23 Şubat 2022 Çarşamba

Gazeteci, Yazar, Şair Kamil TOMRUK






Hasan ÇALIKUŞU 

 _____________________________________________

Bugün vefatının 22. yılında Rahmetle anar, sevdiklerine ve yakınlarına sağlıklı ve uzun ömürler dileriz

______________________________________________

1925 yılında Bulgaristan’ın Kırcaali kasabasında doğdu. Küçük yaştayken 1927 yılında ailesiyle birlikte Anavatana göç ederek ailecek Pınarhisar’a yerleştiler. Annesi Şefika Hanım, babası Galip Bey’dir.

İlk ve orta tahsilini Kırklareli’de tamamladı. Askerliğini 3 yıl Eskişehir’de yaptı.

Memuriyet hayatına 1955 yılında Pınarhisar Adliyesi’nde başladı. Adliye Tutanak Yazmanlığı (Zabıt Katipliği) yaptı. Daha sonra Kaymakamlık Yazı İşleri Müdürlüğü’ne atandı, kaymakam vekilliği görevinde bulundu.

1958 yılında çağrı üzerine Pınarhisar Çimento Fabrikası’nda Hizmetiçi Eğitim Şefliği’ne geçti. 1980 yılında emekli olup, Kırklareli’ye yerleşti. 

1983 yılında politikaya girdi. 1984-1994 yılları arasında Anavatan Partisi’nden Kırklarel İl Genel Meclisi Üyesi oldu. İl Genel Meclisi Üyeliğini iki devre sürdürdü. 

1920’li yılların sonunda Üsküp’te değirmencilik yapan Necmiye Hanım’ın babası vefat eder.  Necmiye henüz dört yaşındaydı ve başka kardeşi de olmadığından anavatana göçmek üzere olan yakınları tarafından Üsküp’ten Kırklareli’ne getirildi. Kırklareli’de büyüyen Necmiye Hanım ve Kamil Bey ile karşılaşır ve 27 Ekim 1944 tarihinde Kamil Bey ve Necmiye Hanım evlendiler. Hüseyin, Zafer, Ayfer ve Aysun adında iki erkek ve iki kız, dört çocuk sahibi oldular. 

Kamil Bey bulunduğu çağda entelektüel ve yetenekli bir kişiydi. 1965-1975 yılları arasında Pınarhisar’da bir Gençlik Tiyatrosu kurdu. Ezilenler, Acı Nikâh, Parola, Ay Doğarken ve Murtaza adlı tiyatro eserlerini hem yazdı ve hem de sahneye koydu. Trakya’da tiyatroyu turneye çıkararak elde ettiği geliri o yıllarda deprem felaketine uğrayan vatandaşlarımıza gönderdi.

Şiire devlet memurluğu yaptığı 1937 yılında başladı. Duygu dolu ve gönül insanı olduğundan şiir ve yazılarına bu hali yansıyordu.  Şiirlerinde iç dünyasının yansımaları kadar Atatürkçü, laik, toplumcu, öğüt verici yapılara da rastlanmaktadır. Bir kısım şiirlerini Yaşamın İçinden (1994) ve Dünden Bugüne (1996) isimli iki kitapta topladı. Bunların dışında daha birçok toplanmamış şiiri mevcuttur. 1948 yılından başlayarak düz yazı ve şiirleri son zamana kadar yerel basında yayınlandı.

Uzun yıllar Yeşilyurt ve Gerçek Gazetesi’nde düz yazı ve köşe yazıları yazdı. Toplumun dertlerini ve sorunlarını hiç çekinmeden yazılarına aktarırdı. 

Sosyal yönden aktif ve cesurdu. Kırklareli Türk Basın Birliği ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin başkanlığını yaptı. Uzun yıllar Türk Basın Birliği Kırklareli Şubesi Başkanlığını yaptı. 

Vefatından bir yıl önceye kadar aktif olarak Kırklareli Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlığını onurla, büyük bir enerji ve dirençle yürüttü. Bu görevleri kap pili ile gözünde kataraktla yapıyordu. Yazmayı, okumayı ama her şeyden önce Atatürk’ü ve Kırklareli’yi o kadar çok seviyordu ki hiçbir şey onun gözünü sağlığı dâhil korkutmuyordu. ADD Kırklareli Şubesi’nin Kırklareli’de köklenmesi, vali ve belediye başkanlarının Atatürkçü anlayışı benimsemeleri için çok uğraştı, hata yapan yöneticileri sert biçimde eleştiren yürekli, korkusuz, ödünsüz ve coşkulu makaleler yazdı. 

Kamuoyunu ilgilendiren haksızlıklara, aymazlıklara, sözde aydınlara, menfaat ve ihanet odaklarına çok öfkelenirdi. Örneğin “Kıyak Emeklilik” denilen yasayı tepki ile karşılamış, her seviyede bu yasayı protesto etmişti. 

Kamil Tomruk, Ali Coşkun Yanardağoğlu, Ali Nazmi Üstündağ ve Fuat Gürkaş arasında sıkı ve eski bir dostluk vardı. Daha sonra genç nesilden beni de aralarına almışlardı. Artık hep birlikte birçok kültürel aktivite ve sosyal faaliyetler tertiplemeye, aynı derneklerde görev yapmaya başlamıştık. Bu işlerin sekreterya, duyuru ve afiş hazırlama işleri bende olurdu. 

Kırklareli Kültür ve Dayanışma Derneği Yönetim Kurulu üyeliğini uzun yıllar sürdürdü. Vahit Lütfi Salcı, Aşık Ali Tanburacı, Şair Avukat Niyazi Akıncıoğlu, Halide Nusret Zorlutuna ve bir çok Kırklareli’de iz bırakan kişileri anma toplantılarını dernekteki arkadaşları ile birlikte düzenledi. Daha başka derneklerde de üyeliği bulunuyordu. Torunu yaşındaki gençlere taş çıkartırcasına sosyal anma toplantıları, Anıt Kabir ziyaretleri, Anavatan Partisi’nin Ankara ve Trakya bölge toplantılarında hep ön saflardaydı. 

Kamil Bey ile ilk tanışmamız 1989 yılında Kırklareli Belediye’sinde memuriyete başladığım ilk yıllarında oldu.  O sırada Kırklareli Türk Basın Birliği Kırklareli Şubesi Başkanlığı görevindeydi. Şube işlerini yürütmek için bir irtibat bürosuna ihtiyacı vardı. Belediye Başkanı Ali Nazmi Üstündağ belediye girişinde bulunan Veteriner Müdürlüğü bürosunu birlikte kullanılmasını önerdi. Genellikle görevim gereği öğleden sonraları büroya gelebildiğimden o zamana kadar Kamil Bey yazışmalarını tamamlardı. Büroda yaptığımız günlük sohbetler, gazete yazıları ve kültür konuşmaları ile birbirimizi daha yakından tanıma fırsatı bulduk.. 

1995 yılında Atatürkçü Düşünce Derneği Kırklareli Şubesi kurulurken yine Kamil Tomruk,  Ali Coşkun Yanardağoğlu ve ben kurucu üyeler arasındaydık. Kamil Tomruk Türk Basın Birliği Kırklareli Şubesi Başkanı, Ali Coşkun Yanardağoğlu ise Kırklareli Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı olduğundan diğer arkadaşlarla birlikte ADD Kırklareli Şubesi Kurucu Başkanlığı’nı bana layık görmüşlerdi. Şampiyon Hersekli Oteli altındaki pasajda ADD Kırklareli Şubesi açılışına Kırklareli Valisi Çetin Birmek, Atatürk Öğrencileri Derneği kurucu başkanı avukat Doğudan Bayülgen, Türk hukukçu ve felsefeci Ord. Prof. Dr. Reşat Kaynar, Kırklareli Vilayet Meydanı Atatürk Anıtı heykeltraşı Rahmi Artemiz törene katılanlar arasındaydı. Benden sonra ADD Kırklareli Şube Başkanı Kamil Tomruk oldu ve dört yıl başkanlığı büyük bir başarı ile sürdürdü.

Son zamanlara kadar Gerçek Gazetesi’nde köşe yazıları, şiirleri, ADD ve Türk Basın Birliği Kırklareli Şubesi Başkanlığını sürdürüyordu. 

Kamil Tomruk’u en son görüşüm Devlet Hastanesinde tesadüfen olmuştu. Kalp rahatsızlığından dolayı poliklinik önünde oturmuş, rengi atık bir vaziyette sırasının gelmesini bekliyordu. Hiçbir zaman kimliğini ve siyasi nüfusunu kişisel işlerinde asla kullanmaz, her vatandaş gibi hakkaniyetle ve mütevazı bir halde çağırılmasını bekleyecek kadar yüce gönüllüydü. Birkaç gün sonra da maalesef vefat haberi geldi. 

75 yaşında evinde vefat eden Kamil Tomruk her yönü ile cesur bir Atatürkçü, Laik ve Cumhuriyetçi bir kişi olarak yaşadı. Eşi Necmiye Tomruk ise Eylül 2016’da hakkın rahmetine kavuştu.

Kamil Tomruk’un vefatından sonra sevenleri derin üzüntü duydular. Kırklareli’de artık onun sık sık Atatürk için yapacağı çağrı ve bildirilerden yoksun kalacaktık. 

Onun ardından Kırklareli eski Belediye Başkanı Alı Nazmi Üstündağ bir şiir kaleme aldı. Edirne ADD Onursal Başkanı Dr.Ahmet Saltık bir makale yazdı. Ben de Önadım Gazetesindeki “Dünya Dönerken” isimli köşemde bir yazı kaleme aldım. 

