için öne aldım. Bir zamanlar bir hayli gözde olan çarık ve çarıkçılık günümüzde artık hazır fabrikasyon ayakkabıcılık nedeniyle nostaljik bir söylem olarak sadece atasözlerimizde kalsa da, bu işle uğraşanların şerefle ve övünç ile taşıdıkları soyadlarında devem etmektedir. Keşke hayatta olsa idi de değerli Orhan Ağabeyimizden bu konuda bilgi alıp, konuyu daha farklı boyutlarıyla da öğrenmiş olurduk. Bu satırlara Orhan Çarıkçıoğlu’ nu bir kez daha sevgi ve hürmetlerimle anarken , aydınlık yollarda hakka yürümesini, ebedi istirahat gahında, huzurla ışıklar içinde yatmasını dilerim.
Söze çarıkla başlamışken, devam edecek olursak , çarığın yapıldığı malzemeden başlamamız gerekecek . İnsanlık tarihinin gelişimine bağlı olarak ayağı korumak amacı ile hayvan derilerinden yapılan bu araca ilk olarak M.Ö. 4000 yılarından itibaren, Mısır’ da, ardından Mezapotamya ve Anadolu’da rastlanmaktadır. Anadolu’ yapılan kazılarda M.Ö 14. Yüzyıl da Alacahöyük kazılarında bulunan Asur ve Hitit kabartmalarında klasik çarık figürlerine rastlanmıştır. Yapıldığı malzemenin (hayvan derisi) özelliği nedeniyle ilk örnekler, yıllar içerisinde yok olmuş, orijinal örneklere erişilebilme zorlukları yaşanmıştır. Ancak kadim bilgiler ve ustalık gerektiren uğraşlar kuşaktan kuşağa aktarılmış sanayileşmenin yaygınlaşması ile de gerek ham derinin işlenmesi gerekse, işlenmiş deriden çarık, ayakkabı, terlik yapımının tamamen fabrikalaşmış, geleneksel çarık yapımcılığı da sona ermiştir.
Orta Asya bozkırlarında hayvancılıkla geçinen Türk boylarında hayvan derilerinin işlenip kullanılır halle getirilmesi başlı başına bir uğraşı ve zanaat haline gelmiş. Gerek göçler gerekse Selçuklular tarafından bu meslekler Anadolu’ ya ulaşmış ve yurdumuzun belirli bölgelerinde oluşan bazı merkezlerde oldukça geçerli iş kolları haline gelmiştir. Anadolu’ da Bursa, Yozgat, Kastamonu, Trakya tarafında ise, İstanbul, Edirne, Kırklareli de gerek tabakhane gerekse çarık, çizme yapılan atölyeler çoğalmıştır. Eski kitaplarda Safranbolu’ da tabakhanelerin çokluğu ve çalışma disiplinleri övülerek anlatılır, Ahilik teşkilatınca kontrol edilen işlemlerin, kaliteli ürün çıkması için gösterilen özeni takip etmesi sayesinde Safranbolu’ nun ismi iyi ürün üretmesi nedeniyle ünlenmiş, böylece Safranbolu’ nun zenginliği dillere destan olmuştur. Deriler yaş veya tuzlanmış olarak tabakhane veya dabakhane denilen atölyelere getirilir, önce etinden, yağından ayrılarak kıllarının dökülmesi, ve kullanılabilecek hale getirilebilmesi için bir dizi işlem yapılmaktadır. Derinin kullanılacağı yere göre inceltilmesi, boyanması, parlatılması yapıldıktan sonra kesilip, çarık veya çizme yapılması için çarıkçılara veya ayakkabıcılara gönderilirmiş. En iyi tabaklama taze köpek pisliği ile yapıldığını keşfeden dericiler, taze köpek pisliğini sokaklardan toplamakla baş edemedikleri için, bir kaç bin köpeğin yaşadığı köpek çiftlikleri kurmuşlar ve buradan elde ettikleri maddeyi eskimeden kullanmayı sağlamışlardır. Hatta bir an evvel kullanıma yetiştirilmesi, köpek pisliğinde bulunan özel bir enzimin kılların dökülmesi ve ürünün daha yumuşak olmasını sağlaması bakımından yapılan koşturmanın bile adı bir tekerlemeye dönüşmüştür. Acele ile yapılmaya çalışılan işe veya bir yere yetişmeye çalışanlara, ‘’Tabakhaneye  b. k mu yetiştiriyorsun?’’ deyiminin kullanılması bu yüzdendir. Daha sonraları bu işlemler özel kimyasal maddelerle yapılmaya başlamasıyla Köpek pisliğinin önemi kalmamıştır. Ancak çarık kullanımı ve üretimi 1950 li yıllara kadar ülkemizde devam etmiştir. Hatta biz orta okula giderken Karaumur Cadesinde Büyük Camiden sonra sağlı sollu birkaç dükkanda at koşumları, eşek semerleri ile birlikte dükkanların kapılarına , vitrinlerine asılı satılmak için sergilenen çarıkların olduğunu ve bazı arkadaşlarımızın bunlar nedir diye sorduklarını hatırlarım. Demek ki köylerimizde 1960 yıllarına değin çarık kullanılmaktaymış. Genellikle hafif olduğu, ter ve insan sıcaklığı ile ayağın formunu alıp rahat kullanım sağladığı, karda batmadığı ve kaymadığı için genellikle yaşlılar eski alışkanlıkları gereği çarık kullana gelmişlerdir.
İyi bir Çarık, sağlam, kullanışlı ve rahat olması için köselesinin manda,  öküz veya  inek derisinin sırt bölümünden olması gerekmektedir. İyice işlenip kurutulan köseleler kullanıcı kişinin ayak boyutuna göre 25 x 50 cm. civarlarında dikdörtgen şeklinde kesilir, ıslatılarak yumuşatılır ve tahta kalıbının üzerine gerilerek şekil verilir. Dikilmesi gereken yerler, balmumu ile yağlanmış sağlam ipliklerle dikilir, sırım denilen, daha yumuşak derilerden kesilerek yapılan ince bağcıkların geçirileceği delikler açılır, bu sırımlarla ayak bileğine bağlanarak kullanılır.
Çarık herkesçe bilinen biçimi ile daha çok Ön Asya halkları tarihinde kullanılan bir ayakkabıdır. Bu bölgede yaşayan eski ve yeni uluslar tarafından benimsenmiştir. Türkler, İranlılar, Gürcüler , Kafkas ve Balkan ulusları tarafından çok eski tarihlerden beri bilinmektedir. Coğrafi bakımdan çok geniş alanda yaşayan çeşitli toplulukların ortak giyim eşyalarından biridir. Çarıklar yapılış şekil ve aksesuarına göre Sırımlı , Aynalı, Tokalı, Kara ve Burunlu Çarık olmak üzere değişik yörelerde farklı isimlendirilirler. Kısacası günlük hayatımızda, adetlerimizde, gelenek ve göreneklerimizde, dilimizde küçümsenmeyecek bir yer tutmakta ve kültür zenginliğimizi artırmaktadır. Geçmişte Anadolu’ nun hemen her bölgesinde üretilen el yapımı çarıklar, doğal olarak eski önemini yitirmiştir. Yerlerini önce kara lastik papuçlar, şimdide spor ayakkabılar almıştır.
Sözcük olarak pek çok dilde söyleniş şekli değişse de, genel olarak çarık anlamında birleşmektedir. Anadolu ve Avrupa halklarının sosyal yaşantısında çarığın önemli bir yer tuttuğu, Türk diline geçen ve günümüze kadar ses kalıpları şeklinde gelen atasözleri, maniler, deyimler başta olmak üzere en küçük benzetmesinden en uzun destanına kadar halk edebiyatında yer bulmasından anlaşılmaktadır. “Ayağı çarıklı olmak”, “ Ayağından çarığı atmak veya çıkarmak”, “Çarıklı erkanı harp” , ‘’Çarıklı Milyoner’’,‘’Çarığı ters giydirmek’’, ‘’Çarık çarıkla, sarık sarıkla’’, ‘’Kuru gayret çarık eskitir’’, ‘’Çobanın yağı çok olursa çarığına sürer’’, ‘’Çarıklı Diplomat’’, ‘’Çürük Çarık’’, ‘’ Çarığını ayağına çekmek’’ gibi deyimler kullanılmıştır. Görüldüğü gibi basit bir ayakkabı çeşidi olarak düşündüğümüz çarık, pek çok deyimlerde, atasözlerinde, mani ve türkülerde yer almaktadır.
Günümüzde  çarık yapımı, halk dansları topluluklarınca gösteri sırasında, birde hediyelik eşya satıcılarında minyatür boyutlarında üretilmeye devam edilmekte olmasına karşın, halk kültürümüzün tarihsel bir öğesi olarak işlevini sürdürmektedir.

23 Aralık 2020 Çarşamba

KÖY ENSTİTÜLERİ GERÇEĞİ VE KEPİRTEPE ÖRNEĞİ-1

Akın Güre

Bundan 80 yıl önce açılan Köy Enstitüleri için bir şeyler yazmak için başlangıçta aklımda olan tek sebep Lüleburgaz'dan 5 Km uzaklıkta bulunan Kepirtepe Köy Enstitüsü'nü anmak, biraz olsun tarihini anlatmakla sınırlıydı. Konuyu Kırklareli Yerel Tarihini ilgilendiren toplumsal ekonomik  değişim dizilişi içinde, tarihsel bir kesit olarak görüyordum. Tıpkı 1926 yılında açılan Alpullu Şeker Fabrikası, 1932 yılında açılan Kırklareli Halkevi örneklerinde yaptığım  gibi bu konuyu ele almalıydım. Ne yalan söyleyim, bunun için arayıp bulacağım, elime geçecek kaynaklardan sıkı bir okuma ile üstesinden gelirim   diye düşündüm önce. Böylece bundan yaklaşık üç hafta önce çalışmaya başladıktan biraz sonra sert bir kayaya çarptığımı anladım. Hala karşımda duran okunacak onlarca kitap ve makale, alınmış sayfalarca not ile bu işin üstesinden nasıl gelebileceğimi bilemiyordum. Günlerce süren okumalar, okudukça başka yazılara kayan ilgiler, isimler, tarihler, hadiseler, biyografiler beni bu işin esasını oluşturan tarihsel bir bağlamın eşiğine getirdi.  Bir birine bağlanmış, anlaşılması zor tarihsel süreçlerin doğru bir şekilde  kavranmasını gerektiren zahmetli bir işe sürükledi  beni bütün bunlar. Eğer sadece  bir hikaye anlatıcısı olsaydım, belki Kepirtepe'yi daha zevkli ve duygusal bir çerçevede sunan bir yazı çıkartabilirdim sizler için. Ama öyle olmadı ve bu benim işimi zorlaştıran bir durum. Hatta haddimi aştığımı düşünderecek kadar ağır bir sorumluluk.

Niye böyle olduğunu umarım yazıları okurken sizlere düşündürtebilirim. Eğer anlatamayı becerebilir ve böyle olmasını sağlayabilirsem bu işi başarmışım diyebileceğim kendi kendime.

Köy Enstitüleri, ömrü topu topu 14 yıl sürmüş, bunun sadece ilk 6 yılında özgünlüğünü koruyabilmiş, sonunda zihinlerden kazırcasına bir karşı hamleyle ortadan kaldırılmışlardır. Ancak bu okulların eğitim ve öğrenim yöntemleri, amaçlarının isbetliliği, dayandığı ilkelerin doğruluğu, yaşattığı değişim rüzgarı son derece değerlidir ve  sadece eğitim tarihinin bir konusu olmaktan öte ilginç bir hikayedir de.  Bunun için Köy Ensitüleri gerçeğini anlamak aynı zamanda geçmişten bu günlere sarken siyasal, toplumsal problemlerle yüzleşmemizi de gerektirir. 

Ben bu işin belli bir bölümünü sizlere sadece özetleyebilirim. Burada yapacağım iş  konu başlıkları altında toparlamaktan başka bir şey değil. Önce  Köy Enstitülerinin  hangi ihtiyaçlardan  doğduğunu açıklayacak tarihsel çerçeveyi anlatmakla başlamak istiyorum. Çünkü Cumhuriyetin Osmanlı'dan devraldığı ağır toplumsal koşullar anlaşılmadan bu noktaya nasıl gelindiğini kavramak imkansız.

1923 Yılında ilan edilen Cumhuriyet'in kurulduğu günlerde bağımsızlığın teminatı sayılacak iki  şey vardı: İlki, kendi ayakları üzerinde durmayı sağlayacak bir ekonomik yapıydı. İkincisi, yeni sistemin devrimci ilkeleriyle uyumlu, toplumsal bütünlüğü sağlayabilecek eğitimli vatandaşlar topluluğuydu.  Bu nedenle Cumhuriyet ilk yıllardan başlayarak eğitim konusuna büyük önem vermişti. Bu yolla sağlanacak kültürel birlik olmadan millet vasfına sahip olmak elbette imkansızdı. Eğitim kurumları sadece maddi yapılardan ibaret şeyler değildi. Onları dolduracak eğitmen kadrolarına, bu eğitmenleri yetiştirecek uzman kişilere ihtiyaç vardı. Bütün bu görevleri planlayacak, hayata geçirecek uygulaycılar bulunmalı,  görevlere getirilmeliydi. Gerekli yasal düzenlemeler, teşkilatlanmalar yapılmalıydı. Ama en önemlisi  bunun için gerekli doğru eğitim yöntemlerini kullanmak ve  hedeflere ulaşmayı sağlayacak kurumsal, yasal dayanaklardı. Bunun için işe Osmanlıdan miras kalan karmaşadan  kurtulup, eğitimi tek bir çatı altında toplamaktan başlamak gerekiyordu. 

Osmanlıda eğitim ve öğrenim faaliyetleri 19. yüz yıl ortalarına kadar büyük ölçüde devletten ayrı kurumlar eliyle yürütülüyordu. Bunların çoğu vakıf kuruluşlarıydı. Köy ve mahallelerde kurulmuş sıbyan mekteplerine devletin bir müdahalesi yoktu ve buraları tamamen imamların yönetimindeydi. Orta öğretim, yüksek okul düzeyinde sayılacak rüştiye, idadi ve sultani gibi okullar daha sonra devlet eliyle açılmaya başlanmış, sadece medreseler hala vakıf yönetimi altında faaliyetlerini sürdürmeye devam ediyorlardı. 1924 yılına gelinceye kadar ülkede 479 medrese ve 18000 medrese öğrencisi bulunuyordu. Fakat ilginçtir ki bu öğrencilerin de sadece 6000 'i okula giden gerçek öğrencilerdi. Gerisi askerlikten muhaf olmak için  mederselere kayıt  yaptıranlardı.

Eğitimdeki bu  ikili bir yapı Cumhuriyet'in ilk yıllarında hala devam ediyordu. 3 Mart 1924 tarihinde çıkartılan Tevhid-i Tedrisat yasası ile bu dağınıklığa son verildi ve laik eğitim sistemi Milli Eğitim Bakanlığı çatısı altında toplandı. Çok önemli bir bilgiyi de eklemem gerekiyor burada: aynı gün kabul edilen bir yasayla Hilafet de kaldırılmıştı.

Medreseler kapatılsa da din işleriyle igilenmek laik devletin görevleri arasına girmişti. 1924 yılında medreseler yerine İstanbul Darülfünun bünyesinde İlahiyat Fakültesi kuruldu. Ancak başlangıçta 224 olan öğrenci mevcudu 1934 yılında 20 kişiye düştü. Bu nedenle İlahiyat Fakültesi kapatılarak yerine İslam Tetkikleri Ensititüsü açıldı. Ayrıca ülkenin çeşitli yerlerinde 29 adet İmam Hatip okulu açılmıştı. Pek fazla ilgi görmeyince 1930 yılında bu okullar da kapatıldı. Ayrıca isteğe bağlı olarak okutulmakta olan din dersleri de şehir okullarında 1933 yılında, köy okullarında 1939 yılında müfredattan çıkarıldı. Artık bundan sonra 1948 yılına kadar okullarda din dersi okutulmayacaktı.

Cumhuriyeti'in Atatürk'ün önderliğinde topluma kazandırmak istediği ülkü birliği ve   kültürel kaynaşma, milletçe beraber aynı yönde ilerlemek için önemliydi. Bunun için öncelikle okur yazarlığın yaygınlaştırılması gerekiyordu. Eğitimde atılacak  önemli adımların başında latin alfabesine geçilmesi geliyordu. Latin harflerine geçilmesi 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı yasa ile kabul edildi. Daha 1923 İzmir İktisat Kongresinde bile latin farflerine derhal geçilmesi için bir öneri sunulmuştu. Kongre başkanı Kazım Karabekir bu öneriye, İslamın birliğini bozar diyerek karşı çıkmıştı. Latin harflerinin kabulunden sonra 24 Kasım 1928 tarihinde resmi gazetede yayınlanan bir talimatname ile Millet Mektepleri açılmasını öngören karar açıklandı. Bu okullarda günlük hayatta işe yarayacak bilgi ve beceriler de öğretiliyordu. İlk beş yıl içinde yaklaşık 1.5 milyon kişiye okuma yazma öğretildi.

1935 yılına gelindiğinde 16 milyon olan Türkiye nüfusunun 12 milyonu köylerde yaşıyordu. Köylerde öğrenim çağına gelmiş çocukların sayısı 1 milyon 110 bindi . Şehirlerdeki çocukların yüzde 75'i okullara giderken,  köylerde yaşayan çocukların sadece yüzde 25'i okula gidebiliyordu. Üstelik 40 bin köyeden 35 bininde hiç okul  yoktu. Bu sayılar ülkedeki eğitim sorunun ciddiyetini göstermek açısından önemlidir. Bu nedenle başlayan eğitim ve öğrenim hamlesinde köyler için fazla gecikmeden hızlı adımların atılması gerekiyordu. 11 Haziran 1937 tarihinde kabul edilen 3238 sayılı Köy Eğitmenleri Kanun ile köylerde görev alacak eğitmenlerin amaç ve çalışma esasları belirlenmişti. Eğitmen yetiştirmek için alınan bu karar ileriki yıllarda devreye girecek Köy Enstitüleri için ilk adım sayılırdı. Atatürk, dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan'a, askerliğini bitirmiş okur yazar gençler arasından seçilmiş adaylara  hızlandırılmış kurslarda eğitim verilebileceğini söylemişti. Bu model benimsenerek hayata geçirildi ve Eskişehir Mahmudiye köyünde ilk Eğitmen Kursu açıldı. Askerde onbaşı ve çavuşluk yapmış gençler arasından seçilen adaylara 6 aylık bir kurstan sonra eğitmen ünvanı verilerek köy okularında görevlendirildi. Bu şekilde o yıllarda henüz 3 yıllık olan ilkokulardaki öğretmen açığı kapatılamaya çalışıldı. Bu kursların açıldığı köylerde daha sonra açılan Köy Ensitüleri için  Eğitmen Kurslarında kazanılan deneyimlerden yararlanılacaktır. Köy Ensititüleri bu kurslarda hizmet veren eğitmen teşkilatı üzerinde kurulacak ve devam eden Eğitmen Kursları Enstitüler bünyesine alınacaktır. 1948 yılına kadar bu şekilde faaliyeti devam eden kurslarda yaklaşık 9 bin eğitmen yetiştirilmiştir.

Eiitmen Kursları elbette geçici bir uygulama sayılırdı. Öğretmen açığını hızlı bir şekilde kapatmak için bulunmuş bir yoldu. Ancak Cumhuriyet'in köylerde görev almayı kabul edecek iyi yetiştirilmiş öğretmen kadrolarına ihtiyacı büyüktür. İşte bunun için Köy Öğretmen Okulları kurulur. 1937 yılında İzmir Kızılçullu ve Eskişehir Çifteler'de iki Köy Öğretmen Okulu  faaliyete başlar. 1938 yılında ise Edirne Karaağaçta ve 1939 yılında Kastamonu Gölkö'de Köy Öğretmen okullarına sıra gelir. Henüz bu okullar için yasal düzenleme yoktur. Bu nedenle bu okullar 22 Mart 1926 tarihli Maarif Teşkilatına Dair Kanunla düzenlenmiş Köy Muallim Mektepleri kavramına dayandırılır. Bu okullar daha sonra Köy Enstitülerine dönüştürülecektir. Nitekim Edirne Karaağaç'daki Köy Öğretmen Okulu bir süre sonra önce Alpullu'ya, daha sonra da Lüleburgaz Kepirtepe'ye taşınacaktır. Bu konuyu ilerde ayrıntılarıyla anlatacağımdan şimdilik bu kadarını hatırlatmakla yetiniyorum.

Böylece uzun bir girişten sonra  Köy Enstitülerinin açılacağı yıllara geldik. Buraya kadar anlattıklarım, Köy Ensitülerinin kurulmasını hazırlayan sürecin iyi anlaşılmasını sağlamaktı. Çünkü daha sonra ele alacağım gibi Köy Enstitülerinin üstlendiği işlevi doğru anlayabilmek bu koşuların dikkate alınmasına bağlıdır.
Bu eğitim hamlesinin elbette arkasında bazı kahramanları vardır. Bütün tasarım ve uygulamalar onların omuzlarında yükselecektir. Bu insanların sayıları pek fazla değildir. Ancak deneyimlerindeki derecelendirme açısından azımsanmayacak bir düzeyde oldukları kabul edilmelidir. Bu konu aslında Cumhuriyet'e Osmanlı'dan kalan olumlu sayılacak pek az mirastan biri olarak takdir edilmeye muhtaçtır. Özellikle Meşrutiyet sonrasında hızlanan Batılı eğitim anlayışıyla birlikte  eğitim alanında yetişmiş aydınların kazanımları Cumhuriyet kadrolarının yetişmesine katkıda bulunacaktır.

Tuna kıyısındaki Silistre iline bağlı Tataratmaca köyünde 1897 yılında dünyaya gelen İsmail Hakkı Tonguç bu kahramanların başında gelen kişidir. Onun hayatını anlatmak içi başlı başına bir bölüm ayırmak lazım. Konumuzla ilgisi yönünden şu kadarını söylemeliyim ki İsmail Hakkı Kastamonu öğretmen okulunda parasız yatılı olarak okuduktan sonra İstanbul Öğretmen okulundan 10 Eylül 1918 tarihinde mezun olur. Çok parlak ve hırslı bir öğrenci olduğu için 20 kadar arkadaşı ile birlikte öğrenimini sürdürmek için Almanya'ya gönderilir ve 27 Nisan 1919 yılına kadar Ettlingen'deki Öğretmen Okulu'nda bulunur. Savaşın bitmesinden sonra üklesine geri çağrılır. Daha sonraki yıllarda bu kez Cumhuriyet yönetimince yeniden Almanya'ya gönderilecek ve orada Karlsruhe Baden Güzel Sanatlar Okulu ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde okuyacaktır. İsmail Hakkı Tonguç'un eğitim alanındaki çeşitli hizmetlerden sonra  Bakanlık teşkilatındaki ilk görevi 1935 yılında başlar. Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan tarafından İl Öğretim Genel Müdürlüğüne önce vekaleten daha sonra 1940 yılında asalaten atanır. 28 Aralık 1938 yılında Milli Eğitim Bakanlığına Hasan Ali Yücel'in gelmesiyle Köy Enstitülerinin kurulmasına doğru bir adım daha atılmış olur. 1939 yılında toplanan 1. Milli Eğitim Şurasında ilk Öğretimle ilgili sorunlar ele alınır. Sadece okuma yazma öğretilmesiyle yetinmeyip köy çocuklarına çok yönlü beceriler kazandıracak, aynı zamanda köylüye rehberlik edecek öğretmenlerin yetiştirilmesi için karar alınır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Hasan Ali Yücel'den Köy Enstitülerinin kuruluş esaslarını belirleyen bir yasanın düzenlenmesini ister. Yasa 1940 yılının Mart'ında meclis komisyonuna gelir.  Yasa mecliste tartışılırken karşı çıkanlar da olur. Bunlardan biri yine Kazım Karabekir'dir. "Siz bu yöntemi gelişmiş bir takım uluslardan ya deneyimi yapılmış herhangi bir yerden mi alıyorsunuz?" diye sorar. Hasan Ali Yücel buna verdiği cevapta şöyle konuşur: "Bu tasarıyla bizim yaptığımız şey, bir kopya değildir. Fakat uydurma bir şey de değildir. Biz hiç bir ulusun ilköğretim sorununu çözümlerken aldığı önlemleri aynen almadık. Bunları biz ancak kendi ülkemiz koşullarını ve halkımızın yaşamını göz önünde bulundurarak yapmış bulunuyoruz."

Tartışmalardan sonra 17 Nisan 1940 tarihinde 3803 sayılı Köy Enstitüsü Kanunu, oturuma katılan  278 mebusun oyları ile kabul edilir. Ancak 148 mebus oturuma katılmamıştır ve bu önemlidir. Yasayla daha önce açılmış bulunan Köy Öğretmen Okulları'nın adı  Köy Enstitüsü olarak değiştirilir. 10 adet yeni okul daha açıldıktan sonra bu sayı 1944 yılına gelinceye kadar 20'ye ulaşır. Bu sayı ilerde 24 olacaktır. Köy Enstitüleri'nden  1952 yılına kadar mezun olan öğrenci sayısı 17 bin 341'dir. Köy Enstitüleri'nin ömrü ne yazık ki uzun olamamış, 1946 yılından itibaren kimliklerinden adım adım uzaklaştırlmaya başlanmış ve 1954 yılında tamamen kapatılmışlardır.

Bu hazin ve ibret alınacak bir hikayedir. Köy Enstitüleri için bundan sonraki amacımız  kısa süren bir deneyimin özgün yapısını biraz olsun anlatıp, bunun devrim niteliğinde sayılacak karakterini bilmeyenlere  tanıtabilmektir. Köy Enstitülerine indirilen darbenin anlaşılmasını sağlayacak  bölümlerde ise ders alınacak çarpıcı olgulara ve kişilere başvuracağız. Sanırım buna sıra geldiğinde başımızı öne eğip hep birlikte düşünme gereği duyacağız.