Gazeteci, yazar, şair Kamil Tomruk unutulacak bir kişi değildi. Vefatının birinci yılında 23 Şubat 2001 tarihinde Kırklareli Kültür ve Dayanışma Derneği Kırklareli Şubesi olarak bir “Anma Toplantısı” düzenledik. Özel İdare İşhanı TMMOB Lokalindeki toplantıda kızı Ayfer Tomruk babasının hayatını anlattı. Daha sonra Kamil Tomruk’un şiirlerinden örnekler dinlendi. Hatice Paker “Ne Gördüysem Onu Yazdım”, Suna Yılmaz “Halkçılık”, Perihan Atçı “Ben Bilgi Çağı” şiirini okudu. Daha sonra Dr. Nazmi Tunçay Kamil Tomruk ile olan anılarını anlattı. Ardından Aylin Demirken “Bu nasıl İnsan Hakları Günü”, Müjgan Demiryürek “Ben Uğur Mumcu’yum”, Çiğdem Değirmenci “Kader mi, Yoksa Şans mı?” şiiri okudu. Gerçek Gazetesi Yazarı Ruhsar Tuncan, Kamil Tomruk’un gazetecilik yönünü ve anılarını anlattı. Kamil Tomruk’un şiirlerinden “Ne Soran Olur, Ne Duyan” şiirini Semih Vataf,  “Bir Daha Dönmek Yok, Onu Bilesin” şiirini Emre Alarslan, “Kırklareli’ye Ağıt” şiirini Sibel Asan, “Dostluk ve Sevgi” şiirini Elif Yılmaz ve “Biz ve Evren” şiirini Semih Tuna seslendirdi. Kamil Beyin etkinlik, yürüyüş ve eylemlerini içeren görsellerden sonra son olarak oğlu Hüseyin Tomruk söz alarak ailesi adına konuştu. 

Kamil Tomruk unutulacak bir kişi değil aksine Atatürkçü, Laik ve Cumhuriyetçi bir yazar, gazeteci ve şair olarak örnek gösterilecek bir aydındı. Kırklareli siyasetinde, kültür ve cemiyet hayatında iz bırakanlardan oldu.

20 Şubat 2022 Pazar

HAYATLARI KIRKLARELİ’NDE KESİŞEN İKİ İNSAN: SABAHATTİN ALİ VE NİYAZİ AKINCIOĞLU(*)

 Akın Güre





Bu yılın 2 Nisan günü, Sabahattin Ali’nin Kırklareli'nde öldürülüşünün 71. Yılıydı. Aynı şehirde ömrünü geçirmiş ve Ankara’da 1979 yılında vefat eden 1940 kuşağının tanınan şairi Niyazi Akıncıoğlu için 2019 yılı, doğumunun 100. Yılıdır.Bizler bu vesileyle  bugün onu anmak üzere buradayız.

Onun adına bir sempozyumun ilk defa yapılıyor oluşu bir sevinç kaynağı bizler için. Anısını yaşatabilmek, hatırası önünde saygıyla eğilebilmek adına çok önemli bir günü yaşıyoruz bugün. Emeği geçenlere bir kere daha teşekkürü borç biliyorum. 

Böyle bir sempozyumun yapılacağı günü yıllarca hayal ettim. Şimdi hayal gerçek olunca söylenecek sözlerimin heycanımı anlatmaya yeteceğinden emin değilim. 

Kırklareli Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doç.Dr. Ali Kurt geçtiğimiz Mart ayında Niyazi Akıncıoğlu için yazdığı kitabını anlattığı etkinlikte konuşurken şehirde Niyazi Akıncıoğlu’na dair hiçbir iz bulamamaktan dolayı yaşadığı hayal kırıklığından bahsetmişti. Bu durum eminim ki benim gibi bir çok kişinin ortak üzüntüsüdür. Bunun sebepleri nelerdir? Bu unutkanlığın, yok sayılmanın Niyazi Akıncıoğlu ve ailesine olduğu gibi onun kişiliğine ve şairliğine hayran olan sevenlerine karşı da büyük haksızlık olduğunu söylemeliyim. Niyazi Akıncıoğlu hayatının son 30 yılının geçtiği bu şehirde yaşamaktan dolayı çok mutluydu. Şair ruhu hiç şiir yazmadığı zamanlarda bile ona yol gösteriyordu. Şiir yazmadı son yıllarında ama hep bir şair olarak yaşadı. Birilerine göre yalnız mıydı? Uzaktan bakınca öyle düşünenler olabilir. Evet, her yerde görülmeyi, törenlere falan katılmayı pek sevmezdi. Kendine yakın bulduğu dostları tanıdıklarından azdı belki ama hepsi onun sihirli dünyasına katılmayı hak ettikleri için yanında olmaktan mutlu olan insanlardı. Yanlış anlaşılmasın onu seçkinci bir tavır içinde düşünmenizi istemiyorum. Konuştuğu insanları seçerken ayrımcılık yapmazdı, hemhal olmak için öyle üstün özellikleri falan şart koşmaz, önemsemezdi. Samimiydi, kibirli biri değildi. Ona yakınlaşabilmek bir bakıma çok kolaydı. Tıpkı benim yaptığım gibi.

Hükümet konağının karşısındaki avukatlık bürosunda onu ziyarete gittiğimde itiraf etmeliyim ki biraz tedirgindim. Henüz üniversitenin ilk yıllarındaydım. Tarihi tam olarak hatırlamıyorum ama galiba 70 'li yılların başıydı. Acaba konuşma isteğime nasıl yaklaşacaktı? Çok sevdiği dostu olan babamın hatırına kabul edilen bir randevuya giderken karışık duygular içindeydim. Bir cumartesi sabahı benim için kapısını açtığı bürosunda kabul edilmiştim. Derdimi çok iyi anlatamamıştım belki ama Niyazi Akıncıoğlu, neden geldiğimi, neden burada bulunmak istediğimi anlamıştı. Karşısındaki gencin şiir sevdasını sezmiş, kendisine yönelik bu ilgiyi şiir üzerinden kurmasına sevinmişti. Belki yaşadığı bu şehirde görmeye alışık olmadığı bir yaklaşım yüzündendi bu. Eski şair arkadaşları arasında o dönemin en iyilerinden biri olduğunu öğrenmiş olmama rağmen şiirlerinden pek azını biliyordum ne yazık ki...Çekinerek başlayan sohbet kısa zamanda karşımdaki insanın doğasına dönüşen bir rahatlığa kavuşmuştu. Sorularıma verdiği cevaplar baştan beklemediğim bir içtenliği yansıtan cümlelelerden oluşuyordu. Eski şair arkadaşlarıyla ilişkilerini, bunların arasına karışan hayal kırıklığına benzer anılarını benle paylaşırken sanki yakın bir arkadaşıyla konuşur gibiydi.Sizler de şaşıracaksınız ama o sabah Niyazi Akıncıoğlu beni şaşırtacak başka bir şey daha yaptı. Sohbetimizin sonuna doğru benden hiç bir istek gelmemesine rağmen masasının üzerinde duran bir dosyaya doğru uzandı. Avukat olan babamın bürosundan görmeye alışık olduğum kenarları bükük, rengi solmuş, pelür kağıtlarla dolu eskimiş karton dosyayı bana vermek üzere uzattı. Baştan içinde ne olduğunu anlamadım. "Al oku" dedi. "Sonra geri getirirsin." Yazdığı bütün şiirleriydi verdiği. Heycandan titiriyordum ama açık vermedim.

Dosyayı alıp yanından ayrılırken onu daha iyi tanıyordum artık. 

Yıllar sonra babamı kaybettim. Yaşadığı evde bana kalan kitaplarını toplamak üzere Kırklareli'ne gelmiştim. Kitaplar arasında dolaşırken gözüme ilişen iki kitabı diğerlerinden ayırdım, evin başka bir köşesine çakilip karıştırmaya başladım. Kitaplardan birinin adı Umut Şiirleri idi. Niyazi Akıncıoğlu'nun şiir kitabı babamdan bana kalan kitapların içinde en değerli olanıydı. Oğlu sayın Tevfik Akıncıoğlu tarafından "Baba dostuna sevgilerimle" diyerek imzalanmıştı. Tarih 6.3.1985 yazılmıştı. Kitaptaki şiirleri yeniden okurken yıllar önce bana verilen pelür kağıtlara yazılmış şiirlerin doldurduğu eski dosyayı hatırladım. O zaman okuduğum şiirleri kitaplaşmış haliyle görmek beni yeniden mutlu etmişti. Bu kitabı özenle ayırıp yanımda götürdüm. Şimdi benim kütüphanemde duruyor.

O gün Kırklareli'nde babamdan boşalmış evde incelediğim diğer kitap ise Kırklareli'nin geçmişine ait bir çalışmaydı. Yazarı tarafından "Sayın Behzat Güre'ye en iyi dileklerimle" diye yazılarak imzalanmıştı.Tarihi 23.9.1995 olarak okunuyordu. Bu kitaptan yeni haberim olduğu için hemen merakla safalarını çevirmeye ve hızlı hızlı okumaya koyuldum. Okumamı İstanbul'da döndükten sonra bitirdim. Beynimden vurulmuşçasına bir şaşkınlık içindeydim. İki kitabı yan yana koydum. Birinin kapağında Umut Şiirleri yazıyordu. Şairi 1979 yılında aramızdan ayrılmıştı. Diğerinin kapağında Efsaneden Gerçeğe Kırklareli yazıyordu ve 720 sayfalık kitabın hiç bir sayfasında Niyazi Akıncığlu'nun adı geçmiyordu.

Bu nedenle bugün gerçekleşen ilk Niyazi Akıncıoğlu sempozyumu konuşması için hazırlık yaparken bunları konuşmam gerektiğini düşündüm önce. Niyazi Akıncığlu'na yapılan haksızca suçlamaların, hazırlanan koplonun eseri olarak başlayan bir unutturma çabası ne yazık ki uzun yıllar bu şehirin insanlarınca görmemezlikten gelindi, ya da umursanmadı. 