22 Aralık 2020 Salı

KIRKLARELİ’ NİN İLGİNÇ DEMİR YOLU ÖYKÜSÜ

Ahmet Rodopman 
Son günler de İstasyon binası ve demir yollarımız ile ilgili yeni projeleri görüyoruz facebook sayfalarında. Bir çoğumuzun çocukluk anılarında kara trenin görüntüsü ve keskin düdük sesi kalmıştır tüm canlılığı ile. İlk gençlik günlerimizde sevda şiirlerimizi yüksek sesle okurken arşınladığımız tren rayları, kaçak, göçek tüttürdüğümüz ilk sigaralarımızın heyecanı Kırklareli ile özdeşleşen İstasyon binası şimdi yeni bir konseptle Millet Bahçesine dönüştürülmeye çalışılırken kimimiz endişeleniyor, kimimiz seviniyor. Çoğumuzda her zaman ki gibi susup yapılanları sonradan eleştirmek için bekliyoruz.
Bende, 50 yıl önce anılarımı bırakıp geldiğim Kırklareli’ nin, artık son günlerini yaşayan eski ama bizim alıştığımız istasyon, tren ve demir raylarımızın hayli ilginç olan tarihsel sürecini yazmak istedim kendimce.
Demir yolu projesi Osmanlı İmparatorluğunun modernleşme alanında başlayıp, büyük ölçüde de başarılı olduğu belki de son projesiydi. Aslında sanayi devrimini yaşayan Avrupa’ nın büyük devletlerinin ürünlerini daha kolay ve emniyetli bir şekilde tüm Anadolu’ yu geçip, Hicaz’ a kadar vardırmayı düşündükleri bir emperyalist proje olarak da değerlendirilmektedir.
Osmanlı İmparatorluğunda ilk demiryolu, 1856 yılında kullanılmaya başlayan İskenderiye-Kahire arasında ki 211 kilometrelik demiryolu olup, Ardından Anadolu’ da İzmir- Aydın arasında , Avrupa kıtasında ise Köstence-Çernova arasında yine aynı yıllarda yapımına başlanmıştır. Önce İngiliz firmalarınca yapımına başlanan demiryolları daha sonra Fransız şirketine devredilmiş, bu şirketin iflas etmesi sonucunda Alman Yahudi’ si olan Baron Maurice de Hirch in sahip olduğu Şark Demiryolları Şirketinle anlaşılarak, bu yolların ardından ,gerek istasyonların gerek yol, köprü ve tünellerin yapımları büyük bir hız kazanmıştır. İstanbul-Dobrijin(Avusturya)  hattı 1860 yılında yapılmaya başlanmıştır. Hızla bitirilen bu demir yolları ne yazık ki Kırklareli’ nin epey uzağından geçtiği için şehrimize önemli bir avantaj sağlayamamıştır. Kırklareli’ ye demir yolunun bağlanması 1860 yılından itibaren düşünülmeye başlanmış ancak araya giren 93 Harbi ve Rus işgali nedeniyle proje ertelenmiş, 1900 lü yılların başına kadar sürüncemede kalmıştır.
1900 lü yıllar Avrupa emperyalizminin gelişip, gelişen ülkelerin de kendi sınırlarına sığamadıkları, sanayi üretiminin hızla artması ile üretilen bu malların satış zorunluluğu Avrupa dışında yeni pazarlar yeni sömürü alan ve araçları aranmasına neden olmuştur. O günlerin koşullarında Almanlar Osmanlı İdaresinde söz sahibi olmaya başlayan İttihat ve Terakki grubunun sempatisinden yararlanarak Osmanlı topraklarında bir hayli projenin yapılmasına ön yak olmuşlardır. Babaeski- Kırklareli demir yolu da tekrar gündeme gelmiş. ve 1910 yılında uzun pazarlıklar sonucunda Şark Demiryolları şirketince yapılması ve işletilmesi için antlaşma yapılmıştır. Hemen çalışmaya başlayan firma 18 ay gibi bir sürede Büyük Mandıra istasyonundan başlayan Kırklareli’ de sona eren 43 kilometrelik bu tali yolu bitirmiş ve teslim etmiştir. Kısa bir süre sonra başlayan Balkan Savaşları sırasında Bulgarlar tarafından el konulan demiryolları, lokomotifler, yük katarları ve vagonlar, savaş esnasında Bulgar güçlerinde gerek asker, gerekse cephane ve mühimmat nakliyesinde çokça kullanılmışlardır. Hatta Balkan Harbinde,  Kırklareli Savaşları bölümünde etraflıca anlattığımız gibi, Kırklareli’nin işgal edildiği gece istasyona koşan insanlar ve askerler, şehri terk etmek için bekleyen trene hücum etmişler. Ancak kondüktörler yolda gelmekte olan trenin olduğunu söylemelerine karşın  lokomotifi kullanan makinisti zorlayarak yola çıkartmışlar ancak 3 kilometre gidilmeden gelen trenle çarpışıp vagonlar raydan çıkıp yan yatmışlardır. Kırklareli demir yollarının başına gelen maceralar bununla da bitmemiş,  1936 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları Tarafından satın alınarak milletin malı oluncaya değin sürmüştür.
Balkan Savaşlarında kötü kullanım nedeniyle harap olan yollar ve nakil araçları tekrar tamir edilip kullanılmaya başlayacağı zaman ise bu kez 1. Dünya Savaşı patlak vermiştir. Demir yolları bu dönemde genellikle askeri amaçlarla ve insan nakli için kullanılmıştır. Ancak başlayan şansızlıklar bununla da bitmemiştir. Savaşın sonuna doğru Haydarpaşa–Hicaz demiryoluna ilave yapılmak zorunda kalınınca, Re’sü’l-Ayn’dan Dicle’ye yapılacak demir yolu için gereken tren rayları bulunamayınca Kırklareli’ nin rayları sökülüp Arabistan çöllerine götürülmüştür. Kırklareli halkı buna şiddetle karşı çıkmasına rağmen savaş ortamında seslerini dinletememişler ve söküm Kırklareli’ den başlayarak yaklaşık 19 kilometre sürmüştür. Rayların Taşağıl köyüne kadar sökülmesi sonucu Kırklareli’ nin demir yolu taşımacılığı sona ermiş, ekonomisini tren taşımacılığına göre düzenleyen Kırklareli’ nin ticari hayatı bu yüzden bir hayli kötü duruma gelmiştir. Çünkü ağır yükleri, peyniri,  pancarı, buğdayı, tomruğu, odunu , kömürü taşıyamaz hale gelinmiştir. Hiç olmazsa Büyük Mandıra istasyonuna kadar taşınması için kamyon isteyen Kırklareli üreticilerine taşıt da verilemeyince, zaten  yıllarca savaşların ve işgallerin altında ezilen halkımız zar zor ürettiği ürünleri de satamayınca iyice fakirleşip Kırklareli’ yi terk etmek zorunda kalmıştır. Savaşlarda ilk akla gelip silah altına alınan gençlerimizden, sağ kalabilenler de 8-10 yıl arası değişik cephelerde savaştıktan sonra döndüklerinde  hayal kırıklığına uğramış ve önemli bir kısmı hayatlarını bir başka yerde sürdürmek üzere şehirden ayrılmışlardır. Bu yıllarda düşen nüfus 1922 yılında başlayan mübadele ile gelen soydaşlarımızla artabilmiştir. Savaş bitmiş ancak Kırklareli’nin ve demir yollarımızın surunu bitmemiştir. Cumhuriyet Türkiye’si kurulunca pek çok yanlış yapılan düzeltilip onarılmaya çalışılmıştır. Bizim demir yollarımızın da ele alınıp doğru dürüst bir ulaşım sağlanma çalışılmaları başlamıştır.. Ne yazık ki bu sefer de demir yoları yapımcı ve işletmecileri, ulaşım sistemini genç Türkiye  Cumhuriyeti’ ne devretmemek için bir çok zorluklar çıkartmışlardır. Burada bir kez daha görüyoruz, o zamanlarda da yap-işlet-devret yöntemi ile yaptırılan demir yollarının ihtiyaç duyulduğu zaman,geri alınmasının ne kadar zor olabileceğini.. Devletler savaşa girmiş, düşman yurdu işgal etmiş, demir yollarına el koymuş, kurtuluş savaşını yaparak yep yeni bir ülke kurulmuş, yabancı demir yolu şirketleri, savaş nedeniyle çalıştıramadıkları yılların paralarını Cumhuriyet Hükümetlerinden almaya çalışıyorlar. Uzun uzun uğraşmalardan sonra paraları ödenerek ancak demir yollarımıza, marşandizlerimize, yolcu vagonlarımıza sahip olunabilmiştir. Ve sökülen o rayların paraları tekrar hem de fazlası ile ödenerek Kırklareli’ ye yeniden o yıllar için neredeyse tek ulaşım aracımız getirtilebilmiştir. Yıllar süren pazarlıklar ve hesaplaşmalar 1927 yılına kadar sürmüştür. Tüm  Türkiye sathında ki demir yolları değişik demiryolu işletmecisinden parası nakit  ödenerek devir alınmış, ulusal demir yolu işletmemiz olan Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları (TCDD) kurumumuzun işletmesine verilmiştir. 1937 yılına kadar süren bu parça parça alımlar, ülkemizin en zor zamanlarında yapılmış, ama Mustafa Kemal Atatürk’ ün aramızdan ayrılmasından önce hepsi millileştirilmiştir. Kırklareli demir yolunun şehrimiz için büyük önemi ise, 20 Aralık 1930 günü özel treni ile şehrimize gelmiş, bir gece bu istasyonda bekleyen vagonunda geçirerek ertesi günü de şehirde görüşmeler yaptıktan sonra yine aynı treni ile ayrılmıştır. Bu nedenle de 20 Aralık günü Kırklareli’ de ATATÜRK GÜNÜ ilan edilmiştir.
Kırklareli’ ye yaklaşık 60 yıl aralıksız, önce kömürlü sonra dizel lokomotifi ile hizmet eden trenimiz, hele ilk 30 yılında Kırklareli’ nin dünyaya açılan tek aracı olarak vazgeçilmezi olmuştur. Özellikle 1960 yılına gelinceye değin, akşam saat 22.00 civarında kalkan trenimiz İstanbul’ a genellikle dolu gider, İstanbul da işi olan herkes birbirini o trende görebilirdi. Sirkeci de inilince herkes İstanbul kalabalığın koşar katılırdı. Demir yolumuza, lokomotifimize, vagonlarımıza ve istasyonumuza sadece bir demir ve taş yığını olarak değil, şehrimizin var ettiği kültürel bir alan olarak baktığımız da, treni çalışmasa da hala çok önemli tarihi ve manevi bir miras  olduğunu düşünüyorum, İstasyon yolu neredeyse Kırklareli’ nin simgesi olmuş, yaz kış insanların sadece hava almak için değil sosyalleşmek, selamlaşmak bazen de kız, erkek görüşüp anlaşabilmek için oluşmuş doğal, güzel ve pek başka yerlerde bulunmayan bir yerdir. Türkiye’ nin bir çok yerinde Kırklareli’ li olduğumu söylediğimde bana ‘’Sizin orada istasyon caddesi varmış, çok meşhurmuş’’ dediklerini hatırlarım. Onun için İstasyonumuzu ve tren yollarımızı sadece  nostaljik bir beğeniden öte, simgesel olarak muasır medeniyete ulaşabilmemiz için işlevsel bir araç olarak görebilirsek, çeşmesinden, saatine, su deposundan lokomotifin döndürülme havuzuna kadar benimser, korur ve sahip çıkarız.
Bu arada tren istasyonuna her gidişimde köşede biblo gibi bir yapı hep dikkatimi çekmişti. Sanırım bir çoğumuzun da gözünün önüne gelmiştir şu anda. Octruva Binası(Gümrük Binası) olarak 1892 tarihinde yapılan bu yapı Kırklareli’de unutamadığım ve çok sevdiğim bir bina idi.  İstasyon binası ile aynı zamanda yapılan bu bina Kırklareli’ ye demir yolu ile gelen veya giden mallardan Belediye vergisi alınması için kullanılmaktaymış. Bizim gençliğimiz de metruk bir şekilde yanmaya veya yıkılmaya terk edilmişti. Sonra çok isabetli bir kararla restore edilerek il Kültür Müdürlüğü hizmet binası olarak kullanılmaya başlanmıştı.
Bir Cumartesi veya Pazar günü akşam üstü istasyonda buluşmak dileği ile.
Sayfanın başında görünen tarihi resim 109 yıl önce Babaeski(Büyük Mandıra) de Kırklareli demir yolu bağlantısının açılışında yapılan şölende çekilmiştir.Bu resmi yazımızda kullanmamıza  izin veren değerli Babaeski’ li hemşerimiz ERSİN ÇOBAN’ a bir kez daha teşekkür ederim.
Kaynakça:
· Babaeski ve Kavaklı Tarihi Tren İstasyonu Binalarının Yeniden Değerlendirilmesi Ali Yıldız Bozok Üniversitesi, Mühendislik-Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü vuru tarihi/Received: 15.01.2018, Kabul tarihi/Final Acceptance: 06.04.2018Ba https://jag.journalagent.com/tasarimkuram/pdfs/DTJ_15_27_31_54.pdf
· Ulaşım Kronolojisi- İstanbul - Yıldız Üniversitesi Abdülhamid Uygulama ve Araştırma Merkezi –
http://sultanabdulhamid.yildiz.edu.tr/ii-abdulhamid/ulasim-kronolojisi/
· Osmanlı’ dan Cumhuriyet’ e Babaeski-Kırklareli Demir Yolu, Doğan Faruk, https://www.researchgate.net/publication/297683388
· Efsaneden Gerçeğe Kırklareli, Nazif Karaçam, 1995, Kırklareli
· Osmanlı Devleti’nin II. Meşrutiyet Dönemi Demiryolu Politikaları 1908-1914 N - Nesrin Kanberoğlu
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/555419
· Osmanlı Dönemi Demir Yollarının Tarihi Gelişimi İçerisinde Siyasi ve İktisadi Sosyal Etkileri,
Soyalp Tamçelik, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/686847
· Rumeli Demiryolu https://tr.wikipedia.org/wiki/Rumeli_Demiryolu

21 Aralık 2020 Pazartesi

KIRKLARELİLİ BİR HALK BİLİMCİ:ŞERİF BAYKURT

Akın Güre
Halk bilimci Şerif Baykurt 1919 Drama  doğumludur. Beş yaşındayken ailesiTürkiye’ ye göç edip Kırklareli’ne yerleşti. 1935 yılında Kırklareli Örtaokulu’nu bitirdi ve Edirne Erkek Öğretmen Okulu’na girdi. 1937’de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş bölümünde yükseköğrenimine başladı. 1941’de mezun olup askerliğini yaptıktan sonra Kırklareli Ortaokulu’na resim öğretmeni olarak atandı. 1952’de Arifiye Öğretmen Okulu’nda göreve başladı. 1956 yılından sonra Türk Halk Oyunlarım Yaşatma ve Yayma Kurumu’nun danışma kurulu üyesi olarak çalışmalar yaptı. 1962’de Sakarya Halk Eğitimi başkanlığına atandı. Sakarya Öğretmenler Derneği başkanlığı yaptı. 1963’te Milli Eğitim Bakanlığı Halk Eğitimi Genel Müdürlüğü’nün merkez kuruluşuna atandı. Halkevleri Genel Merkez Uzmanlık Kurulu üyeliği yaptı. Bir ara Köy İşleri Bakanlığı şube müdürlüğü de yapan Baykurt, 1968’de Milli Eğitim Bakanlığı Milli Folklor Enstitüsü müdür yardımcılığına atandı, Meydan-Larousse Ansiklopedisi’nin halkbilimi ve halk oyunları bölümünü yazdı. Folklor Araştırmaları Daire başkan yardımcılığında bulundu.

Şerif Baykurt Kırklareli ve Edirne’de kendi yapıtlarıyla çeşitli resim sergileri açmıştır. 1946 yılında ülke çapında düzenlenen okullararası resim yarışmasında Kırklareli Ortaokulu öğrencileriyle birlikte Türkiye birincisi oldu. 1941’den başlayarak sürdürdüğü halk dansları araştırma çabalarını, 1946’dan sonra halk dansları ekipleri kurarak sürdürdü. Birçok Trakya halk dansını tanıttı, öğretti. 1952’den sonra halk el sanatlarını incelemeye ağırlık verdi. Marmara Bölgesi elişleri üzerine derleme ve incelemeler yaptı. 1959 yılında Trakya halk danslarını konulu bir düzenleme içinde sundu. Sakarya’da görevliyken Sakarya Şenlikleri’ni kurdu ve bir gelenek haline gelmesine çalıştı. Türk halk dansları, elişleri ve genel halkbilim konusunda çeşitli dergi ve gazetelerde yüzlerce yazı yayımladı, yazılarının bazılarını kitaplar halinde topladı.

•    YAPITLAR (başlıca): Türk Halk Oyunları, 1965; Mimar Sinan, 1969; Türk Halk Oyunları, Ağrı, Akçaabat, Muş, Bayburt, 1969; Türk Halk Oyunları, Balıkesir, Burdur, Silifke, 1969; Türk Halk Dansları, Türkiye’de Folklor, 1976.