Niyazi Akıncıoğlu benim için bu şehirdeki insanlar içinde gençliğimden tanıdığımdan beri hep farklı biri oldu. Ama bu farklılığı ilişkilerin düzeyi açısından kullanmaya çalışmazdı Akıncıoğlu. Yakın dostluklar kurduğu insanlarla ömür boyu hatırlanacak sohbetleri olurdu. Yardım severliği, adaletin sağlanmasına yönelik duruşunun doğal bir sonucuydu. Şairliğini ciddiye almak için söyledikleri kendisini övmenin ötesinde şiire olan saygısının bir gereğiydi. Başından geçen olayın hayatında yarattığı olumsuzlukları asla münzeviliğe sığınarak geçiştirmedi. Başkalarının söylediğinin tersine şiire, yargılandığı davadan tutukluluğu bittikten sonra eskisi kadar sarılmasa da başarılı bir avukat olarak işine mükemmeliyetçi yaklaşımla sarılarak kendini kabul ettirdi, saygı gördü ve hep aranılan biri oldu. Gerçeklerle yüzleşmeyi bir hukuk savunusuna dönüştürerek inancına uygun bir yaşam tarzını benimsedi. Baro Odasında genç avukat arkadaşlarına yardımcı olmak için kucak açması, onlara hukuki çözümler için yol göstermesi bizzat şahit olduğum özellikleriydi. Ama hak edenleri eleştirmekten de uzak durmazdı. bunun için mizahı çok iyi kullanırdı. İncitmeden yapardı bunu. Okumak kadar topluma önderlik etme önceliği fedakar kişiliğinin bir gereği ve parçasıydı. Yardım etmeyi, güçsüzün, çaresizin elinden tutmayı seviyordu. Ama yalnızdı. Onu bu yalnızlığa iten taşra koşullarıydı. İstanbul’dan uzaklaşıp hayatını sürdürmek için seçtiği bu kent onun ölçeğinde biri için zorluklarla doluydu. İçinde yaşadığı sosyal çevrenin değer yargıları, sanata bakışı, insan ilişkileri kadar o zamanki siyasi hayatın özgürlük ve demokrasi gibi evrensel doğrularla uyuşmayan düzeyi onu hep rahatsız ediyor, siyasi tercihlerini de buna göre belirliyordu. O bir liberaldi,  özgürlüğe ve adalete inananıyordu. Bu ikisi olmadan demokrasi olmaz diyen biriydi. Üniversite yıllarında tanık olduğu Nazi faşizminin yıkıcı, insanlık dışı saldırganlığı ona demokrasi ve özgürlükten yana bir siyasi çizgide durmayı öğretmişti.  Bu çizgisinden hiç ayrılmadı. Savaş sonrası soğuk savaş kamplaşmasında bir aydının düşünce keskinliği ile barış ve özgürlüğün nasıl kurulması gerektiğini boyuna sorguladı. İdeolojik bağlılığın yarattığı tabulardan, dar kalıplardan, ezberci yaklaşımdan hep uzak yaşadı. O bir hümanistti, bir kültür adamıydı. Ülkesini seven bir vatanseverdi.

Avukatlık yapmaya başladığı yıllarda adını edebiyat çevrelerinde duyuran Sabahattin Ali ise çıkardığı dergiler ve yazdıkları yazıları nedeniyle tek parti iktidarının hışmına uğramıştı. Sosyalizme ideolojik olarak sonuna kadar inanan bir solcuydu. Yaptığı eleştiriler iktidardakileri rahatsız ediyor, onu düşmanlaştırma, karalama kampanyasının hedefi haline getiriyordu. Sabahattin Ali bilindiği gibi sonunda kaçmaktan başka bir çaresi kalmadığını anladığında kendisini takip eden istihbarat ajanlarının eline düştü. Kırklareli’nin Bulgaristan sınırına yakın Sazara köyünde öldürülmüş olarak bulunduğunda aradan yaklaşık 6 ay geçmiş ve cesedi yakınları tarafından zorlukla teşhis edilebilmişti. Cinayeti üstlenen Ali Ertekin polisin kullandığı bir kaçakçıydı ve 4 yıla mahkum olmuştu. Ancak aftan yararlanıp serbest bırakıldı. Sabahattin Ali cinayeti derin devlet olarak hep devrede olacak bir takım güçlerce gerçekleştirildi. Öldürüldü, çünkü susturulması gerekiyordu. Belki bu yok ediliş solculara, özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren çevrelere gönderilmiş bir uyarı mesajıydı. Hatta bazı iddilara göre kaçış olayı da bu planın parçası olarak tezgahlanmıştı.

İktidarla şehir bürokrasisi arasındaki parti üzerinden kurulan köprüyle gerçekleşen organik bağ merkezdeki birilerince yazılan komplo senaryoları zorlanmadan uygulama şansı verir. Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşları için hazırlanan komployu daha iyi anlayabilmemiz için olayların cereyan ettiği şehirdeki buzihniyete o günün siyasi atmosferinde hakim olan koşulları ilave etmemiz gerekiyor. 

Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü tarih 1948 baharıdır.  Ülkede tek parti rejiminden çıkma süreci hızlanmıştır. Ancak savaştan çıkmış batı dünyasında kapitalist sisteme tehdit oluşturan Sovyetler Birliği ciddi tehlike olarak görülmektedir. Türkiye kendini batı bloku içinde yer alarak güvende hissedecektir. Demokrat partinin iktidara gelmesinden sonra ona destek veren liberallerin beklentilerinin tersine iktidar sol kesimlerin üzerine yürümeye kararlıdır. Batı blokunun gözüne girebilmek için Sovyet sınırında iyi bir muhafız olduğunu göstermesi gerekmektedir. Köy Enstitüleri gibi sosyalizmi çağrıştıran kurumların kapanması şart olmuştur. 

Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşlarınıntutuklandıkları günlerde siyasi atmosfer aşağı yukarı budur. 26 Mart 1953 sabahı evi polislerce basılır. Dokuz gün sonra da hakim önüne çıkarılır. Ondan sonra cezaevi günleri başlar. Öncesinde iktidardaki parti değişmiş, Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimlerinde demokrasi vaatleri ile yönetimin başına geçmiştir. Unutmadan söyleyeyim: Komünizm propagandası iddiasıyla tutuklandığı sırada Niyazi Akıncıoğlu Demokrat Parti’nin üyesidir, hatta 1952’de partiyi desteklemek için Yayla diye bir dergiyi çıkartma hazırlıkları yapmaktadır. Onu sorgulayan savcı ise bu derginin tersten Alyay şeklindeki okunuşunu bir delil gibi kullanıp mahkemeye sunacaktır. İstihbarat teşkilatı tarafından "Köyleri Kalkındırma Derneği" adıyla İstanbul'da  tuzak bir dernek kurulmuştur. Ajanlar devreye sokulur, şahitler ayaranır, verilecek ifadeler belirlenir. Oyun yazılmıştır. 

Tutuklamalar ve açılan davalar az önce dediğim gibi Türkiye Hükümetinin batıyla olan siyasi ilişkilerinevrildiği yön ile yakından alakalıdır.  Türkiye Nato’ya girmiştir. Artık onun Batı’ya karşı Komünizmle mücadeleci tavrını inandırıcı şekilde göstermesi gerekmektedir. Bunun karşılığında ordusunun daha iyi silahlandırılmasını Batı 'dan isteyecektir. Kore’ye de asker bunun için gönderilmiştir. Yine aynı yıllarda İstanbul’daki meşhur TKP tevkifatı gerçekleşir, yüzlerce solcu aydın tutuklanır. Sabahattin Ali ile Akıncıoğlu ve arkadaşlarına hazırlanan komplonun kurucu aktörleri aynıdır, sadece kurbanları farklıdır. Açılan dava yaklaşık iki yıl süren mahkumiyeti de getirir. Dava duruşmaları boyunca savcının sunduğu iddianemenin üzerine inşa edildiği sahte ifadeler aylarca sürerken Niyazi Akıncıoğlu sadece dinler. Niyazi Akıncıoğlu şairliği kadar güçlü bir hukukçudur. Gençliğinde hakim olmak istemiş ama sıkı bir ceza avukatı olmuştur. General Fevzi Çakmak’ın yeğeni Adnan Çakmak ile kendisine husumet besleyen Savcı Hüseyin Tarhan tarafından tezgahlanan komployu çözmüştür. Savcı Hüseyin Tarhan'nın mahkemeye sumduğu iddianameyi müthiş bir savunma ile çürütür ve hem kendisin hem arkadaşlarının aylar sonra beraat etmesini sağlar. Savunma sırasında Hüseyin Tarhan mahkeme salonunda yoktur. 

Sabahattin Ali’nin 2 Nisan 1948 yılında öldürülüşü ile Niyazi Akıncıoğlu davasının  benzer bir mahkeme süreci ve aynı tarihsel koşullar içinde nasıl kesiştiğini görmenizi istiyorum. Sabahattin Ali, ülkesinden kaçmayı mücadelesi ve hayatta kalabilmesi adına tek çözüm olarak görmüştü ve öldürüldü. Niyazi Akıncıoğlu'na gelince o yaşadığı şehirde kişiliği ve mesleki itibarıyla dik durmayı, onuruyla yaşamayı başarabildi. Dünya görüşü sol bir çerçeve içinde gözükse de aslında demokrat ve hümanist bir kalıba uygun düşmekteydi. Okuduğu sol literatürdeki kitaplar sınırlıydı. Savunmasında hiç sakınca görmeden açıkladığı gibi Marksizm klasiklerini pek incelememiş, sadece Lenin tarafından yazılan Devlet ve İhtilal kitabını okumuştu. Daha ziyade takip ettiği güncel dergilerdeki sanat ve edebiyat yazılarını okurdu. Nitekim yaptığı savunmada kendisini liberal bir kişi olarak tanımlamıştır. Özgürlük ve adalet aşığıydı. Savcı iddianamesinde kendisini komünist yakıştırması ile suçlarken o buna şiddetle karşı çıkmış ve Sovyet yönetimi üzerinden komünizmineleştirisini yapmıştı. 118 sayfalık savunması müthiş bir analiz gücüne dayalıdır. Olaylar arasındaki bağı, istihbarat ve savcılık eliyle yapılmış kurgudaki açıkları, hataları çok net şekilde açığa çıkartmış masumiyetini arkadaşlarının da mağduriyetini önleyerek mahkeme heyetine ispatlamıştır. Avukat kimliğiyle özgürlüğe ve hukuka olan tutkusunu bir kere daha göstermiş ve davada tutuklu bütün arkadaşlarının beraatını bu muhteşem savunmayla sağlamıştır. 

Konuşmamı bitirirken Niyazi Akıncıoğlu gibi dünyamıza nadir gelen çok yönlü şahsiyetlerden biri sayılacak bir insanın  değerini anlamanın, gelecek kuşaklara bunu aktarmanın önemini bir kere daha vurgulamak istiyorum. Yıllar sonra, doğumunun 100. yılında gerçekleşen bu sempozyumda geç kalınsa da gelecek adına umutlu olmak gerekir diye düşünüyorum.Onu tanımaya ve anlamaya yönelik bu çağrının asıl muhatapları elbette bu kentin arkamızdan gelen genç kuşakları olacaktır.


(*) 2019 Yılında Kırklareli'nde yapılan Niyazi Akıncıoğlu sempozyumunda yaptığım konuşmadır.

14 Şubat 2022 Pazartesi

YOLU KIRKLARELİ’NDEN GEÇMİŞ ÖRNEK BİR AYDIN: AVUKAT AYATA BEĞENSEL



Akın Güre

Adını hatırlayan benim kuşağımdan kaç kişi kalmıştır, bilmiyorum. Ölüm haberini duyuran gazeteye göre, 1927 Çubuklu İstanbul doğumlu, 2017 yılında aramızdan ayrılan  Avukat Ayata Beğensel Türkiye İşçi Partsi’nde Kırklareli İl Başkanlığı ve Genel Yönetim Kurulu üyeliği görevlerinde bulunmuştu. Uzun yıllar DİSK üyesi Gıda-İş sendikası’nın avukatlığını yapmıştı.  Cenazesi ikindi namazından sonra Şişli Camisi’nden kaldırılacaktı…

1960’lı yıllarda  yeni bir ivme kazanan işçi sınıfı hareketi içinde tanınmış bir isimdi Ayata Bağensel. 1963-1969 döneminde TİP, 1973-1977 döneminde Sosyalist Parti ve 1977-1980 arasında da Sosyalist Devrim Partisi içinde yer aldı. TİP’in Trakya’daki  örgütlenme çalışmalarında bulundu. TİP’in meclise 15 milletvekili soktuğu 1965 seçimlerinde birlikte çalıştığı arkadaşı Kemal Nebioğlu  Tekirdağ Milletvekili seçildi. 2006 yılında vefat eden arkadaşının arkasından Cumhuriyet Gazetesine konuşurken o günleri şöyle anlatıyordu:

“1963 yılı ortalarında bir grup arkadaşla birlikte O günlerin, 1960’lı, 70’li, 80’li ve devam eden yılların heyecanını bir kez daha yeniden yaşarken, ortak anıların içinde bugünün üzüntüsünü, güçlüğünü yine Nebioğlu ile el ele yendik. Birçok kereler olduğu gibi. Parti çalışmalarında, sendika çalışmalarında, hapishanelerde ve yaşamın diğer boyutlarında. Bu dostluğu oluşturan ne idi, nasıl oluşmuş, nasıl gelişmişti? Bu sorunun cevabını aramaya başlayınca ister istemez geçmişe doğru bir yolculuk başladı. 1963 yılı ortalarında bir grup arkadaşla birlikte Kırklareli’nde Türkiye İşçi Partisi’ni kurmuştuk. Genel merkezin ısrarı sonucu il başkanlığını üstlenmiştim. 1965 yılında yapılacak genel seçimlerde o tarihteki Seçim Kanunu’na göre partinin en az 15 ilde bütün ilçeleri ile birlikte kurulmuş olması ve kongrelerinin yapılmış olması zorunluluğu bulunduğundan, genel merkezce  Trakya il ve ilçelerinde örgütlenme görevi TİP kurucularından olan Merkez Yürütme Kurulu üyesi Kemal Nebioğlu’na verilmişti. Kırklareli’nde Türkiye İşçi Partisi’ni kurmuştuk. Ben genel merkezin ısrarı sonucu il başkanlığını üstlenmiştim.  Bu nedenle 1965 öncesi sık sık bir araya geldik, düşüncelerimizi paylaşma fırsatı bulduk. Bu gelişmeler 1971 yılında Türkiye Gıdaİş Sendikası’nda örgütlenmeden sorumlu genel sekreter yardımcısı görevi ile profesyonel kadroda görev almama, bu görevi Nebioğlu ekibinin Gıdaİş Sendikası yönetiminde kaldığı sürece sürdürmeme ve sonrasında T. Gıdaİş Sendikası dışında da devamına neden oldu.” (Ayata Beğensel, Cumhuriyet, 15.8.2006)



SİS PERDESİ DAĞILIYOR
Ayata Beğensel’in üniversite dönemine dair erişmek isediğim bilgiler için ilk  yardıma  koşan Kırklareli Lisesi’den Felsefe Öğretmenim Nuran Direk hanım oldu. Kırklareli Yerel Tarih’e gönderdiği yorumda İstanbul Üniversitesi  Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü mezunu, sınıf arkadaşı ve dostu olduğunu yazmıştı. Ayrıca Ayata beyin siyasi nedenlerle öğretmenlik yapamadığından daha sonra  Hukuk fakültesini bitirip avukat olduğunu da eklemişti. Bu bilgiler beni heyecalandırdı. Sonunda onu tanıyan birisini bulmuştum. Hemen telefonla arayıp Hocama Ayata Bey hakkında sorular sormaya başladım. En çok ailesiyle ilgili, çocukluk ve  gençlik günlerine ait bilgilere ihtiyacım olduğunu söyledim. Bir tek istanbul doğumlu olduğunu biliyordum, ama anne ve babasını, varsa kardeşlerini de öğrenmeliydim. Nerde, hangi ortamlarda büyümüş, hangi okullarda yetişmişti. Şimdilik bir sis perdesinin arkasında gizliydi her şey. Başka bir hayal kırıklığını ise Nuran Hocam’ın elinde fazla bir fotoğraf olmadığını öğrendiğimde yaşadım. Eksik olmasın, albümlerini benim için karıştırıp bulabildiği tek bir fotoğrafı gönderdi daha sonra.

Ayata Beğensel’in Kırklareli TİP il Başkanlığı yaptığı yıllarda hafızamda yer etmiş bir tanıdığın yardımına başvurmak geldi aklıma. Sevgili Mehmet Aktaş, çok sevdiğim ve değer verdiğim bir sosyalist ağabeyimdi ve TİP’liydi. One oğlu Hakan üzerinden ulaştım. Yıllardır görüşmemiştik, beni hemen hatırladı, aramama çok sevinmişti. Ona kısaca niyetimden bahsettim. Bana Ayata Beğensel ile ilgili vereceği belge ve fotoğraflar olabilir mi diye sordum. Ne yazık ki elinde bu konuyla ilgili kaynak olmadığını öğrendim.

Artık bu konuda bulabileceklerimin sınırlı olduğunu kabullenmiş ve elimdekilerle yetinmem gerektiğine karar vermiştim. Ama Nuran Direk hocam bir gün beni telefonla arayıp sis perdesinin aralanmasını sağladı: Ayata Beğensel’in kız kardeşi Suna Anday hanım hayattaydı. Onunla irtibat kurabilirsem belki istediklerimin cevabını bulabilecektim. Suna Hanım, Melih Cevdet Anday’ın eşiydi ve kendisi Büyükada’da yaşıyordu. Ama telefon numarası Hocam’da yoktu.
Şansım açılmıştı. Melih Cevdet Anday’ın çok yakınında olmuş bir edebiyatçı dostum vardı ve ulaşmak istediğim bilgiyi bana verebilirdi. Kendisini hemen aradım, amacımdan kısaca bahsettim. Evet, Suna Hanımın telefon numarası vardı ama  önce kendisinden izin almalıydı. Beklemem uzun sürmedi, dostum hemen dönüş yaptı: Suna Hanım isteğimi memnuniyetle karşılaşmıştı. Aramamı bekliyordu.



SUNA ANDAY’DAN ÖĞRENDİKLERİM
Son derece nazik  ifadelerle konuşuyordu telefondaki ses. Abisiyle niye ilgilendiğimi öğrenince çok sevinmiş belki bu nedenle aramamı kabul etmişti Suna Hanım. Daha ilk görüşmemizde bana verdiği bilgileri defterime not ettim: Ayata Beğensel 24 Eylül 1927 tarihinde İstanbul’da doğmuştu. Annesi Trabzon’un ünlü ailelerinden  Nemlizade’lerin bir ferdi olan Süreyya Nemli, babası Çerkez kökenli bir aileden gelen Burhan Beğensel’di. Burhan Bey Anadolu’da muhtelif il ve ilçelerde mülki idare bünyesinde çeşitli görevler yapmış, daha sonra hukuk öğrenimi de görmüştü. Babasının görev yeri İstanbul dışındayken Ayata Bey teyzesi Hafıza Sıdıka Hanımın yanında kalmıştı. Ayata Beğensel ilk okuldan başlayarak lise son sınıfa gelinceye kadar eniştesi Nebizade Ahmed Hamdi beyin okullarında okudu.

Burada bir parantez açıp biraz Ahmed Hamdi beyden bahsetmem lazım. Ahmet Hamdi Ülkümen Paris’te Sarbonne Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi görmüştü. Anadolu’ya geçtikten sonra Trabzon  milletvekili olarak TBMM’ye seçildi. 1920-1942 yılları arasında  6 dönem milletvekilliği yapmış bir gazeteci, siyasetçi ve eğitimciydi. Mustafa Kemal Atatürk’ün çok yakında olan Hamdi Bey 1924’te Yenigün’ün yerine kurulan Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucu üç ortağından birisiydi. Zekeriya Sertel ile birlikte 1926-1927 yıllarında Yeni Ses gazetesini çıkarmışlardı. Uşak ve İstanbul’da 1931 yılında açılan, başlangıçta adı İnkılap Liseleri olarak geçen, sonraki adı Yüce Ülkü olan okulların kurucusuydu. Hümanist Atatürk adlı bir eseri de vardı.

Kanımca bu bilgiler Ayata Beğensel’in düşünce yapısını ve kişliğini belirleyen çocukluk, gençlik evrelerinde yaşadığı, etkilendiği ortamı tanımamız açısından önemlidir. Lise son sınıfı Kabataş Lisesi’nde okuyarak oradan mezun olan Ayata Beğensel’in hayalindeki meslek doktorluktu. Tıp Fakültesine girebilmek için büyük bir çaba gösterse de sınavda başarılı olamaz ve yüksek öğretime bir süre arar verir. Babası Burhan bey emekli olduktan sonra İstanbul’a yerleşmişti. Artık aile bir araya gelmişti. Burhan Bey  Arnavutköy’deki meşhur Çiçek sinemasını satın alır.  Bu karar daha sonra Ayata Beğenseli’in de iş hayatındaki tercihlerini belirleyecektir. Kendisi de Manisa Alaşehir’de sinemacılığa başlar. Üniversiteye biraz geç adım atmasında bunun da etkisi vardır. Bir yandan da okuma hayalleri devam eder. Sonuçta İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Felsefe bölümüne girer ve oradan mezun olur. 