HALK BİLİM (FOLKLOR)

Ahmet Rodopman 
Değerli dostlar bu yeni yazı dizimizde, değerli arkadaşım Akın Güre’ nin öncülüğünde oluşturmaya çalıştığımız Kırklareli Yerel Tarih Grubu çalışmalarında Halk Bilimi kavramını ele alıp yöremizin bu konudaki zenginliklerini gözler önüne sergilemeyi amaçlıyoruz. Halk Biliminin ne denli önemli olduğunu , hızla kayıp olan geleneksel halk kültürümüzün tam da bizim düşündüğümüz ve aradığımız, yazmaya çalıştığımız Yerel Tarihimiz için ne deli vazgeçilmez değerde olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyoruz. Bu konuda sizlerin de değerli katkılarınızı bekliyoruz. Belki güncel olaylar kadar ilgi çekmeyecektir burada yazılanlar. Ancak gelecekte, Kırklareli’ nin gerek tarihi, gerek kültürünü merak edenler, bu konuda çalışacaklar için önemli bir baş vuru kaynağı olacağını umuyoruz. Toplumumuzun çimentosu olabileceğini düşündüğümüz ortak değerlerimizin için,bir kum tanesi kadar yararı bile olsa, tırnaklarımızla kazıyarak oluşturacağımız bu belgelerin kıymetinin, gelecekte daha iyi anlaşılacağını biliyoruz.
Halk Biliminin tam karşılığı olmasa da, genel  kullanımda Folklor olarak adlandırıldığı yaygın olarak bilinmektedir. Hatta, Halk Bilimi içinde değerlendirilen Halk Oyunları bile günlük kullanımda kısaca Folklor olarak kullanılmaktadır. Yanlış olmasa da eksik bir tanımlama olduğunu, Folklor un Halk Biliminin karşılığı olduğunu, Halk Oyunlarının ise Halk Biliminin yani, Folklorun bir alt dalı olduğunu göreceğiz, ama bu alt dalı olarak nitelediğimiz Halk Oyunlarının, Folklorun en önemli bileşenlerinden biri olduğunu ve en yaygın olarak bilinip uygulanan bir alt dal olması itibari ile de yazımıza Halk Oyunları ile başlamak istiyoruz. Çok geniş bir ilgi ve bilgi alanı olduğu için bu konuda bilgisi ve deneyimi olan bir hayli arkadaşımızın da olduğunu düşünerek,  yeni katılımlarla çok daha geniş ufuklara erişeceğimizi düşünüyorum.
Halk Bilimini konusuna, bize yarım asırlık pratik ve teorik deneyimi olan, akademik çalışmalarını da bu konuda sürdüren, değerli eşimin sevgili kardeşi Şener Günay’ den yardım alarak başlıyoruz. Bizler içinde yeni bir uygulama şekli olacak bu nehir söyleşide umarım Kırklareli’ ye gönül verenler bir hayli yeni bilgilerle karşılaşacaklardır. Öncelikle, Şener Hoca nın Halk Bilimi ile ilgili kısa bir yazısını birlikte okuyalım.
HALK BİLİMİ ve HALK OYUNLARI
İnsanı üretmiş olduğu, her türlü maddi ve manevi değer taşıyan araç- gereç, duygu düşünce, dil, din, oyun, ezgi, sanat, ve sosyal değerlerin (töre ,gelenek, görenek, moda (heves) ) vb.. üretimlerinin tümü kültürü oluşturmaktadır. Hangi topluma ve coğrafyaya ait ise, o milletin veya topluluğun, insanlarının genel adı ile varlığını sürdüren bir değerler bütünüdür. Örneğin, Türk Kültürü, İslam Kültürü veya Gaziantep Kültürü gibi…
Aynı kültür içerisinde yaşayan insanlar ortak değerler içerisinde, anonim davranış kalıplarını, inançlarını, yaşam biçimlerini, bir sonraki nesline aktaran, millet olma bilinci içerisinde statüsü, mesleği, etiketi ne olursa olsun, yeni üretimlerle, değişen, gelişen kitleye halk, ürettiği sayısız bütün değerler de, Halk Bilgisi yani Halk Kültürü denir. Bu bilgileri kendine özgü yöntemlerle araştıran, inceleyen, ait olduğu toplumun ve insanlığın faydasına sonuçlar çıkaran bilime de Halk Bilimi denilmektedir.
Halk Bilimi konularının, kapsam ve amacı hakkındaki çerçeve, bir çok bilim insanı tarafından çizilmiştir. Diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi, halkbiliminde de konuların sınırlanması kesin çizgilerle ayrılamaz.
Bu bağlamda Halk Biliminin ana konuları ve alt konuları genel olarak şöyle sıralanabilir:
Köy, Kasaba ve Kent Yaşamı ve Yaşayanları( Monografiler)
Halk Mimarisi
Halk Ekonomisi
Halk Sanatları ve Zanaatları
Halk Giyim Kuşamı ve Süslenmesi
Halk Örf ,Adet, Töre ve İnançları
Halk Gelenek, Görenek ve Alışkanlıkları
Halk Hekimliği
Halkın Yaşam Süreçleri ( doğum,çocukluk,evlenme,ölüm )
Halk Edebiyatı
Halk Tiyatrosu
Halk Eğlencesi ve Sporları
Halk Müziği ve Araçları
Halk Oyunları
Çocukluk Oyunları ve Oyuncakları v.s gibi.
Halk Biliminde amaç; Halkın üretmiş olduğu bu değerleri derleyip düzenlemek, eğitim programlarımıza alıp öğreterek, uygulamaya ve sunuma hazır hale getirip, yeni nesillere aktarmak, yerel kültür değerlerimizi ulusal ve evrensel kültür boyutunda, moda kültür haline getirerek, sömürge kültürlere karşı gençlerimizi korumak olmalıdır.
Oyunun doğuşu; İnsan doğayla olan ilişkisi sonucu su toprak yağmur, sel, ay güneş, hayvan ve bitkilerden etkilenmiş, korku endişe, ve beğenisini taklit yoluyla öğrenmiş, elle ritmi, sesiyle ezgiyi keşfederek yapmış olduğu hareketle oynamaya başlamıştır. Daha sonra kendinden güçlü sandığı doğa olaylarına, korku ve endişenin sonucu inanarak, inanç sistemlerini ( Şamanizm ) geliştirmiştir.
Dini duygularla tanrıya yakın olmayı, mistik bir anlayışla ifade etmiştir. İçe dönük psikolojik duygularla, haz ve elemi, kötü ruhlardan kurtulma amacıyla, büyü ve büyücülüğü, dışa dönük sosyal olgularla, toplumsal değerleri ve törenleri; töre gelenek, görenek kına, düğün, asker uğurlama, hatta konuk ağırlamaya kadar, kültürel bir alan içerisinde oyunlaştırarak yaygınlaştırmıştır. Bu bağlamda oyun insan yaşamında vazgeçilmez bir unsur olmuştur.
Oyun; Türkçe bir kelime olup doğuş kaynağı ilkel dinler ve Şamanizm’dir. Kültürden eski ve kültürün oluşumunda başlıca etmen olan oyun; içgüdüsel olarak insanda var olan, temeli din ve büyü ile ilgili töre ve törenlere dayanan, toplumların kültürel yapılarına göre şekillenen ve toplumdan topluma farklılık gösteren, yer ve zaman bakımından günlük yaşamdan farklı, isteğe bağlı, gönüllü hareketlerdir. Zaman içinde anlam genişliğine uğrayarak, oyun kelimesinden tiyatro orta oyunları, çocuk oyunları, kumar oyunları, oyun çıkarma, oyuna gelme, oyun bozanlık gibi, ortak bir anlamda oluşmuştur. Halk oyunları; üreticisi insan, oynayanı insan, izleyeni insan ve konusu da çoğu zaman insandır. İnsanı konu edinen oyun, insanın geleneksel kültürünü, yani insanın yaşayışını, gelenek halinde süre gelen davranış kalıpları ve uygulamalarını kültürel bölge çerçevesindeki, insanların oluşturdukları halkın iletişim aracı olmuştur. Halkın inandığı, din anlayışı çerçevesindeki, Tanrı sevgisiyle kendinden geçmeyi ,inandığı anlayışın doğrultusunda, Sema, Semah ve zikir törenlerini şaman anlayışı ile kötü ruhlardan korunmayı oyunlaştırmıştır. Kişi, kendi iç alemini bazen içe dönük; inleme, süresiz dönme gibi… kendisi için oynama, bazen de dışa dönük toplumsal olarak, elle, kolla, omuz omuza, birlik beraberlik, dostluk bağlamında, bulunduğu topluluğu güçlü kılma ve beğeni kaygısı taşıyan vurgulamalar yapmıştır. Halkın üretmiş olduğu sosyal değerleri töre, gelenek, görenek haline gelmiş davranış biçimlerini ve uygulamaları doğumu, evlenme aşamalarını, kız isteme kına yakma, düğün, kutlamalarını “ Düğüne giden oynar, ölüye giden ağlar “ anlayışı çerçevesinde algılamıştır. Asker uğurlamasındaki vatan görevinin kutsallığını, sevinçle karşılamış ve bu olguyu gelenekselleştirmiştir. Toprağın dirilişini baharı ve nevruzu, gelin görmüş, Türk geleneği anlayışı ile karşılamıştır. Saymakla bitiremeyeceğimiz bu halk kültürü üretimleri bağlamında halk, duygu ve düşüncelerini, haz alarak; sevinç, mutluluk, sevgi, aşk gibi… ve elem duyarak; acı, keder, ağıt, sevda gibi..duygularını yöresel naralarla haydaaa, hey, yah yah yooo zılgıt ve alkış gibi.. toplumsal heyecan ve coşkuya dönüştürmüştür. Oluşan bu kültürel yığılma, halkın bedeninde oyunun temel yapısı olan harekete ve hareketler serisine dönüşerek, adım ve adım cümleleri oluşmuş, elle, ayakla, defle davulla vb… ritim eşliğinde anlamlaştırılmış, ezgi ve Türkü ile anlam ve içerik derinliği kazandırılmıştır. Bu birikim başlangıçta, kişi ve kişiler tarafından üretilse de, köyden köye, dilden dile, kulaktan kulağa anonimleşerek yayılmış ve geleneği oluşmuştur. Olumlu ve olumsuz değişimlerle, kent merkezlerine ve diğer bölgesel yayılmalarla çeşitlenip, eş benzer oyunlar şekline gelmiştir. Halk üretmiş olduğu, bu oyun kültürünü bireysel bağlamda oda oyunları ve karşılamaları, toplu olarak da halayları oluşturmuş, beden dilinin bütün inceliklerini kullanarak topluma köklü kültürel değerlerini anlatmıştır. Bu bağlamda, Halk Oyunları: İnsanın, geleneksel yapı içerisinde süre gelen yaşam biçimini, inançlarını, tinsel ve sosyal değerlerini, duygu ve düşüncelerini, harekete ve hareketler serisine çevirerek, ritim eşliğinde, ezgili veya ezgisiz, anonim üretimlerle yaygınlaştırıp, bireysel veya toplu olarak , beden diliyle anlatma biçimidir.
Kendi öz kültürümüz olan halk oyunları ülkemizde, 1900 yılında, Rıza Teyfik Bölükbaşı tarafında yazılan “Raks” adlı ilk makaleden sonra, Türk aydınları tarafından, Folklor olarak dikkat çekmiştir. Mustafa Kemal Atatürk 1925 yılında, İzmir de izlediği Selim Sırrı Tarcan’ın düzenlediği, Tarcan zeybeğini izlediğinde, “Hanım efendiler, beyler! Selim Sırrı Bey zeybek raksını ihya ederken ona bir medeni şekil vermiştir. Bu sanatkar üstadın eseri hepimiz tarafından seve seve kabul edilerek milli ve içtimai hayatımızda yer tutacak kadar tekamül etmiş, bedii bir şekil almıştır. Artık Avrupalılara bizim de mükemmel bir raksımız var diyebiliriz. Bu oyunu salonlarımızda, müsamerelerimizde oynayabiliriz. Zeybek dansı her içtimai salonda kadınla birlikte oynanabilir ve oynanmalıdır.” Diyerek, Halk oyunlarına Türk halkı olarak önemsememiz gerekliliğini vurgulayarak, Cumhuriyetin ilk yıllarında, Halk Evleri ile birlikte gelişmesini sağlamış, çeşitli halkoyunları festivalleri düzenlenmesini ve bu konudaki derleme ve araştırma çalışmalarının yapılmasına vesile olmuştur. Atatürk’ün ölümünden sonra halk oyunları ve özellikle halk müziği ve bağlama, çağdaşlık adı altında müzik eğitim fakültelerinde ve milli eğitim müfredatımıza sokulmamıştır. Ama Cumhuriyetle başlayan derleme çalışmaları, Kültür Bakanlığı tarafından devam ettirilmiş, 1960 yılında kurulan Halk Eğitim Merkezi Genel Müdürlüğü, illerdeki teşkilatlanmalarından sonra bir çok il de halk oyunları toplulukları kurmuşlardır. 1964 yılında İstanbul’da kurulan, Yüksek Tahsil Gençliği Türk Folklor Enstitüsü Kurma Derneği, daha sonra Türk Folklor Kurumu na dönüştürülerek, üniversite gençliğinin öncüsü olmuş ve birçok kurumların, derneklerin kurulmasına vesile olmuştur. 1975 yılında, Kültür Bakanlığı Devlet Halk Dansları topluluğu, çeşitli gazete ve dergilerin yarışmaları, 1980 yıllarında başlayan Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı ve birçok kurum kuruluşlarca da seminer ve yarışmalar yapmıştır.
ŞENER GÜNAY
Devam edecek

HALK BİLİM (FOLKLOR)

Ahmet Rodopman 
2. Bölüm
KIRKLARELİ  HALK  OYUNLARININ ÖYKÜLERİ
Konuğumuz:ŞENER GÜNAY
Ahmet Rodopman : Sevgili Şener, ben seni olabildiğince yakından tanıyorum, yaklaşık yarım asra yakın senin Halk Oyunlarına olan ilgini ve emeğini bilenlerdenim. Kısaca Kırklareli Halk Oyunları ile büyüdün ve büyük bir sevgi, gayret, özveri ile, değil sadece Kırklareli’ de, değil İstanbul’ da hatta tüm ülke çapında, Halk Oyunları konusunda Kırklareli’ nin adını, yetenekli ekip arkadaşlarınız ile birlikte hep onurla temsil edip, yarışmalarda başarılarınızı en üst sıralara yazdırdınız.
Kırklareli’ nin tüm değerlerine sahip çıkıp, kucaklamak, gelecek kuşaklara birer belge olarak bırakmayı arzuluyoruz. Kırklareli Yerel Tarih Grubu’ nun hedeflediği etkinliklerden olan içimizden çıkan değerleri tanıyalım projesi içinde seni, Kırklareli Halk Oyunlarının gelişim serüvenini öğrenmek istiyoruz. Şimdi, Halk Oyunları ile ilgili süreci  bizlere etraflıca anlatır mısın ?
Şener Günay: Halk oyunları ile ilgili tarihsel sürecimden bahsedersem;
Halkoyunlarına doğduğum, büyüdüğüm ve çok sevdiğim Kırklareli’nde Ziya Gökalp ilk okulun da dördüncü sınıftayken başladım. O yıllarda öğretmenliğe yeni başlamış, Sevgili Şener Aldemir Hocamızın  dışarı dan destek vermesiyle okulumuzdaki çalışmalara başlamıştık. 1973 ve 1974 yıllarında Kırklareli kapalı spor salonunda ilk halk oyunları gösterilerimizi gerçekleştirmiştik.
Daha sonra Kırklareli Atatürk Lisesi orta birinci sınıfında Kırklareli Halk oyunlarını tam anlamıyla öğrenmeye başlamıştım. Çok değerli Zihni Sezen Hoca’ mın okulumuzda Halk oyunları ekibi oluşturmak amacıyla bir grup oluşturduk. O zamanın ders sisteminde seçmeli dersler ve okul çıkış sonralarındaki çalışmalarımızla seçilmiş olan grubumuzla çalışıyorduk. Zihni Hoca’ mız aynı zamanda okulumuzun sanat tarihi öğretmeniydi. Okulumuz adına her yıl il ve il dışında yapılan yarışma ve gösterilerde yer alıyorduk. Öncelikle yapmış olduğumuz bu faaliyetten eğleniyor ve zevk alıyorduk. Trakya kültürümüzün bir parçası olan Kırklareli halk oyunlarını öğrenmeye ve okulumuzu temsil etmenin gururunu yaşamaya başlamıştık. Bu süreç ben ve ekip arkadaşlarımın güven ve arkadaşlık duygusunu geliştirmemize  ve sosyalleşme mize yardımcı oluyordu.
Lise dönemine geçtiğimiz zaman ekip arkadaşlarımızın zaman içerisinde bazılarının ayrılmak zorunda kalıp, başka okullara ve il dışına gittiklerinden dolayı lisede ekibimiz tekrar yenilenmişti. Halk oyunları sevgimiz, Kırklareli Atatürk Lisesi aidiyet duygumuz ve ekip ruhumuz aynı şekilde devam etmeye başlamıştı. Benim aileden gelen spor yapma ve futbol oynama tutkusu da beraberinde devam ediyordu. Kırklareli Spor’ da futbol oynayan üzerimde büyük emekleri geçen Güngör Günay ve Güner Günay ağabeylerimin sayesinde sporun içinde yer alıp, bugünkü mesleğim olan beden eğitimi öğretmenliği gibi güzel bir mesleğe sahip oldum. O zamanki eğitim sistemimiz sayesinde tüm bunları yapabilmemiz için hem okul yöneticilerimizden ve öğretmenlerimizden hem de ailelerimizden büyük destek görüyorduk. Lise birinci, ikinci ve üçüncü dönemleri boyunca halk oyunları yarışmalarında il, bölge ve Türkiye birincilikleri, öğretmenlerimiz ve ekip arkadaşlarımızla büyük başarılar elde ettik. Bizler sadece halk oyunları oynamak ile kalmayıp, geçmişte oynanmış halen oynanmayan oyunları derleme ve araştırma anlamında da hocalarımızla  köy ve kasabalarda araştırmalara destek vermek için beraber oluyorduk. 1978 ve 1979 yıllarında Ticaret Lisesi müzik öğretmenlerinden çok değerli Hüseyin Yaltırık hocamız bahsettiğimiz oyun derlemelerine büyük katkıları olmuştur. Takuş ve Çobani oyunlarının derlenip sergilenmesini sağlamıştır.
Bu dönemdeki okullar arası tatlı rekabeti bizler de halk oyunları yarışmalarında yaşıyorduk. Kırklareli Atatürk Lisesi, Ticaret Lisesi ve Endüstri Meslek Lisesi arasında geliştirici bir rekabet söz konusu oluyordu.
Kırklareli Atatürk Lisesi’ nden mezun olduktan sonra ben de Güner ve Güngör ağabeyim gibi beden eğitimi öğretmeni olmak üzere İstanbul’un yolunu tuttum. Marmara Üniversitesi Anadolu Hisarı Spor Akademisi’ nde okumaya başladığımda halk oyunları sevgimiz ve tutkumuz devam ediyordu. Bu süreçte artık Kırklareli oyunlarını oynamaya devam ederken aynı zamanda öğreticilik görevi üstlenmeye başlamıştım. Okuduğum üniversitemde öğreticilik yaparken, ayni zamanda bir çok kurum, kuruluş ve okullarda Kırklareli yöresi halk oyunlarını öğretmeye başladım.Kendi Üniversitemde hem öğreticilik hem de oynarken 1983 yılında Üniversiteler arası yarışmada Kırklareli halk oyunları ekibimizle Türkiye 2.si olduk.
İstanbul’a geldiğimin 2.yılında Türk Folklor Kurumunda Kırklareli yöre öğreticiliği yapmaya başladım.
Üniversiteyi bitirdikten sonra 1986 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Beden Eğ.Bölümünde Öğretim Görevlisi olarak meslek hayatıma başladım.Üniversitemde spor branşlarının yanı sıra YTÜHOT (Yıldız Teknik Üniversitesi Halk oyunları Topluluğu) nun sorumluluğunu alarak,hem Kırklareli halk oyunlarının hem de diğer yörelerin gençlere öğretilip sevdirilmesi anlamında çalışmalarıma başladım ve halen devam etmekteyim.
1991-1992 yıllarında İ.T.Ü.Devlet konservatuarı halk oyunları bölümünde Yüksek lisans eğitimimi tamamladım. Bu süre içerisinde de Konservatuar ortaokul ve lise bölümlerinde dışarıdan öğretmen olarak destek verdim.
Türk Folklor Kurumunda başlayan Kırklareli yöre öğreticiliği ile birlikte o yıllarda henüz yeni yeni tanınmaya başlayan oyunlarımızı tüm İstanbul ve daha sonrada tüm Türkiye’de yaygınlaşmasına, sevilmesine bilinmesine katkılarım olduğunu düşünmekteyim.
2000 yıllarında Türk Halk Oyunları Federasyonu kurulduktan sonra, halk oyunlarımız çok farklı bir faaliyet içerisinde yer almaya başladı.Halk oyunları Federasyonunda 4 yıl öncesine kadar çeşitli kurullarda yer alıp(MHK) Merkez hakem kurulu üyeliği,yarışmalarda hakem olarak ve başkan danışmanlığı görevlerini üstlendim.
Kırklareli halk oyunları ile başlayan bu sevgimiz, İstanbul gibi bir büyük şehre geldikten sonra Türkiye’nin kültürel değerlerini oluşturan bu şehirde çok farklı boyutlarda inceleme fırsatım  oldu.Türk halk oyunlarını daha geniş kapsamda inceleyip tanımamızla birlikte, ne kadar değerli bir alanda uğraş verdiğimin de farkına vardım.
Öğrencilik yıllarımda başlayan halk oyunları öğreticiliğine şu  an görev yaptığım Yıldız Teknik Üniversitesi Beden eğitimi. Bölümün de aslı görevimin yanında halk oyunları öğreticiliğine de devam etmekteyim. Geçen yıllar sürecinde ilk okul çağındaki çocuklardan başlayarak orta, lise, üniversite ve derneklerin yanı sıra 60-70 yaş dilimin deki nostalji gruplarına kadar halk oyunları sevgisini kültürünü aşılamaya çalıştım.
Tabii ki kendi yöremin oyunlarını öğretip performanslarını izlediğimde, yaygınlaştığını görüp, sevildiğini görmek bana ayrı bir mutluluk ve gurur vermiştir.
Devam edecek

HALK BİLİM (FOLKLOR)

Ahmet Rodopman 
4. Bölüm
TÜRK FOLKLOR KURUMUNDAKİ  ÇALIŞMALARINIZ VE YETİŞEN GENÇLERİMİZE ÖNERİLERİNİZ NELERDİR
Konuğumuz:ŞENER GÜNAY
Ahmet Rodopman : Sevgili Şener Hoca, İstanbul’ da gerek Yıldız Teknik Üniversite’sinde gerekse , Türk Folklor Kurumu yönetiminde iken Kırklareli Halk Oyunları ile ilgili yaptığınız çalışmalardan söz eder misiniz ? Ayrıca yeni yetişen halk oyunlarına meraklı gençler için önerileriniz nelerdir?
Şener Günay : 1981-1982 yıllarında Kırklareli yöre öğreticisi olarak, öğrencilik yıllarımda başladığım Türk Folklor Kurumu’ nda yönetim kurulu üyeliği, halk oyunları grup başkanlığı, halk oyunları okul müdürlüğü görevlerinde bulundum. Halen de Kırklareli yöre öğreticisi olarak devam etmekteyim.
Türk Folklor Kurumu 1964 yılında kurulan folklor alanında ilkleri başlatan Milli Folklor Araştırma Dairesi ile birlikte folklorun tüm alanlarının yayılmasında etkisi olan kuruluşlarımızdır. Halk oyunları, halk müziği halk tiyatrosu ve derleme araştırma alanında yıllardır halk kültürüne hizmet vererek ülkemizde bu alanda pek çok değerli sanatçımızın yetişmesine katkılarda bulunmuştur.
Halk müziği alanında Arif Sağ, Belkıs Akkale, Ömer Şan, İbrahim Can ve Nursaç Doğanışık gibi ünlü sanatçılar yetişmiştir. Aynı zamanda bir çok yörede derleme araştırma gruplarıyla çok sayıda müzik ve oyun derlemelerine katkıda bulunmuşlardır.
Tamamen amatör bir dernek olan Türk Folklor Kurumu tüm Türkiye’ ye yayılan, üç ayda bir çıkan Folklor adlı dergiyi halen yayınlayarak tüm folklorculara önemli bir hizmette bulunmaktadır.
Türk Folklor Kurumunun son 10 yılına baktığımızda benim için de Kırklareli adına da ayrı bir önem taşımaktadır. Son on yılın genel başkanlığını yapan Kırklareli’ li kırk beş yıllık yol arkadaşım, dostum ve kardeşim H. Gürhan Ozanoğlu’ nun başkan olarak görevde bulunması bizler için ayrı bir onur kaynağı olmuştur.
1980 yılında Türk Folklor Kurumu’ na Kırklareli yöre eğitici olarak gelen sevgili Gürhan ile 1981 yılında da benim üniversite vesilesi ile İstanbul’a gelişim ile birlikte yıllarca Kırklareli öğreticiliğini birlikte yaptık. Benim için halk oyunları yaşantımda önemli bir yeri olan H. Gürhan Ozanoğlu’nun İstanbul’da Kırklareli yöresi oyunlarının başlamasına ve öğretilip yayılmasına büyük katkıları olmuştur. Sevgili Gürhan aynı zamanda 10 yıl kadar da Türk Halk Oyunları Federasyonu başkanlığı görevinde bulunmuştur. Türk Halk Oyunlarını yönlendiren Türk Halk Oyunları Federasyon başkanının Kırklareli’ li olarak içimizden biri olması ayrı bir gurur kaynağı olmuştur.
Yeni yetişen gençlerimize her zaman halk kültürümüzün, halk oyunlarımızın güzelliklerini,  değerlerini anlatıp,  içinde yer almalarını sağlayacak aktivitelerde bulunmalarını tavsiye ediyorum. Ana okulu ile başlayan bu sevgi hayatımızın her döneminde ayrı bir biçimde yer alıyor. Yaşamımızı konu alan halk oyunları, geleneklerimizle, müziğimizle, giysilerimizle, öykülerimizle, Türk kültürünü geçmişten geleceğe taşımaya devam edecektir. Bazen gençlerin halk oyunları ile ilk tanışmaları üniversiteler de, bazen de hem çalışan hem de emekliye ayrılmış insanlarımız ilk olarak nostalji gruplarında aileleriyle el ele kol kola halk oyunlarının içinde olmaya gayret göstermişlerdir.
Oyun, müzik ve giysinin birleşiminde kendimizi ister istemez vazgeçilmez olan halk oyunları, halk kültürümüzün içinde buluyoruz. Gençler halk oyunlarının içinde var oldukça hiç bir zaman son bulmayacak olan bu kültürümüz gelecekte de devam edecektir.
Türk Folklor Kurumu olarak, halk oyunları dalında öncü olmuş, değerli hizmetler vermiş olan kurumumuz gelecek nesillere örnek olması, geçmişten geleceğe köprü kurarken yeniliklere yeni derlemelerle, müziklerle gençlere önemli katkılarda bulunmaya devam etmelidir.
1964’ten bu yana var olan Türk Folklor Kurumu, 2020 yılından sonra varoluşunu sürdürecektir.
Ahmet Rodopman : Verdiğin bilgiler için çok teşekkür ederiz sevgili Şener Hocam. Halk Bilim konusu bizim de grup olarak çok önemsediğimiz, üzerine eğilip, değişik dallarında araştırmalar yapıp, yazılı belgeler haline getirip gelecek kuşaklara bırakmak istediğimiz bir alan. Bu alanda, bundan sonrada bizlere yardımlarınızı esirgemez de hep birlikte gönülden bağlı olduğumuz Kırklareli’ mize iyiden, doğrudan, yararlıdan yana katkılarımız olursa çok seviniriz.
Şener Günay: Ben teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Son.

18 Aralık 2020 Cuma

HALK BİLİM (FOLKLOR)