 

KIRKLARELİ YILLARI
Ayata Beğensel üniversite yıllarında tanışıp aşık olduğu Kırklareli’li bir hukuk öğrencisi ile evlenecektir. Bu öğrenci Kırklareli’li  bir ailenin kızı olan Hayrinnüsa Hanımdır. Hayrinnüsa hanım avukatlık mesleğine başlamak üzere memleketine gelmek isteyince Ayata beğensel’in hayatında yeni bir dönem başlamış olur. Fakat bu sıralar Burhan bey de Arnavutköy’deki sinamasını Süreyya Hanımın abisi Nazım Nemli’ye devreder. Bu sinema Arnavutköy’ün kültür tarihinde iz bırakmış bir mekan olarak uzun yıllar açık kalır. Andon beyin makinistliğini yaptığı, Dayının Sineması olarak da bilinen bu salon 1976 yılına kadar faaliyetine devam edecektir.

Burhan Beyin sinema sevdası bitmemiştir. O da  Kırklareli’ne yerleşmeye ve orada sinemacılığa devam etmeye karar verir ve Kırklareli’nin sinema hafızasında köklü bir yeri olan Gençlik Sineması’nı işletmeye başlar. Siyasi engeller nedeniyle devlet memurluğuna atanamayan Ayata Bey böylece babası ile birlikte bu işi yapmaya başlar. Daha sonra Ayata bey  şehrin ilk modern tarzda donatılmış Saray Sınamasının sahibi  Madam olarak tanınan biriyle ortak olur. Bu sinema içindeki ses düzeni ve rahat koltuklarıyla benzeri ancak İstanbul sinemalarında görülecek bir konfora sahiptir. Ayrıca oynattığı filimler sanat düzeyi ile Kırklarelilerin büyük beğenisini kazanır. Özellikle hafta sonları gençlerin gittiği, Pazar günleri de erken saate başlayan matinelerin aileler tarafından doldurulduğu bir yer olur. Saray Sineması ayrıca turneye çıkan tiyatroların sahne aldıkları, hafif batı müziği toplulukların konserlerini verdiği mükemmel sayılacak aküstiği ve seyirci kapasites ile şehrin kültür hayatındaki önemli bir boşluğun doldurulmasına yardımcı olur. Ancak Ayata beyin öncelikleri farklıdır. Aklı hep siyasi sorumluluk gereği üstlendiği işlerdedir. Bu yüzden sinema işletmeciliği başarılı şekilde yürümez. Madam ile ortaklık bozulur.
Ayata Beğensel biraz da eşinin yönlendirmesiyle bu arada Hukuk fakültesini bitirip avukat olur. Ancak Ayata Bey ile Hayrinnüsa hanımın beraberlikleri de bir süre sonra sona erecektir.  Ayata Bey ikinci evliliğini Solmaz Hanımla yapar. Tekirdağ’da evlenirler. Ayata bey, Solmaz Hanımın ilk evliliğinden kızı Alev’i  nüfusuna geçirir. Alev Hanımın kızı Ezgi Kaya ona büyük bir sevgiyle bağlıdır ve dedesi hakkında konuşurken hep “Aydedem” diyecektir. Aile İstanbul'a yerleşir ve Ayata bey avukatlık ofisini burada açar, Disk'e bağlı Gıda İş Sendikası’nın avukatlığını yapar. 
 
SUNA ANDAY İLE BULUŞMA
Suna Anday hanımla birkaç kez daha telefonda konuştuk.  Ayata Bey’in fotoğraf çekmeye çok meraklı olduğunu söylüyordu ama ne yazık ki bu fotoğraflardan hiçbiri  onda değildi. Evdeki albümlerden işime yarayabilecekleri  bulabilmesi için  benden zaman istedi. Hiç acelesi yok dedim. Şubat ayının başlarıydı, bir gün Suna  hanım aradı. Müjdeli bir  haber vermek istercesine heycanlıydı konuşurken. Benim için albümlerde aradığı fotoğrafları bulmuştu. Onları postayla adresime gönderebilir ya da kendisi buluşacağımız bir yere getirebilirdi. Sevincimi belli ederken kendisiyle tanışmaktan mutluluk duyacağımı belirterek buluşma teklifini memnuniyete karşıladığımı söyledim, gün tayinini ona bıraktım. Bir hafta sonra tekrar beni aradı ve geleceği günü söyleyip onayımı istedi. Hemen kabul ettim. 12.05 ada vapuruna binip 13.25 te Kadıköy iskelesinde olacaktı. Sefer saatleri böyle yazıyordu çünkü.10-15 dakika önceden Kadıköy Adalar  iskelesi çıkışında kendisini bekleyeceğimi  söyledim.

Güneşli bir gündü. Adalar iskelesine söylediğim gibi biraz erken gelmiştim. Geminin geliş yönünü gözleyerek bir süre bekledim. Burnu uzaktan göründüğünde saatime baktım. Dediği gibi gemi tam zamanında yanaşacaktı. İskele çıkışına doğru yürüdüm. Telefonda bana giyeceği elbisenin rengini söylemiş, ben de onu kolay tanımamı sağlayacak  fotoğraflarını araştırmıştım. İskele çıkışında karşımda duran renkli gözlükleri ve koruyucu maskesi ile yüzü kapanmış kadının Suna hanımdan başkası olmayacağına adım gibi emindim. Yanına yaklaşarak, “Hoş geldiniz” dedim. Evet oydu.Nerede oturacağımıza o an karar verdik. Gideceğimiz yer uzak sayılmayacak bir mesafede olsa da yorulmasını istemiyordum. Fakat yürümeye alışık olduğunu söylemesi beni rahatlatmıştı. Sohbet ede ede Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ne geldik. Güneş biraz olsun içimizi ısıtıyordu. Bir süre bahçesinde oturduktan sonra kapalı yere geçtik.

Sohbet aderken  kendisinden bahsedilmesini pek istemiyordu, bunu sezinlemiştim. Eşi Türk edebiyatının çok değerli bir yazarı ve şairiydi. Cumhuriyet'te uzun yıllar yazmayı sürdürdüğü  denemelerini ilgiyle okurdum.  Melih Cevdet Anday için arada konuyu değiştirip kendisinden anılarını dinlemek benim için kaçırılmayacak bir fırsattı. Suna Hanım benim gibi sormaya meraklı  biriyle karşılaştığında içinden ne geçiriyordu bilemiyorum ama  üzerinde bir güven yaratmış olmalıydım ki  bazı ayrıntıları yazılmamak kaydıyla paylaşırken bana karşı çok içtendi. Ayata beye ait benim hoşuma gideceğini tahmin ettiği fotoğrafları çentasından çıkartıp  önüme  dizerken de her birinin hikayesini eklemeyi ihmal etmedi. Ayata Beğensel kardeşinin gözünde esirgeme duygusuyla dolu bir insandı. Herkesin derdine yetişen, çare üreten iyilik sever bir karaktere sahipti. Bu özellikleri onun hayat çizgisini de belirleyecekti. Benimsediği siyasi idealleri uğruna kendisinden önce başkaları için çalışmaya adanmış bir ömürdü onun yaşadığı.


İNSANLIĞA ADANMIŞ BİR HAYAT
Suna Hanımı dinlerken Ayata Beğensel’in ilkelerine bağlı kararlı bir  duruşla gösterdiği fedakarlıkları gözümün önüne geliyordu. Hayatı boyunca vazgeçmediği bu çigisi ile arkasından gelenlere bıraktığı mirası düşünüyordum. 
Kemal Nebioğlu’nun arkasından anlattıkları da, bu mirasın ne kadar değerli olduğunu kanıtlıyordu.
 
“Türkiye İşçi Partisi’nin temel ilkeleri, gerek parti örgütlenme çalışmalarımızın yaptığmız kahve toplantılarının, il ve ilçe kongrelerinin, gerekse özel sohbetlerimizin ve sendikal çalışmaların, ülkenin yönetiminde işçilerin, köylülerin kısaca sömürülenin söz ve karar sahibi olarak ülkesinin, sendikasının, kooperatifinin yönetilmesine aktif olarak katılmasının sağlanması idi. Bunun sağlanabilmesi önce örgüt içinde işçilerin ve köylülerin ilçe, il, merkez yönetiminde bulunması ve de milletvekili liste başlarında yer almaları, parası olmayanların seçilebilmesi için de milletvekili aday adaylarının ödemek zorunda bırakıldıkları bağışın siyasi partilerce alınmamasını sağlayan TİP tüzüğünün 53. maddesi ve ilgili genelgeler ile sadece TİP’te mümkün olabilmişti. Sendikal mücadelelerde ise aynı paraleldeki ilkelerden hareketle, işçinin sendika seçme özgürlüğü ve referandum, işyeri işçi konseyleri sendika tüzüğünde yerlerini alması ve tüzük hükümleri doğrultusunda bölge, semt sorunlarına elkoyabilmesi ve toplu iş sözleşmelerinin imzalanmadan önce, ait olduğu işyerinde çalışan sendika üyelerinin oylarına sunulması imkânı sadece TİP kuruluşuna katkıda bulunmuş sendikalarda mümkündü. Köylünün tarlasında ürettiği ürünün, maliyet hesabı kendi emeğinin ücreti de hesaba dahil edilerek yapıldığında, ürünün, maliyetinin altında bir fiyat ile alıcısına satıldığı anlatılıyor ve de köylünün ürettiği tarım ürününün fiyatının, üreticisi köylü tarafından fiyatlandırılmayıp alıcısı tüccar tarafından fiyatlandırılmakta olduğu örnekleri ile açıklanıyordu. İşçinin sendikalarda toplu iş sözleşmeleri ile yaptığı gibi, köylünün de kuracakları kooperatiflerde örgütlenerek kendi ürününün satış fiyatını, bu kooperatiflerde belirlemesi gerektiğini ve bu hususların gerçekleşebilmesi, kanunlaşması için TİP bünyesi içinde işçilerin, köylülerin milletvekili olarak seçilmeleri gerekliliğini anlatıyorduk.” (Ayata Beğensel, Cumhuriyet, 15.8.2006)

Dün (13.2.2022) TİP'in 61. Kuruluş yıldönümüydü. Ayata Beğensel partinin kurucular kurulundaydı. Partinin başındaki Mehmet Ali Aybar partiyi özgürlükçü bir sosyalizm çizgisine oturtan görüşleriyle Türk Solunun özgün bir karaktere kavuşmasını sağlayacak ilkeleri savunuyordu. Bu farklı düşünüş daha sonraki yıllarda partisinde boy gösterecek ayrılıklara yol açacaktır. Denebilir ki TİP'in tarihi bir bakıma Türk Solunun parçalanma sürecinin tarihi sayılabilir. Bu süreçlerde en başından beri Mehmet Ali Aybar çizgisinden sapmayan Ayata Beğensel solda demokratik  sosyalizmi savunan duruşunu hiç kaybetmedi. Hatırası ve bıraktığı düşünsel mirasın önünde saygıyla eğiliyorum.