Ahmet Rodopman 

Değerli dostlar bu yeni yazı dizimizde, değerli arkadaşım Akın Güre’ nin öncülüğünde oluşturmaya çalıştığımız Kırklareli Yerel Tarih Grubu çalışmalarında Halk Bilimi kavramını ele alıp yöremizin bu konudaki zenginliklerini gözler önüne sergilemeyi amaçlıyoruz. Halk Biliminin ne denli önemli olduğunu , hızla kayıp olan geleneksel halk kültürümüzün tam da bizim düşündüğümüz ve aradığımız, yazmaya çalıştığımız Yerel Tarihimiz için ne deli vazgeçilmez değerde olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyoruz. Bu konuda sizlerin de değerli katkılarınızı bekliyoruz. Belki güncel olaylar kadar ilgi çekmeyecektir burada yazılanlar. Ancak gelecekte, Kırklareli’ nin gerek tarihi, gerek kültürünü merak edenler, bu konuda çalışacaklar için önemli bir baş vuru kaynağı olacağını umuyoruz. Toplumumuzun çimentosu olabileceğini düşündüğümüz ortak değerlerimizin için,bir kum tanesi kadar yararı bile olsa, tırnaklarımızla kazıyarak oluşturacağımız bu belgelerin kıymetinin, gelecekte daha iyi anlaşılacağını biliyoruz.
Halk Biliminin tam karşılığı olmasa da, genel  kullanımda Folklor olarak adlandırıldığı yaygın olarak bilinmektedir. Hatta, Halk Bilimi içinde değerlendirilen Halk Oyunları bile günlük kullanımda kısaca Folklor olarak kullanılmaktadır. Yanlış olmasa da eksik bir tanımlama olduğunu, Folklor un Halk Biliminin karşılığı olduğunu, Halk Oyunlarının ise Halk Biliminin yani, Folklorun bir alt dalı olduğunu göreceğiz, ama bu alt dalı olarak nitelediğimiz Halk Oyunlarının, Folklorun en önemli bileşenlerinden biri olduğunu ve en yaygın olarak bilinip uygulanan bir alt dal olması itibari ile de yazımıza Halk Oyunları ile başlamak istiyoruz. Çok geniş bir ilgi ve bilgi alanı olduğu için bu konuda bilgisi ve deneyimi olan bir hayli arkadaşımızın da olduğunu düşünerek,  yeni katılımlarla çok daha geniş ufuklara erişeceğimizi düşünüyorum.
Halk Bilimini konusuna, bize yarım asırlık pratik ve teorik deneyimi olan, akademik çalışmalarını da bu konuda sürdüren, değerli eşimin sevgili kardeşi Şener Günay’ den yardım alarak başlıyoruz. Bizler içinde yeni bir uygulama şekli olacak bu nehir söyleşide umarım Kırklareli’ ye gönül verenler bir hayli yeni bilgilerle karşılaşacaklardır. Öncelikle, Şener Hoca nın Halk Bilimi ile ilgili kısa bir yazısını birlikte okuyalım.
HALK BİLİMİ ve HALK OYUNLARI
İnsanı üretmiş olduğu, her türlü maddi ve manevi değer taşıyan araç- gereç, duygu düşünce, dil, din, oyun, ezgi, sanat, ve sosyal değerlerin (töre ,gelenek, görenek, moda (heves) ) vb.. üretimlerinin tümü kültürü oluşturmaktadır. Hangi topluma ve coğrafyaya ait ise, o milletin veya topluluğun, insanlarının genel adı ile varlığını sürdüren bir değerler bütünüdür. Örneğin, Türk Kültürü, İslam Kültürü veya Gaziantep Kültürü gibi…
Aynı kültür içerisinde yaşayan insanlar ortak değerler içerisinde, anonim davranış kalıplarını, inançlarını, yaşam biçimlerini, bir sonraki nesline aktaran, millet olma bilinci içerisinde statüsü, mesleği, etiketi ne olursa olsun, yeni üretimlerle, değişen, gelişen kitleye halk, ürettiği sayısız bütün değerler de, Halk Bilgisi yani Halk Kültürü denir. Bu bilgileri kendine özgü yöntemlerle araştıran, inceleyen, ait olduğu toplumun ve insanlığın faydasına sonuçlar çıkaran bilime de Halk Bilimi denilmektedir.
Halk Bilimi konularının, kapsam ve amacı hakkındaki çerçeve, bir çok bilim insanı tarafından çizilmiştir. Diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi, halkbiliminde de konuların sınırlanması kesin çizgilerle ayrılamaz.
Bu bağlamda Halk Biliminin ana konuları ve alt konuları genel olarak şöyle sıralanabilir:
Köy, Kasaba ve Kent Yaşamı ve Yaşayanları( Monografiler)
Halk Mimarisi
Halk Ekonomisi
Halk Sanatları ve Zanaatları
Halk Giyim Kuşamı ve Süslenmesi
Halk Örf ,Adet, Töre ve İnançları
Halk Gelenek, Görenek ve Alışkanlıkları
Halk Hekimliği
Halkın Yaşam Süreçleri ( doğum,çocukluk,evlenme,ölüm )
Halk Edebiyatı
Halk Tiyatrosu
Halk Eğlencesi ve Sporları
Halk Müziği ve Araçları
Halk Oyunları
Çocukluk Oyunları ve Oyuncakları v.s gibi.
Halk Biliminde amaç; Halkın üretmiş olduğu bu değerleri derleyip düzenlemek, eğitim programlarımıza alıp öğreterek, uygulamaya ve sunuma hazır hale getirip, yeni nesillere aktarmak, yerel kültür değerlerimizi ulusal ve evrensel kültür boyutunda, moda kültür haline getirerek, sömürge kültürlere karşı gençlerimizi korumak olmalıdır.
Oyunun doğuşu; İnsan doğayla olan ilişkisi sonucu su toprak yağmur, sel, ay güneş, hayvan ve bitkilerden etkilenmiş, korku endişe, ve beğenisini taklit yoluyla öğrenmiş, elle ritmi, sesiyle ezgiyi keşfederek yapmış olduğu hareketle oynamaya başlamıştır. Daha sonra kendinden güçlü sandığı doğa olaylarına, korku ve endişenin sonucu inanarak, inanç sistemlerini ( Şamanizm ) geliştirmiştir.
Dini duygularla tanrıya yakın olmayı, mistik bir anlayışla ifade etmiştir. İçe dönük psikolojik duygularla, haz ve elemi, kötü ruhlardan kurtulma amacıyla, büyü ve büyücülüğü, dışa dönük sosyal olgularla, toplumsal değerleri ve törenleri; töre gelenek, görenek kına, düğün, asker uğurlama, hatta konuk ağırlamaya kadar, kültürel bir alan içerisinde oyunlaştırarak yaygınlaştırmıştır. Bu bağlamda oyun insan yaşamında vazgeçilmez bir unsur olmuştur.
Oyun; Türkçe bir kelime olup doğuş kaynağı ilkel dinler ve Şamanizm’dir. Kültürden eski ve kültürün oluşumunda başlıca etmen olan oyun; içgüdüsel olarak insanda var olan, temeli din ve büyü ile ilgili töre ve törenlere dayanan, toplumların kültürel yapılarına göre şekillenen ve toplumdan topluma farklılık gösteren, yer ve zaman bakımından günlük yaşamdan farklı, isteğe bağlı, gönüllü hareketlerdir. Zaman içinde anlam genişliğine uğrayarak, oyun kelimesinden tiyatro orta oyunları, çocuk oyunları, kumar oyunları, oyun çıkarma, oyuna gelme, oyun bozanlık gibi, ortak bir anlamda oluşmuştur. Halk oyunları; üreticisi insan, oynayanı insan, izleyeni insan ve konusu da çoğu zaman insandır. İnsanı konu edinen oyun, insanın geleneksel kültürünü, yani insanın yaşayışını, gelenek halinde süre gelen davranış kalıpları ve uygulamalarını kültürel bölge çerçevesindeki, insanların oluşturdukları halkın iletişim aracı olmuştur. Halkın inandığı, din anlayışı çerçevesindeki, Tanrı sevgisiyle kendinden geçmeyi ,inandığı anlayışın doğrultusunda, Sema, Semah ve zikir törenlerini şaman anlayışı ile kötü ruhlardan korunmayı oyunlaştırmıştır. Kişi, kendi iç alemini bazen içe dönük; inleme, süresiz dönme gibi… kendisi için oynama, bazen de dışa dönük toplumsal olarak, elle, kolla, omuz omuza, birlik beraberlik, dostluk bağlamında, bulunduğu topluluğu güçlü kılma ve beğeni kaygısı taşıyan vurgulamalar yapmıştır. Halkın üretmiş olduğu sosyal değerleri töre, gelenek, görenek haline gelmiş davranış biçimlerini ve uygulamaları doğumu, evlenme aşamalarını, kız isteme kına yakma, düğün, kutlamalarını “ Düğüne giden oynar, ölüye giden ağlar “ anlayışı çerçevesinde algılamıştır. Asker uğurlamasındaki vatan görevinin kutsallığını, sevinçle karşılamış ve bu olguyu gelenekselleştirmiştir. Toprağın dirilişini baharı ve nevruzu, gelin görmüş, Türk geleneği anlayışı ile karşılamıştır. Saymakla bitiremeyeceğimiz bu halk kültürü üretimleri bağlamında halk, duygu ve düşüncelerini, haz alarak; sevinç, mutluluk, sevgi, aşk gibi… ve elem duyarak; acı, keder, ağıt, sevda gibi..duygularını yöresel naralarla haydaaa, hey, yah yah yooo zılgıt ve alkış gibi.. toplumsal heyecan ve coşkuya dönüştürmüştür. Oluşan bu kültürel yığılma, halkın bedeninde oyunun temel yapısı olan harekete ve hareketler serisine dönüşerek, adım ve adım cümleleri oluşmuş, elle, ayakla, defle davulla vb… ritim eşliğinde anlamlaştırılmış, ezgi ve Türkü ile anlam ve içerik derinliği kazandırılmıştır. Bu birikim başlangıçta, kişi ve kişiler tarafından üretilse de, köyden köye, dilden dile, kulaktan kulağa anonimleşerek yayılmış ve geleneği oluşmuştur. Olumlu ve olumsuz değişimlerle, kent merkezlerine ve diğer bölgesel yayılmalarla çeşitlenip, eş benzer oyunlar şekline gelmiştir. Halk üretmiş olduğu, bu oyun kültürünü bireysel bağlamda oda oyunları ve karşılamaları, toplu olarak da halayları oluşturmuş, beden dilinin bütün inceliklerini kullanarak topluma köklü kültürel değerlerini anlatmıştır. Bu bağlamda, Halk Oyunları: İnsanın, geleneksel yapı içerisinde süre gelen yaşam biçimini, inançlarını, tinsel ve sosyal değerlerini, duygu ve düşüncelerini, harekete ve hareketler serisine çevirerek, ritim eşliğinde, ezgili veya ezgisiz, anonim üretimlerle yaygınlaştırıp, bireysel veya toplu olarak , beden diliyle anlatma biçimidir.
Kendi öz kültürümüz olan halk oyunları ülkemizde, 1900 yılında, Rıza Teyfik Bölükbaşı tarafında yazılan “Raks” adlı ilk makaleden sonra, Türk aydınları tarafından, Folklor olarak dikkat çekmiştir. Mustafa Kemal Atatürk 1925 yılında, İzmir de izlediği Selim Sırrı Tarcan’ın düzenlediği, Tarcan zeybeğini izlediğinde, “Hanım efendiler, beyler! Selim Sırrı Bey zeybek raksını ihya ederken ona bir medeni şekil vermiştir. Bu sanatkar üstadın eseri hepimiz tarafından seve seve kabul edilerek milli ve içtimai hayatımızda yer tutacak kadar tekamül etmiş, bedii bir şekil almıştır. Artık Avrupalılara bizim de mükemmel bir raksımız var diyebiliriz. Bu oyunu salonlarımızda, müsamerelerimizde oynayabiliriz. Zeybek dansı her içtimai salonda kadınla birlikte oynanabilir ve oynanmalıdır.” Diyerek, Halk oyunlarına Türk halkı olarak önemsememiz gerekliliğini vurgulayarak, Cumhuriyetin ilk yıllarında, Halk Evleri ile birlikte gelişmesini sağlamış, çeşitli halkoyunları festivalleri düzenlenmesini ve bu konudaki derleme ve araştırma çalışmalarının yapılmasına vesile olmuştur. Atatürk’ün ölümünden sonra halk oyunları ve özellikle halk müziği ve bağlama, çağdaşlık adı altında müzik eğitim fakültelerinde ve milli eğitim müfredatımıza sokulmamıştır. Ama Cumhuriyetle başlayan derleme çalışmaları, Kültür Bakanlığı tarafından devam ettirilmiş, 1960 yılında kurulan Halk Eğitim Merkezi Genel Müdürlüğü, illerdeki teşkilatlanmalarından sonra bir çok il de halk oyunları toplulukları kurmuşlardır. 1964 yılında İstanbul’da kurulan, Yüksek Tahsil Gençliği Türk Folklor Enstitüsü Kurma Derneği, daha sonra Türk Folklor Kurumu na dönüştürülerek, üniversite gençliğinin öncüsü olmuş ve birçok kurumların, derneklerin kurulmasına vesile olmuştur. 1975 yılında, Kültür Bakanlığı Devlet Halk Dansları topluluğu, çeşitli gazete ve dergilerin yarışmaları, 1980 yıllarında başlayan Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı ve birçok kurum kuruluşlarca da seminer ve yarışmalar yapmıştır.
ŞENER GÜNAY
Devam edecek

BALKAN HARBİNİN TARİHSEL, SOSYAL VE SİYASAL DEĞERLENDİRMESİ

Ahmet Rodopman 
13. Bölüm
BALKAN HARBİ – LONDRA, BÜKREŞ BARIŞ ANTLAŞMALARI VE SON SÖZ
Osmanlı Devleti'nin isteği üzerine, 17 Aralık 1912'de toplanan Londra Konferansı'nda, Balkan Devletleri ve onların avukatlığını yapan Avrupa Devletlerinin (Avusturya, Almanya, İngiltere ve Rusya) istekleri kabul edilebilecek nitelik taşımadığı için Türk Hükümeti görüşmelerden çekildi. Bu arada, İstanbul'da da hükümet değişikliği olmuş ve yeni hükümet savaşa devam kararı almıştı. Devam eden savaşta, Yanya, İşkodra ve Edirne'nin de düşmesi üzerine Osmanlı Devleti şartları ağır da olsa, antlaşmaya razı oldu. Osmanlı Devleti'nin isteği üzerine tekrar toplanan Londra Konferansı antlaşma ile neticelendi (30 Mayıs 1913).
 
 Londra Antlaşması maddeleri ;
 
1- Osmanlı Devleti Midye-Enez hattının doğusuna çekilecek.
2- Arnavutluk ve Ege Adalarının durumunu Avrupa'nın büyük devletleri belirleyecek.
3- Selanik, Güney Makedonya ve Girit, Yunanistan'a verilecek.
4- Kavala ile Dedeağaç arasındaki topraklar Bulgaristan'a verilecek.
5- Orta ve Kuzey Makedonya Sırbistan'a verilecek.
 
BÜKREŞ ANTLAŞMASI (10 Ağustos 1913)
 
Balkan Savaşlarının 2.sinde beş devletle birlikte savaşmak zorunda kalan Bulgaristan, bütün cephelerde yenilerek Antlaşma istemek zorunda kaldı. Bulgaristan ile diğer Balkan devletleri arasında, yapılan görüşmeler sonucunda Bükreş Antlaşması imzalandı.
 
Bükreş Antlaşması Maddeleri :
 
1- Bulgaristan, Dobruca ve Silistre'yi Romanya'ya verecek.
2- Manastır, Üsküp, İştip ve Priştine Bulgarlardan alınarak Sırbistan'a verilecek.
3- Bulgaristan, I. Balkan Savaşı sonunda aldığı Selanik, Serez, Drama ve Dedeağaç'ı Yunanistan'a bırakacaktır.
Böylece Balkan Savaşlarının bittiği tarih kitaplarında yazılıyor.
BALKAN HARBİ SONA ERDİ Mİ?
Yazı dizimizin sonuna geldiğimizde yukarıda ki başlığı görünce sanırım şaşıranlarınız olmuştur. Bence bitmemiştir. Kolay kolay da bitmeyecektir. Nasıl ki yoksulluğumuz,yolsuzluğumuz, muasır medeniyetin gereklerine uymamamız, çağdaş yaşamın standartlarını top yekün uygulamayışımız bitmediği sürece, bitmeyecektir de. Bu böyle sürdüğü müddetçe de, dünya devletleri sıralamasında tüm iyilerde en sonlarda, tüm kötülerde ise en başlarda yerimizi almaya devam edeceğiz anlaşılan.
Burada söz savaşlardan açıldığına göre; savaşlarda kaybeden kimdir sorusunun yanıtı da açıkça ortaya çıkmış oluyor. Savaşlarda, kaybeden tarafta da, kazanan tarafta da kaybedenler hep yoksul halk kesimleridir denilebilir. Savaşanlar, savaşlarda yaralanıp sakatlananlar. Ölenler, kaybolanlar, tüm toplumlarda yoksul halk çocukları olmaktadırlar. Varsıllar veya toplumlarda etkin görevlerde bulunanlar, bir yolunu bulup askere gitmemekte, savaş bölgesini terk ederek bir başka yere gidebilmektedirler. Bunun tipik örnekleri Osmanlı İmparatorluğunda görülmektedir, fırıncılık, değirmencilik, imamlık gibi meslekleri olanlar veya bu gibi işlere savaş zamanı girmeyi başaran varsıllar savaşa gitmekten kurtulabildiği gibi savaş sonrası da işlerini yeniden kurmakta da fazla güçlük çekmemektedirler. Onun için burada Mustafa Kemal Atatürk’ ün,aklımızdan hiç çıkmaması gereken, savaş ve barış için söylediği o veciz ifadeyi bir kez daha tekrarlamak istiyorum.  ‘’Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmıyorsa savaş cinayettir”,’’Yurtta barış, Dünyada Barış’’
Yine Balkan Savaşlarına dönecek olursak,
Kırklareli sevdalısı bir kişi olarak Balkan Savaşlarında, hep adı büyük bir burukluk ve hicran ile anılan Kırklareli Muharebelerine ayrı bir önem verişimin anlayışla karşılanmasını isterim. Duygusal olduğu kadar, pek çok yönüyle anlamsal olarak da Kırklareli Muharebelerinin çok iyi bilinmesi, irdelenmesi ve sonuçlarının nedenlerin çok iyi değerlendirerek akıllıca dersler çıkarılması gerekliliğine inanmaktayım. Tarihi sevmeye ve merak etmeye başladığım çocukluk yaşlarımda Kırklareli Muharebelerini ilk öğrendiğim de günlerce, bu nasıl olur diye saatlerce ağladığımı anımsarım. Henüz ayrıntılarını bilmediğim için o günleri yaşayan veya yaşayanlardan dinleyenleri dinledikçe, akıl erdiremez, Balkan Savaşlarındaki inanılmaz olumsuzlukların nasıl bir biri ardı sıra oluştuğuna inanamaz, ancak bütün bunların sorumlularını o küçücük aklımla affedemezdim. Ne yazık ki o yıllarda Balkan Savaşlarını ayrıntılarıyla yazan belgeler çok azdı veya benim ulaşabileceklerin sınırlıydı. Tarih ders kitaplarında bulamadığım, tarih öğretmenlerime sorduğumda yanıt alamadığım bu konuyu, lisede Askerlik Bilgisi dersine gelen, savaşlar hakkında oldukça bilgili olduğu izlemini veren öğretmenime sormuştum. O da bu askeri bir strateji konusu diye geçiştirmişti. Ne ilginç bir süreç ki, hala resmi tarihin pek üzerinde durmayıp adeta unutulması için gayret gösterilen bir konu olduğunu anladım. Ve kendimce bir sonuca ulaşmıştım. Balkan Savaşlarında, sonuçlarında herkesin kabahati, suçu var. Onun için örtbas edilmeye çalışılıyor. Onun için sorumluları yaptıkları veya yapmadıkları işlerden dolayı cezalandırılamadılar.
Kaybedilen onca toprak parçası bir yana, Orta Çağdan kalan bir Din ve Tarım İmparatorluğunun 20. Yüzyıla gelindiğinde artık varlığını devam ettirme şansının kalmadığını görüp, çağın gerekliliklerini yerine getirmemeleri yüzünden yitirilen 1.000.000 dan fazla yetişmiş insan gücü, göç yollarında telef olan 2.000.000 genç, yaşlı, kadın, çocuk memleket evladının hesabını soracak birilerini aradım durdum. Ne yazık ki kaybedilen ne onca insan, ne onca yüzyılın maddi, manevi birikimlerinin sorumlularını anladım ama bulamadım. Yıllar sonra ışığı bol olsun Vedat Günyol ile görüşmelerimde gözümde yıldızlar çaktıran sözleri arayışlarıma yanıt vermiş idi. ‘’Geri kalmış ülkenin Aydınları da geri kalmıştır’’ ‘’Aydını geri kalmış bir ülkenin geri kalanları da çaresizlik çamuru içinde çırpınır durur’’. Sözleri hiç aklımdan çıkmamıştır. Bu sözlerin anlamını, 26 yıl süren, ülkemin en üst eğitim ve öğretim Kurumu olduğu düşünülen üniversitesinde ki akademik çalışmalarım sırasında da yaşayıp, şahit olduklarımı düşününce, günümüzde de çok bir şeyin değişmediğini görmenin üzüntülerini yaşadığımda anlamıştım. Bir çoğumuz da belki hala, yolda, pazarda, okulda, resmi dairelerde, insan ilişkilerinde yaşanılan mantıksızlıkları görüyordur. Bütün bu olumsuzlukları bilip de suçlusu bulunamayan yanlışlıklarda, kişileri suçlarken bunun yüzyılların gerisinden gelen geri kamışlık mirasından kaynaklandığını da düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.
Burada aklınıza elbette ne alakası var geri kalmışlıkla, savaşı kaybetmenin diye bir soru sormak aklınıza gelebilir. Önceki sayfalarda etraflıca, hatta kimine göre gereksizce uzun uzun anlatılan savaştan önce ve savaş esnasında yaşanılanları okudukça, bunun nedenleri, zaten çok iyi anlaşılacaktır. Savaşın başlamasından önce yapılmaması gereken hatalar silsilesi başlamış, son anına kadar devam etmiştir. Buradaki yanlış sadece köyünden ,toprağından zorla alınıp redif adıyla cepheye savaşmaya getirilen eğitilmemiş insanların üzerine suçu atmak, savaşmaktan kaçtılar deyip sıyrılmak işin en kolay tarafı. Diyelim ki onlar cahildi. Ya adlarının önünde ‘’ Paşa’’ yazan, eğitilmiş, konusunda deneyim kazanmış üst düzey askeri veya mülki erkana ne demeli ? İstihbarat denilen işlevin savaş öncesi ve savaşta yapılmayıp, kişilerin istek ve arzularına göre hareket etmek bir başka cahillik veya geri kalmışlık örneği değil midir ? 20. Yüzyıla gelinmişken, hiç gece askeri harekete katılmamış askerleri, ileri taarruza gönderirken, pusula diye bir aletin yön bulmak için gerekli olduğunun bilincinde olmaz mı bir komutan? Ve aynı birlik birbirinden ayrıldıktan sonra yönünü şaşırıp, karşısındaki arkadaşlarını düşman sanarak sabaha kadar birbirlerini öldürür mü? Ve bu durumdan bu birliklerin komutanlarının sabaha kadar haberleri olmaz mı? Bu durumun anlaşılıp, düşman askerlerinin sağ kalanların üstüne mermi yağdırmaya başladığın da silahlarını atıp geriye kaçılır mı ? Bulgarların nasıl yaparda 5-6 ayda alabiliriz diye düşünüp, planlar yaptıkları Kırklareli (Kırkklise) ye kurşun bile atmadan elini kolunu sallayarak düşman askerinin girmesini, cahil, okumuş, aydın, gerici, medeni, yabani hangi kafa, hangi mantık kabullenebilir ? Selanik gibi Avrupa’ nın göz bebeği, Osmanlı’ nın ikinci büyük şehri, büyük bir silah ve erzak yığınağın yapıldığı, ordu merkezi olan ve silahlı 40.000 askerin hazır beklediği bir şehir, Yunanlılara tek kurşun atılmadan teslim edilir, çıkılır mı? Savaş sürerken gece dinlenmesi için istirahate çekilen birliklerin nöbetçileri uyurda 400 asker uykuda süngülenerek şehit edilirde kimsenin uyanmaması affedilebilinir mi?
Kırklareli, Lüleburgaz, Çorlu muharebelerinde hep benzer şekilde, aç susuz bırakılan savaşçıların, silahlarını atıp,cephaneleri, erzak , hayvan, topları ve nakliye arabalarını bırakıp İstanbul’a kaçarlarken kar ve çamur ,içinde çökmüş, yorulmuş adeta tükenmiş hallerinin fotoğrafları gözlerimin önünden gitmiyor. İmparatorluğun başkenti İstanbul’ a 100 kilometre uzakta savaşan askerlerine erzak, cephane yetiştiremeyecek kadar naçar durumda olmadığını herkes biliyordur. İstanbul’ da yaşanan siyasi çekişmeler nedeniyle oluşan bu beceriksizlik yüzünden neredeyse düşman başkenti bile işgal edecek duruma gelmiştir. Ne yazık ki bu kadar duyarsızlığa söyleyebilecek bir şey bulamıyorum. Bulgar kuvvetleri Osmanlı askerlerinin terk ettiği savaş malzemeleri ile neredeyse savaşın sonuna kadar kendi bıraktıkları silahlarla Osmanlıları vurmuşlardır. Kırklareli’ de komik denilebilecek mazeretlerle bırakılan iki uçağı da düşünecek olursak Bulgar güçlerine o yıllar için havadan tespit edebilme olanağını bile ellerimizle vermiş olmanın hüznü bile yeter sanırım. Terk edilerek düşmanın eline geçen lokomotifler ,yük katarları bir yana yanan, yıkılan evlerin ötesinde üzerinde beş devletin kurulduğu koskoca bir Balkan yarım adası da her şeyi ile bırakılıp Meriç nehrinin doğusuna çekilmek zorunda kalınmıştır.
Burada suçlu aramaktan vazgeçmiş, sadece bozgun denilebilecek ve 600 yıllık Osmanlı, 2000 yıllık Türk tarihinde hiç rastlanılmamış bir şekilde yenilmenin ötesinde, hezimete uğrayan bir ordunun bu hale gelmesinin nedenlerini anlamaya çalışıyorum. Gerek günün modern savaş silahlarına sahip olamayış, gerekse 1876 yılından 1908 yılına kadar ülkede yaşatılan istibdat dönemi ve kısır siyasi ilişkilerin yarattığı karmaşık siyasal ortam, İttihat ve Terakki Partisinin iyi niyetine karşın yetersiz kadroları ile yönetimde gereken dirayeti gösteremeyip, ordu içinde en olmayacak bir çekişme yaratılarak, padişahtan yana olanlarla, meşrutiyetten yana olanların çekişmeleri. Bunlar ve bunlara benzer daha pek çok neden yazılabilir. O günleri tekrar yaşamak, kaybedilenleri geri getirebilmek ne yazık ki artık imkansız. Ancak tarihin önemli bir işlevi de, yaşanılanlardan ders alınıp, yapılan yanlışların bir daha yapılmaması için aklın kullanılmasını, örnekleri ile tespit edip, yol göstericisi olmasıdır. Umarım toplumun tüm fertleri olarak bir daha böylesi felaketlerle karşılaşılacak hatalardan kaçınarak, aklın ve bilimin önderliğinde, kendimize ve toplumumuza yaraşır şekilde düşünmemiz ve hareket etmemiz, yapacağımız en doğru davranış olacaktır.
İnternet ortamı için hayli uzun bir dizi şeklinde süren Balkan Harbi anlatısı burada sona ererken sanırım okuyan herkesin kendine özgü bir fikri oluşmuştur. Benim düşüncemi sorarsanız; uzun uzadıya yazmaktansa şöyle özetleyebilirim. Yazının başında da yazdığım gibi, bu sonuçlarda her kesin kendi özelliğine ve durumuna göre hatası veya suçu olduğuna inanıyorum. Ama olan olmuş, gelen geçmiş, ölen ölmüş diyerek bundan sonra neler yapabiliriz noktasına gelince, yine Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ ün gösterdiği ilkelerden hareket etmemiz gerekecektir. Gerekli ve yeterli bir eğitimle Atamızın işaret ettiği muasır medeniyet ölçütlerini kullanarak, çağdaş yurttaş olup, bilimsel düşünüp, doğru, dürüst, adaletli ve faziletli olarak, davranmamız gerektiğini düşünüyorum.
Ahmet Rodopman
Kaynakça:
1- Bir İmparatorluğun Yağması, İlhan Bardakçı, Ajans Türk Matbaacılık, Ankara, 1976 
2- Aram Andonyan, Balkan Savaşı, Çev. Zaven Biberyan, Aras Yayıncılık, İstanbul, 1999 
3- Balkan Harbi’ ne ait Hatıralarım, Birinci Ferik Zeki, Milenyum Yayınları, İstanbul 2013  
4- Balkanların Tarihi, Georges Castellan, Çev.Dr.AyşegülYaraman-Başbuğu, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1995 
5- Balkan Harbi, Mahmut Muhtar Paşa’ nın Savaş Hatıratı, M.Ziyaettin Engin, 1001 Temel Eser Tercüman Gazetesi, İstanbul, 1979   
6- Balkan Harbi Sırasında Osmanlı Ordusunun Moral ve Disiplin Durumu, İhsan Burak Birecikli, TÜRK YURDU DERGİSİ -Kasım 2012 - Yıl 101 - Sayı 303  
7- Birinci Balkan Savaşı Yenilgisinin İç ve Dış Sebepleri, Suat ZEYREK, İstanbul ünivers,tesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Doktora Tezi. İstanbul, 2012   
8- Balkan Savaşlarında Kırkklise(Kırklareli), Kırklareli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Kırklareli, 2018   
9- Kırklareli Vilayetini Tarih, Coğrafya, Kültür ve Eski Eserler Yönünden Tetkik. 2. Cilt.Ali Rıza Dursunkaya.  Kırklareli, 1947  - Efsaneden Gerçeğe Kırklareli,Nazif Karaçam,Kırklareli,1995  
10- Balkan Savaşları’ nın Analizi, Burak Köylüoğlu,2017, https://www.stratejivefinans.com/balkan-savaslarinin-analizi/
11- Büyük Bozgun ve Başkan Savaşları 1912-1913, Kasım Bolat, http://www.istanbultarih.com/makale/buyuk-bozgun-ve-balkan-savaslari-1912-1913.html  
12- Balkan Harbi, İsmet Görgülü, https://www.ttk.gov.tr/tarihveegitim/balkan-harbi/ 
13- Birinci Balkan Savaşı, https://tr.wikipedia.org/wiki/Birinci_Balkan_Sava%C5%9F%C4%B1  
14- İkinci Balkan Savaşı, https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0kinci_Balkan_Sava%C5%9F%C4%B1
15- Balkan Devletlerinin İttifak Arayışı ve Osmanlı Devleti, Suat Zeyrek, Dergi Park, İstanbul, 2014 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/102230