2 Şubat 2022 Çarşamba

C. ZAPHIRIADES FOTOĞRAF ATÖLYESİ





Hasan ÇALIKUŞU

Zaphiriades’in hayatı ve fotoğraf atölyesinin yeri hakkında bu güne kadar herhangi bir bilgiye rastlayamadım. 1900’lü yılların başında Kırkkilise’den (Kırklareli) Amerika’ya göç ederek “Bilder” soyadı alan “Bilderyadis” isimli Rum bir ailenin fotoğraf albümünde bulduğum 1880’li yıllardan başlayarak çekilmiş birkaç fotoğraf üzerinde C.Zaphiriades – Atalier de Photographie – Kırk Kilisse” damgasını bulmam üzerine bu Rum fotoğrafçı hakkındaki belgelere nihayet ulaşmış oldum. Damga detayına bakıldığında üstteki taç bant içinde “C.ZAPHIRIADES”, alt bantta “KIRK-KILISSE”, ortada ise süslemeler arasında “Atalier de Photographie” yazdığı, ayrıca bantların dışında da süslemelerin olduğu görülmektedir.    

Diğer taraftan II. Abdülhamit fotoğraf arşivinin fotoğrafçıları arasında bulunan Z.T. Zaphiriades’in birçok fotoğrafı olduğu bilinmektedir. Kırklareli’den başlayarak Çağlayan Köprüsü üzerinden Dereköy ve Bulgaristan’a doğru ilerleyen askeri yol üzerindeki köprü ve yol fotoğraflarını çekmiştir. Bu arşivde kartların ön yüzüne nadir olarak fotoğrafçı damgasının basıldığı görülmektedir. Araştırmalarımda sadece bir tanesinde paspartu üzerine Zaphiriades’in yukarıda görülen daha basit bir damgası basılmıştır. Bu damganın üst tacında “Z.T. ZAPHIRIADES”, alt tacında fotoğrafçının çalıştığı yer olan “KIRK-KILISSE” ile bu iki şeridin arasında “PHOTOGRAPHE” yazmaktadır. 

II. Abdülhamit arşivindeki fotoğraflar, fotoğraf üzerine yazılan notlar ve kart özelliklerine bakıldığında Kırkkilise’deki askeri birliklerin tören, talim ve eğitimlerini gösteren  bazı fotoğrafların da Z.T. Zaphiriades tarafından çekildiği ihtimali ortaya çıkıyor. Ayrıca Z.T. Zaphiriades’in o dönemine ait İstanbul fotoğrafları da bulunmaktaydı.

İhtimallerden hareketle Zaphiriades’lerin kardeş veya baba oğul oldukları söylenebilir. Diğer taraftan fotoğrafçı Zaphiriades’lerin Kırkkilise’deki fotoğraf atölyesine belki de bir yakınına ithafen ‘C.Zaphiriades’ adını koymuş olsalar bile bir akrabalık ve iş ilişkisi içinde oldukları muhakkaktır. Bu yayınımızdan sonra elde edilecek geri bildirimler, bulgular ve bağlantılar ile bu konunun biraz daha aydınlanacağını sanıyorum. 

C. Zaphiriades tarafından 1890’lı yıllarda çekildiği tahmin edilen Eleni Bilderyadis’e ait fotoğrafı dikkatle incelediğimizde; Eleni Bilderyadis’in zarif bir elbise giydiği, sol kolunu bir kaya maketine koyarak, fotoğrafçının sağ tarafına doğru bakan bir pozla fotoğraflandığı görülür. Bir zamanın moda olan bel inceltme rötuşu bu fotoğrafta belirgin şekilde yapılmıştır. 

Bu fotoğraf kartının arka yüzü fotoğraf tarihi açısından daha değerli olup, ender bir güzellikte olan ‘fotoğraf ilâhesi’ bir kadın figürü ile C.Zaphiriades Fotoğraf Atölyesi'nin damgası görülmektedir.

Yine Eleni Bilderyadis’in portre fotoğrafının altında görülen “Z.Th. Zafiriadi” adındaki fotoğrafçının II. Abdülhamit’in koleksiyonlarında adı geçen fotoğrafçı Z.T. Zaphiriades ile aynı kişi olduğu muhakkaktır. Fotoğraf kartının sağ alt yırtık köşesinde kalan ‘Kır..’ hecesi ise “Kırk-Kilisse” kelimesinden kalan kısımdır. 

Fotoğraf kartının arka yüzüne bakınca yine eski kartlardaki zerafet ve ihtişam ile karşılaşılır. Üst tarafta eski dilde yazılmış bir ifade “Kırk-Kilise'de Fotoğrafçı Z.Th. Zafiriadi”nin  altında fotoğraf ve rötuş yapmaya hazır yine farklı bir ‘fotoğraf ilâhesi’ figürü görülmektedir. Altında ise Rumca “Fotoğrafçı - Z.Th. Zafiriadi” yazmaktadır. En altta ise Kırkkilise’nin Rumca adı olan “Saranta Ekklisies” yer almaktadır.

Kırmızı kalem ile düşülen notta “(Büyükannemin kızkardeşi) Ya Ya’nın kardeşi” yazmaktadır. Buradan da Kırkkiliseli Anna Bilderyadis’in Yunanistan’da yaşayan kız kardeşine hitaben ‘Ya Ya’ diye seslenilen büyükanne Annika Bilderyadis’e gönderilmek üzere yazıldığı söylenebilir.

Bilderyadis ailesinden Chrissie ile Sarantos Anchacles’in görüldüğü bu fotoğraf 1910 yılında Kırkkilise’de C.Zaphiriades Fotoğraf Atölyesi'nde çekilmişti.  Fotoğraftaki Chrissie ve Sarantos çiftinin Kırkkilise’den olup olmadıkları henüz bilinmemekle birlikte, Kırkkilise’ye misafir geldiklerinde fotoğrafı çektirmiş olabilecekleri de ihtimaller arasındadır.  

Kırkkilise’de 1900’lü yılların başına ait Zaphiriades Fotoğraf Atölyesi'nde çekildiği sanılan bu fotoğrafta Anna, Penelope, Chrissie ve Tom Bilderyadis görülmektedir. 

Mübadele ile birlikte Bildeyadis ailesi ve yakınları göç etmek zorunda kaldılar. Ailenin bir kısmı akrabalarının bulunduğu Yunanistan'da kalırken bir kısmı "Bilder" soyadı ile Amerika kıtasına yerleşti. Aileye ait yukarıdaki fotoğraflar, Amerika Michigan'da bulunan ailenin Kırkkilise'de yaşanmış günlerindeki anı ve fotoğraflarından geriye kalabilen paylaşımlarıdır.

Zaphiriades Fotoğraf Atölyesinin izlerini sürerken Ioánnou S. Giannakóponlon tarafından 1994 yılında yazılan “Σαράντα Εκκλησίες της Ανατολικής Θράκης ‘Saránta Ekklisíes tis Anatolikís Thrákis’ Doğu Trakya’nın Kırkkilise’si” isimli kitapta da bazı fotoğraflarla karşılaştım.  

Kitabın yazarı emekli olduktan sonra Kırkkilise’de yaşayan atalarının köklerini araştırmak için 1990 yılında Kırklareli’yi ziyaret eder.  Dedesi ve annesinin evini bulur. Şimdi orada yaşayan Türk evsahiplerinin nezaketi sayesinde birkaç saat bu evlerde misafir olur. Ancak babasının evini bulamaz çünkü yıkılmıştır. Selanik dönüşü annesinden ve başka tanıklardan bulduğu bilgi ve belgelerle Doğu Trakya'nın Kırk Kilisesi isimli kitabını yayınlar. 

Bu kitapta fotoğrafçı Zaphiriades’in adı K.Th. Zafeiriadon (Κ.Θ. Ζαφειριάδον) olarak geçmektedir. Zaphiriades Fotoğraf Atölye'sinde 1895 yılı civarında çekilen bu fotoğrafta Kırkkilise’den Rum ailelerden Anastasis'in en büyük oğlu Jagon Spetsar görülmektedir.

Zaphiriades Fotoğraf Atölye'sinde 1908 yılında çekilen fotoğrafta ise Kırkkilise’den Anastasis'in diğer oğlu Ioannou ile eşi Kalliopis Anastasiadou yer almaktadır..

Zaphiriades Fotoğraf Atölyesi'nde yaklaşık 1892 yılında çekilmiş bir diğer fotoğrafta Konstantin Kerameus ve eşi Chrysis Ioann görülmektedir. Konstantin’in üzerindeki takım elbise çok zarif olmasa da sonraki nesillerde takım elbise dikimlerinin çok daha iyi olduğu görülecektir. Ama Chrysis’in eteği üzerindeki nakışlar özenle işlenmiştir.

Kırkkilise Rum cemaati çocuklarının eğitimine çok önem veriyordu. 1855 yılında Kırkkilise kasabası ve çevresinde Rum mektebi sayısının 14 okulda 20 muallim ile 1.420 talebe öğrenim görüyordu. 1890 yılı başlarında Kırkkilise merkezinde Rum cemaatine ait Cami-i Kebir, Hacı Zekeriya, Karakaş, Yapraklı ve Tellakzâde Mahallesi’nde erkek ve kız Rum mektepleri vardı. 