16 Aralık 2020 Çarşamba

BALKAN HARBİNİN TARİHSEL, SOSYAL VE SİYASAL DEĞERLENDİRMESİ

Ahmet Rodopman 
12. Bölüm
BALKAN HARBİ – EDİRNE ve KIRKLARELİ’NİN GERİ ALINIŞI-BÜKREŞ BARIŞ ANTLAŞMASI
Her ne kadar, Bulgar ve Osmanlı kuvvetleri arasında küçük çatışmalar dışında belirgin bir çarpışma olmuyorsa da, her iki orduda bulundukları noktaları terk etmemiş, şartların tüm olumsuzluklarına karşın hep karşı tarafın yapabileceği ani bir taarruza karşı tetikte beklemişlerdir.
Bu arada İstanbul’ da beklenilmedik siyasi gelişmeler olmuş, Kamil Paşa başkanlığındaki Osmanlı Yönetiminin İstanbul’ u kurtarmak için Bulgarlara Edirne’ yi vereceği söylentileri orduyu ve halkı isyana varan karşı gelişlere itiyordu. İstanbul’ da ortamın çok gergin olduğu bu günlerde, Enver Bey ve Talat Bey başta olmak üzere bir kısım İttihat ve Terakkici subay ve galeyana gelen halk Babıali’ ye giderek bu sorunu görüşmek istemişlerdir. Ancak Sadrazam Kamil Paşa ile görüşmek istekleri ateş edilerek karşılanmıştır. Sadaret Yaveri Ohrili Nafiz Bey gelen İttihat ve Terakkicilere ateş etmiş, ancak isabet ettiremeyince kaçarken Mustafa Necip kovalayınca karşılıklı birbirlerine ateş etmişler ve her ikisi de ölmüştür. Silah sesleri duyan Harbiye Nazırı Nazım Paşa odasından çıkmış, olanları anlamaya çalışırken, gelenlere hakaret edince Enver Beylerle birlikte başbakanlığa gelen Yakup Cemil adlı kişi, arkasından yanaşarak Nazım Paşanın başına bir kurşun sıkarak ölümüne neden olmuştur. Bu sırada Sadrazam Kamil Paşanın odasına giden Enver Bey ve arkadaşları silah zoruyla Kamil Paşa’ yı istifa etmeye zorlamış ve elinden el yazısı ile aldığı istifa mektubunu vakit geçirmeksizin padişah V.Mehmet ‘ e götürerek hemen o gün onaylatmıştır. Babıali Baskını olarak tarihe geçen bu olay 23. Ocak 1912 de olmuş, ardından Mahmut Şevket Paşa hükümeti kurması için sadrazam olarak atanmıştır.
30 Mayıs 1913 günü Londra’ da imzalanan Barış Antlaşmasıyla, Edirne’ nin Bulgaristan’a bırakıldığının resmileşmesi üzerine, Osmanlı topraklarında büyük gösteriler yapılmış. Eski başkentin Bulgarların eline geçmesini kabullenemeyen halk gösteriler yapmaya başlamıştır. Bu arada Londra Barış Antlaşmasının Bulgaristan hariç hiç kimseyi memnun etmemesi üzerine, Balkanlar’ da yeni bir savaş rüzgarı esmeye başlamış, Romanya başta olmak üzere, Yunanistan, Sırbistan Osmanlı’ nın topraklarının bölüşülmesinde haklarının yenildiği iddiası ile Bulgaristan’ a savaş açmışlardır.
Yaşanılan bu günler gerçekten olağan dışı şaşırtıcı olayların olduğu, üst üste olumsuzlukların görüldüğü günlerdir. Bunlardan yeni bir tanesi de Babıali Baskınından sonra Sadrazamlığa getirilen Mahmut Şevket Paşa Beyazıt’ ta silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetmiştir. Yerine bir kez daha Said Halim Paşa saderete getirilmiştir.
Beklenmedik bu koşullarda Bulgaristan Çatalca’ ya kadar gelen ordusunu Yunan sınırına çekmek zorunda kalmış, bir anda üç devletle birden savaşır hale gelmiştir. Zaten bir yıldan beri savaşmakta olan askerlerinin gerek fizik gerekse moral bakımından çökmüş olmalarından ötürü, her cephede savaşı kaybetmek üzer iken, bu durumdan faydalanmak isteyen yönetimi alan İttihat ve Terakkiciler Enver Bey komutasında Çatalca Ordusundan derledikleri birkaç birlikle Edirne’ yi almak üzere yola çıkmışlardır.
20 Temmuz 1912 günü Lüleburgaz’ ta toplanan 3 Piyade Alayı ve 2 Süvari Birliği ile  Edirne’ yi geri almak amacıyla yola çıkılmış 23 Temmuz 1912 günü Edirne ve Kırklareli’ ye giren Osmanlı birlikleri her iki şehrimizi de Bulgar işgalinden kurtarmıştır. Osmanlı silahlı kuvvetlerinin denetimine giren şehirlerde ki halk yaşadıkları zor günlerin sona erişini büyük bir sevinçle karşılamışlar ve mutluluk içinde kutlamışlardır. Ardından yeniden şehirlerinin imarı ve yanıp yıkılanların tamirlerini yaparlarken acılarını, yaralarını onarmaya başlamışlardır.
Yapılan bütün savaşların sonucunda uluslar arası geçerliliği olan sonucun belirlenip, karşılıklı kabul imzalarının atılması ve geçerli sağlanması için 29 Eylül 1913 günü Bulgaristan Krallığı ile İstanbul Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ila de Edirne ve Bulgaristan arasında ki sınır sonradan çok az değişiklikler yapılacak  da olsa belirlenmiş ve günümüze değin gelebilmiştir.
Devam edecek

14 Aralık 2020 Pazartesi

BALKAN HARBİNİN TARİHSEL, SOSYAL VE SİYASAL DEĞERLENDİRMESİ

Ahmet Rodopman 
11. Bölüm
BALKAN HARBİ – ÇATALCA SAVAŞLARI
Ekim sonu itibari ile savaşan birlikler birbirlerinden ayrılırken, Osmanlı kuvvetleri süratle Çatalca mıntıkasına giderken, Bulgar güçlerine ise 15 günden beri zor şartlarda yaşayıp, savaşmaları nedeniyle bir dinlenme süresi verilmiştir. Bu sürede yitirilen savaşçıların yerine yenilerinin yetişmesi, hasta ve yaralıların tedavisinin yapılması sağlanmıştır. Bulgar ordusunun Çatalca önlerine gelmesi 10 günü bulmuştur. Bu arada Bulgar birlikleri Malkara, Çorlu, Tekirdağ, Silivri yerleşim yerlerine de çatışma olmaksızın girmiş işgal etmişlerdir. Bu gecikmeleri Osmanlı’ lar için büyük bir şans olmuştur. Alman subayların görüş ve önerileri alınarak önceden de var olan Çatalca savunma hatları yeniden onarılıp güçlendirilmiştir, Kaybedilen askerlerin yerine imparatorluğun başka yörelerinden deneyimli , yetişkin savaşçı  birlikleri, getirilmiştir. Ordu yeniden dizayn edilmiş, tek bir komutam olarak Nazım Paşa tüm sorumluluğu yüklenmiştir. Trakya’da kötü bir sınav veren I, II ve III. Ordular Çatalca Ordusu adı altında birleştirilmiştir. Redifler tekrar eğitilerek savunma hattının hemen arkasında olacak şekilde yerleştirilmişlerdir. Gerek top, gerek makineli Tüfek, gerekse otomatik Tüfekler yenilenmiş,Terkos Gölü ile, Büyük Çekmece Gölü arasında oldukça tahkim edilmiş 40 kilometrelik bir savunma hattı oluşturulmuştur. Kara Kuvvetlerine yardımcı olmak üzere gerek Marmara Denizinde gerekse Karadeniz de Trakya kıyılarından düşman birliklerini bombalayacak savaş gemileri hizmete sokularak başkent İstanbul’un savunulması için elden gelen tüm hazırlıklar yapılmaya çalışılmıştır. İstanbul’ a hayli yakın olması nedeniyle, önceki savaşlarda yaşanan erzak, cephane ve asker tedariklerinde sorun yaşanmamış hatta askerin moralini yükseltmek için gereken dini ve psikolojik katkılarda bulunacak yetişkin insanlar görevlendirilerek, bu eksikliklerde giderilmeye çalışılmıştır. Balkan savaşlarında ilk olarak kullanılmak üzere getirtilen uçaklar, düşman mevzi ve savaş düzenini görmek için iyi bir şans olmuş, en azından bilinçli bombarduman yapılabilmesini sağlamışlardır.
12 Kasım gününe gelininceye kadar her iki tarafta hazırlıklarını büyük ölçüde tamamlamış olarak harbin başlaması için ilk hücum borusunun sesini bekler hale gelmişlerdir. 15 Kasım günü Osmanlı temsilcileri Bulgar Karargahına giderek mütareke (ateşkes) ve barış antlaşması teklifinde bulunmuşlardır. Ancak önceki günlerde kolay aldıkları savaşların şımarıklığını yaşayan Bulgarlar bu savaşı da kesin kazanıp, İstanbul’ a gireceklerini hayal ettikleri için buna yanaşmamışlar, Osmanlıları küçümseyerek teklifi önemsememişler,. keşif ve hazırlıklarını sürdürmüşlerdir.
17 Kasım 1912
17 Kasım sabah saat 05.00 de Bulgarlar 400 topla hep birden Osmanlı mevzilerini bombalamaya başlamışlardı. Peşi sıra piyadeleri de hücuma başlamışlardır. Bölgede sabahları oluşan yoğun sis ve Osmanlı siperlerinden açılan makineli tüfek atışları Bulgar öncü birliklerinde kargaşa ve telaşa neden olmuştur. Osmanlı askerinin yöreyi iyi tanıyıp, ona göre durum almalarıyla ve topçu birliklerinin isabetli atışları ile önce oldukları yerde hareket edemeyecek hale getirip sonra, deniz tarafındaki gemilerden yapılan top atışlarıyla da şaşıran düşman dağılma noktasına gelmiştir. Bulgar birliklerinin çok sayıda zayiat verdiği ve morallerinin bozulduğu akşam üstüne doğru bu sefer hücuma geçen Osmanlı kuvvetleri Bulgar güçlerini sabahki saldırıya geçtiği sınıra kadar geriletmişlerdir. Dolayısı ile gün, Bulgarlar için kötü geçmişti. Birlikler bütün bir gün savaşmaktan bitap düşüp geceyi dinlenerek geçirmek üzere istirahata çekilmişlerdi.
18 Kasım 1912
!7 Kasım gece yarısında Bulgar askerleri yine alışık oldukları kalleşçe oyunu onamaya başlamışlardı. Gündüz gözü ile dürüstçe savaş meydanında varlık gösteremeyince, 20 gece önce yaptıkları gibi sinsice  Osmanlı birliklerinin bölgesine girmiş, nöbetçilerin uyumasından yararlanıp, süngü hücumu ile ön saflardaki Osmanlı birliklerini süngüden geçirmiş, saldırdığı birliğin komutanı dahil 7 subay, 157 Osmanlı askerini şehit etmiştir. Tabya, Bulgar taburunun eline geçmiş hatta Bulgar piyadeleri 500 metre kadar Osmanlı hatlarının içine kadar sızmışlardır. Bütün bu üzücü gelişmeler olurken, Ne Bulgar ne de Osmanlı birliklerinin haberleri olmamıştır. Kolordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa, sabahın erken saatinde , o gün yapılacak taarruz planlarını gözden geçirmek üzere savaş alanını kontrol etmek için kurmay heyeti ile birlikte bu tabyaya gelirken ani bir ateşle karşılaşmış, kendisi iki yardımcı komutanı ve bir de Alman Subayı yaralanmıştır. İleri tabya olarak bilinen bu tabyada yaşanılanların intikamı daha sabah olmadan, bölge savunmasına gelen 25-26 Osmanlı Piyade alayları tarafından alınmıştır. Daha şehitlerimizin kanları soğumadan ani bir baskınla Bulgar Alayından 400 Bulgar askeri öldürülmüş , bir o kadarı esir alınmış, tabya da kanlı bir çarpışma neticesi geri alınmıştır. Gece aldıkları bu yenilginin sonrasında sabah yine saat 05.00 de top ateşi ile saldırıya başlayan Bulgar kuvvetlerine Kuzeyden ve Güneyden büyük bir top, makineli tüfek ateşiyle karşı çıkılmış, göğüs göğse yapılan çarpışmalar sonucunda Bulgar birlikleri yerlerinde kalamayıp gerilemek zorunda kalmışlardır. Denizden yapılan top atışlarına da karşı koyamayan Bulgar güçleri artan kayıpları nedeniyle hücumu bırakıp kaçma senaryoları düşünmeye başlamışlardır. 20 gün evvel yendikleri Osmanlı ordusunu bu kadar şiddetli savunma yapmasını şaşkınlıkla karşılamışlardır. Her yönden üzerlerine ölüm kusan Osmanlı askerlerinin süngüleri altında ölmektense, barış istemek zorunluluğu duymuşlardır. Ordunun bu isteği önce Sofya tarafından kabul edilmese de akşama doğru durumun ciddiliği komutanları tarafından anlatılınca zorunlu olarak ateşkesi onaylamışlardır. Gece yarısına doğru Bulgar ordusu top yekün Çatalca savunma hattını terk edip, geriye doğru 15-20 kilometre çekilmişlerdir. Geceyi bu bölgede Osmanlı kuvvetlerinin baskınına uğrama korkusu ile geçirten Bulgar ordusunun Trakya macerası sadece Çatalca çarpışmalarında 12.000 ölü, bir o kadar da yaralı, esir ve kayıp bırakmışlardır. Böylece  Birinci Çatalca Savaşı sona ermiş oluyordu.
20 Kasım da Çatalca’ da  Bulgarlarla ateşkes görüşmeleri başlamış ancak Bulgarların sürekli istekleri nedeniyle sonuçlandırılamamıştır. 3 Şubat 1912 ve 5 Şubat 1912 tarihlerinde Bulgar birlikleri yine toparlanıp hücuma geçmişlerse de Osmanlı birliklerinin inatçı direnişini kıramamış ve belirli bir sonuç alamadan geri çekilmişlerdir. İkinci Çatalca Savaşları adı verilen bu çarpışmalarla Çatalca maceralarına son verilmişlerdir.
Çatalca ‘ da istedikleri zaferi kazanamayacaklarını anlayan Bulgarlar bir kısım kuvvetlerini Gelibolu ve Edirne’ye savaşmaya göndermişlerdir Edirne’ nin 155 gün süren kuşatması 30 Mayıs 1913 de Edirne’ nin düşmesi ile biterken direnen, Balkanlarda ki Selanik, Yanya, İşkodra gibi şehirler savaşı sonlandırmak için silah bırakınca Londra Konferansı ile I. Balkan Savaşları sonlandırılmış oluyordu.
Devam edecek

KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...