Her sene okul açılışında muallim ve talebeler fotoğrafhanelerde hep birlikte anı fotoğrafı çektirirlerdi. ΖΉΤΩ ΤΟ ΣΧΟΛΕΊΟN ‘Okul İçin Yaşıyorum’ tabelası önünde Zaphiriades Fotoğraf Atölyesi'nde yeni ders yılı başlangıcında 1900’lü yılların başında çekilen bir fotoğraf görülmektedir.

Doğu ve Batı Trakya ile Balkanlarda yüzlerce yıldan beri yaşayan Türkler ve Rumların mübadele ile hayatları bir anda alt üst olmuş, doğup büyüdükleri yerlerden koparılmıştır. Bu hayatlar Türkiye, Yunanistan ve dünyanın dört bir yanında yeniden düzenlerini kurmaya çalışmışsa da, yaşanılan acı hatıralar sonra gelen nesillerde de unutulmamış ve hala anlatılmaktadır. 

Gerek Zaphiriades Fotoğraf Atölyesi ve gerekse Fotoğrafçı Zaphiriades hakkında araştırılması ve gün ışığına çıkarılması gereken fotoğraflar ve bir hayat hikâyesi muhakkak vardır. Zaphiriades ailesinden birileri ile temas sağlanıncaya kadar, şimdilik Kırklareli tarihe düşebileceğimiz not bu kadar.


KAYNAKLAR 

https://www.infocenters.co.il/gfh/notebook_ext.asp...

https://www.koleksiyonevi.net/.../kirk-kilise-kirklareli...

https://www.istanbulmuzayede.com/.../fotografcilik-tarihi...

https://www.awm.gov.au/collection/C2082396

https://collectio.bid/listing/view/5c6953a0bf0474d262468ab8

https://mlp-blo-g-spot.blogspot.com/2019/10/zoiros.html

https://www.modamuzayede.com/.../fotograf-yahudi-fotog

https://tr.wikipedia.org/wiki/Balkan_Sava%C5%9Flar%C4%B1

https://www.koleksiyonevi.net/urun/552550/kirkkilise

https://collectio.bid/?search=k%C4%B1rklareli

Σαράντα Εκκλησίες της Ανατολικής Θράκης ‘Saránta Ekklisíes tis Anatolikís Thrákis’ Doğu Trakya’nın Kırkkilise’si, Ioánnou S. Giannakóponlon, 1994

23 Ocak 2022 Pazar

Kırklareli’nin İlk Kadın Gazetecisi FATMA AYTEN KAYAR





 Hasan ÇALIKUŞU


    21 Şubat 1938 tarihinde Ankara’nın Kızılcahamam ilçesine bağlı Karaağaç köyünde Meraki ailesinin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. İlerleyen yıllarda aileye üç kardeş daha geldi. Her ne kadar nüfus cüzdanına ‘Fatma’ adıyla kayıtlı olsa da, resmi yazışmalar dışında bu adı hiç kullanmadı. Ailesi, eşi, dostu onu hep ‘Ayten’ olarak tanıdı ve çağırdı.  Babası ticaretle uğraşmaya karar vererek Ankara’ya göç ettiklerinde henüz 2 yaşlarındaydı. Kalabalık aile, Altındağ’a yerleşti. Yokluklar ve türlü zorluklarla geçen çocukluk yıllarında annesi Şefika Hanımın en büyük yardımcısı Ayten oldu. Küçük yaşlarda hevesle üstlendiği sorumlulukları öyle büyük bir ciddiyetle yerine getiriyordu ki, sert mizaçlı babası Mehmet Bey ona ‘müdür’ lakabını taktı. 


    Altındağ Yıldırım Beyazıt İlkokulu’nda başlayan öğrenim hayatı; Ulus İsmet Paşa İlkokulu ve Hisar Necati Bey İlkokulu’nda devam etti. İsmet Paşa Kız Meslek Lisesi’ne kaydolduğunda çok mutlu olmuştu. Artık kendisi de üretebilecekti. Özgür ruhu ve çalışkanlığı ile hayatına kendi iradesiyle yön vermek en büyük arzusuydu. Kısa zamanda dikiş öğrendi, ustalaştı. Bu becerisini uzun yıllar kendisi, çocukları ve sevdikleri için giysiler dikerek kullandı. Zaman zaman aile bütçesine katkıda bulundu. Ama o yılların en önemli yanı, okul yolunda önünden geçtiği Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nde okuyan, kendisi gibi gencecik, çalışkan bir gençle tanışması olacaktı.


    Nurettin Bey, Ayten Hanım ile tanıştığında fakültenin dördüncü sınıf öğrencisi idi. Bir yıl sonra Nurettin Bey fakültenin son sınıfına geçecek, nikah yapılacak ve Haziran 1956’da veteriner hekim olarak mezun olacaktı. Nurettin Bey bir an önce vatani vazifesini yapmak istediğinden yedek subay olarak Ağrı’ya tayini çıktı. Altı ay sonra Ayten Hanım da Ağrı’ya gitti ve 1,5 yıl süren askerlik süresince orada kaldılar.  Daha sonra iki yıl kalacakları Kars Göle Devlet Üretme Çiftliğine veteriner hekim olarak görev yaptığı Kırklareli Veteriner Müdürlüğü’ne atandı. Çok sevilen ve tanınan Nurettin Kayar 1989 yılındaki vefatına kadar Kırklareli’de 21 yıldır görev yapmaktaydı. 


    Kırklareli’nin medeni ortamı, sıcak insanları, kurulan kadim dostluklar, eğitim kalitesi, İstanbul’a yakınlığı gibi olumlu yanları nedeniyle Kayar Ailesi bu güzel şehre farkında olmadan yerleşmişti. 

Ayten Kayar, Hürriyet Gazetesi muhabirliği yaparak Kırklareli, ilçe ve köylerinde haber peşinde koşmaya başladı. Hem aile bütçesine katkıda bulunuyor hem de hayatın içinde aktif rol alıyordu. Kırklareli insanının kadın erkek demeden herkesi kucaklayan medeni yapısı, Fatma Kayar’ın gazetecilik gibi meşakkatli bir işin üstesinden gelmesine çok yardımcı oldu. İnsanların saygısını, sevgisini kazandı.

Hürriyet Gazetesi’nin İstanbul Cağaloğlu’ndaki tarihi binasına her gidişinde büyük heyecan duyuyordu. Fatma Ayten Kayar, Hürriyet Gazetesi binasında dönemin ünlü gazetecileriyle bir an bile olsa aynı havayı solumaktan yüz yüze olmaktan büyük onur duyuyordu. Doğuştan gelen ‘öğretmen’ karakteri ve bitmeyen enerjisi onu yıllar sonra ‘Hürriyet Gazetesi Trakya Bölge Muhabirliği’ ile onurlandırdı. 

Fatma Ayten Kayar sosyal sorumluluk faaliyetlerine gönüllü olarak destek veriyordu. Bunların başında Kırklareli Çocuk Yuvası geliyordu. Çocuk Yuvası Müdürlüğü görevini Veteriner Müdürü Muzaffer Ekren yürütüyordu. Nurettin Kayar aynı zamanda Veteriner Müdürlüğü’nde ‘Müdür Yardımcısı’ olduğundan ailecek Muzaffer Beyler ile iyi görüşüyor, hayır ve yardım işlerinde birbirlerine destek oluyorlardı. Bu nedenle Fatma Nurten Kayar’da Çocuk Yuvası haberlerine önem veriyor, her zaman faaliyetlerini duyuruyordu.   


    Fatma Ayten Kayar siyasi yönden de aktif bir kişiydi. Çalışmalara bizzat katılıyor, toplantılarda yer alıyor, Kırklareli’nin kalkınması için parti çalışmalarında elinden geldiği kadar faaliyetlerde bulunuyordu.


    Kırklareli’de insanın, emeğin, üretimin olduğu yerin bir haber niteliği olduğunu, olayları ve faaliyetleri okuyucuya aktarırken abartmadan, ajite etmeden, gerçeklerden uzaklaşmadan, haberin merkezine sevgiyi koyarak sakince anlatan bir üslubu benimsemişti. 

Fatma Ayten Kayar, Hürriyet Gazetesi ile Türkiye’de gazetenin ulaşabildiği her ilde, her köyde, kısacası her yerde haberleri ile Kırklareli’yi anlatıyordu. Kırklareli’nin insanını, huzurunu, sakin bir kent oluşunu anlatıyordu.


    Fatma Kayar için uzun yıllar gazetecilik yaptığı Kırklareli’nin mesleki açıdan en olumsuz yanı belki de yeterince ‘sansasyonel’ haberlerin çıkmamasıydı. İnsan, baharın gelişinin bile haber olduğu o yılları özlemle anmadan edemiyor! Ne olurdu en fazla? İki metreyi aşan karla kapanan yollar, dağlardan inen kurtlar… 

Ama Çernobil faciasından sonra yaşanan panik, Babaeski’de yaşanan askeri uçak kazası sonrası traktörlerle hastanelere taşınan yanan askerler gibi unutulmaz notlar da düşüldü tarihe elbette…


    Fatma Ayten Kayar’ın en büyük arzusu çocuklarının okuyup kendilerini yetiştirmeleri, ekonomik bağımsızlıklarını kazanarak ayaklarının üzerinde durabilmeleriydi. Öyle de oldu. Halen çalışma hayatının içinde olan üç kız kardeş her zaman annelerinin en büyük gururu oldu.


    Ailenin ilk çocuğu Şule, 70’li yılların siyasi karmaşasında binbir güçlükle İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra İstanbul’da kalarak avukat olmaya karar verdi. Halen gazeteci-yazar Ümit Fırat’la evli ve 40 yıldır İstanbul Barosu’na kayıtlı olarak avukatlık mesleğine devam ediyor.


    Ailenin ortanca kızı Demet Stigner, Endüstriyel Tasarım mezunu olmasına rağmen yazmaya olan merakı yüzünden kariyerine İstanbul’un çok uluslu ajanslarında reklam yazarı olarak devam etti.  Oğlu Leo’nun doğumu ile reklamcılık mesleğini ve İstanbul’u bırakıp sıfırdan yeni bir hayat kurdu. Ailenin ‘ekmeğini taştan çıkaran’ çocuğu olarak biliniyor. Halen e-ticaretle uğraşıyor. 2003 yılında yayınlanan ‘Karnımda Biri Var’ adında bir de kitabı var. Evli ve oğlu 20 yaşında.


    Ve en küçük kardeş Ayşe Gardet, uzun yıllar Amerika’da yaşadıktan sonra oğlu Alek’in doğumu ile birlikte İstanbul’a döndü. Halen özel bir şirkette yönetici olarak çalışıyor. Yazmak aslında ailenin her ferdinin damarlarında dolaşan bir tutku. Ayşe’nin de 2016 yılında yayınlanmış ‘Ayşe’nin Kırmızı Ruju’ isimli bir kitabı var. Evli ve oğlu 16 yaşında.


    Halen Kırklareli’nde yaşayan Fatma Ayten Kayar iki torun sahibi. Büyük torunu Bahçeşehir Üniversitesi Çizgi Film ve Animasyon Bölümü’nde okuyor. Küçük torunu da bilim insanı olmak istiyor.  


    Olanakları çerçevesinde küçük kız ‘Fatma Ayten’ den gazeteci ‘Fatma Ayten’ e kadar her zaman çevresinde örnek bir Kırklarelili ve Kırklareli ‘de iz bırakanlardan oldu. Yaşama sevgisi, savaşçı mizacı ve çalışkanlığı ile başta yetiştirdiği çocukları olmak üzere nice kadınımızın gururu olduğuna eminiz.  Kendisine sağlık ve afiyetle uzun ömürler diliyor, Kırklareli’ye kattığı değerler için teşekkür ediyoruz.  


KAYNAKLAR: 

Kayar Ailesi Arşivi 

https://www.altindag.bel.tr/#!tarihce https://arkaguverte.com/basin-anilari/hurriyet-gazetesi-cagaloglu-neydi-o-gunler-47640 https://www.babmagazine.com/cagaloglu-hurriyet-gazetesinin-terasi-dili-olsa-da-konussa/ https://tr.wikipedia.org/wiki/Murat_Karayal%C3%A7%C4%B1n

17 Ocak 2022 Pazartesi

KOCAHIDIR İLK ÖĞRETİM OKULU KIRKLARELİ’ NİN SON KALAN TARİHİ VE EN ANLAMLI BİNASI



 Ahmet Rodopman 

Belki bir çoğumuzun her gün defalarca önünden geçtiği, belki içimizden bir kısmının ilk okul yıllarını yaşadığı Kırklareli’ nin tarihi ve en anlamlı binasından söz etmek istiyorum. Taşıdığı ismin özelliği olduğu gibi, 115 yıllık hizmeti, şahitlik ettiği önemli tarihi olayların ve kişilerin gelip geçtiği bu bina artık Kırklareli halkından acil ilgi ve alaka bekliyor.

Ne yazık ki kentimiz tarihi eserlerden, öğünebileceğimiz görkemli eski binalarımız açısından oldukça şanssız. Ardı ardına  yaşanan işgal, yangın ve yağmaların ardından geride kalan az sayıdaki eserlere de yeteri kadar sahip çıkılamayıp göz göre göre kaybetmemizden dolayı sanırım çoğumuz üzgünüz. Ayakta kalan iki elin parmakları kadar olmayan tarihi yapılarımızı, henüz zamanın yok ediciliğine kaptırmadan değerlerinin bilinmesi gerektiği düşüncesindeyim.  Yoksa elimizde kalan eski resimlere ve sayın Nurdan Özten Güven’ in fotoğraflarını çekip, yağlı boya ile yaptığı resimlere bakıp   kentimizin tarihi ve otantik binalarını seyredebileceğiz. 

Çok değil sadece son 50 yıllık bir süreçte Kırklareli’ ye her gelişimde betonlaşma sevdasına kaptırılmış onlarca binayı anımsıyorum. En çok acıdıklarımın başında da Ziraat Bankasının karşı sırasında Rahmetli Doktor Mehmet Can Yeniley ve Bedriye öğretmenin evleri geliyor. O caddede nadide bir biblo gibi duran o evin yok edilişine hala yanıyorum. Ara sıra gördüğüm Kırklareli ile ilgili rüyalarımda yakında yine benimle beraberdi. Onun gibi daha niceleri.

Kırklareli’ ye son gelişlerimde Kocahıdır İlköğretim Okulu’ nun önünden geçerken yine hüzün kapladı benliğimi. Cıvıl cıvıl çocukların koşturduğu bahçe, merdivenler sessiz, camlarında asılı Türk bayrakları ve perdeler sökülmüş, sanki yorgun oldukça da kırgın gibi baktı bana. Benimde gözlerim balkonunda efsane müdürümüz Rahmetli İlhan Berkmen’ i aradı durdu. Sonradan okul olarak boşaltılmış bir başka devlet kurumunca kullanıldığını söylediler. Ama o koskoca bina , ile vedalaşırken ‘’Beni Yaz’’ diye seslenişini duyumsadım arkamdan.

Ve oturup yazmaya başladım işte Kırklareli’ nin medar-ı iftiharı (övünme sebebi) Kocahıdır Okulunu. Tarihler 1904 yılını gösterirken henüz 26 yıl önce bir acı tufan gibi gelip geçen 93 savaşının işgal yılları, ardında yanıp, yıkılmış bir harabe şehir bırakmıştır. Zaman, II. Abdülhamid’ in eğitim seferberliğine başladığı yıllardır. Kırklareli’ de henüz yeni başlayan okullaşma faaliyetleri kesintiye uğramış, okul binaları kullanılmaz hale gelmiştir. O günlerin Kırklareli Mutasarrıfı Galip Paşa, yerleşim merkezindeki bütün okulları birleştirip, çok dershaneli modern bir okul binası yaptırmaya kolları sıvamıştır. Şehir merkezi sayılacak bir yerde arazisi saptanır, İstanbul yönetiminden gereken harcamalar için paralar gelmesine karşın, inşaatın çabuk bitirilmesini sağlayacak ek paraların yardım kurumlarından, yerli halkın bağışlarından ve büyük miktarda da Hacı Hasan Ağa Vakfından gelmesi planlanmış ve yola çıkılmıştır. Kısa denilebilecek bir süre olan 2 yıl içinde inşaat bitmiş, 1906 öğrenim yılına yetiştirilmiştir. O yıllarda adet olduğu üzere padişahın adı konulmuştur. Okulun ilk müdürlüğüne Fahrettin Bey getirilmiştir. Hamidiye Okulu olarak açılan okul, daha sonraki yıllarda Mutasarrıf Süreyya Bey tarafından ismi değiştirilip, Varna Savaşı kahramanı Kocahıdır’ ın adı verilerek günümüze değin gelmiştir.

Bu arada Koca Hıdır’ dan söz etmek gerekirse. Avrupa’ ya geçen Osmanlı’ ların devşirmelerden en iyilerini seçip yetiştirdikleri padişahın has askerlerindendir. II. Murat’ ın Haçlılar ile 1444  yılında yaptığı Varna Savaşı’ nda gösterdiği cesaret ve kahramanlığı ile tanınmıştır. Macar Kralı Hunyadi Yanoş’ un atını düşürerek, Osmanlı ordusunun yenilmesini önlemiş, ve kralı öldürmüştür. Bu kahramanlığı nedeniyle adı çok ünlenmiş, ordunun Edirne’ ye  Kırklalareli üzerinden dönüşünde de yöre halkı tarafından çok sevilmiş ve gerek Kırklareli’ de gerekse Edirne’ da bazı yerleşim yerlerine adı verilmiştir. Özellikle Kırklareli’ de yiğitlikleri dilden dile dolaşmış, aradan 500 yıla yakın zaman geçmiş olmasına karşın adı bir okula verilecek kadar unutulmamıştır.

Kocahıdır Okulunun tarihe tanıklığı 1912 yılında Balkan Harbi sırasında Bulgar ordusunun komuta merkezi olması ile başlamıştır. Çok acı hatıralarla dolu geçen 1912 ve 1913 yılları boyunca bir çok mezalimlikler görmüş. II. Balkan Savaşı sonucunda yapılan antlaşma ile Bulgar işgali sona ermiştir. Ancak bina okul olarak değil de ayakta kalan nadir binalardan olması nedeniyle farklı amaçlar için kullanılmıştır. Genellikle İttihat ve Terakki Partisi ile Hürriyet ve İtilaf Partilerinin yönetim ve toplantı yeri olarak hizmet vermiştir. I. Dünya Savaşı sırasında değişik devlet dairelerince kullanılmıştır. Özellikle 1920 yılından sonra bütün yurtta başlayan ulusal kurtuluş hareketleri, Kırklareli’ de de bu tarihi binanın salonlarında yapılan Trakya-Paşaeli  Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin toplantıları ile ses getirmeye başlamıştır. Direniş hazırlıkları, Ankara Hükumetine bağlılıkla, cephelere asker ve mühimmat sevklerinin kararları hep bu duvarlarda yankılanmıştır. Hatta Kırklareli Yunan Kuvvetlerince işgal edilmeden önce Kuvayi Milliye’ nin Kırklareli yöneticilerinden bir bölümü Yunalıların ellerine geçmesin diye bütün evrakları yakmış ve burada vedalaşarak Dereköy üzerinden Bulgaristan’ a geçmişlerdir. Zorlu geçen bu iki yılın ardından, işgal bitince evlerine dönüp, işlerinin başına geçmişlerdir.

Savaş sonrasında Trakya’ yı işgal eden Yunan Kuvvetleri tarafından Komutanlık Merkezi olarak kullanılmıştır. Binada Divanı Harp kurulmuş ve pek çok yerli halk evladı suçlanarak ağır cezalara çarptırılmıştır. İki yıl kadar süren bu işgal sırasın yaşanan acılı günler ve işkencelerle çıkan feryatlar nihayet sona ermiş. 10 Kasım 1922 yılında Pınarhisar yönünden gelen Türk askerlerinin balkonda ki Yunan bayrağını indirmesi ile Okul binası da, sevgili Kırklareli’ miz de düşman işgalinden kurtulmuştur.

Ama hala çocuklar okullarına, okul sıraları da öğrencilerine kavuşamamıştır. İşgal sırasında Eski Hükümet Binası yandığı için bir süre ilk hükümet merkezi olarak hizmet etmiş, bir takım hükümet işleri buradan yürütülmüştür. Ardından İstasyona gidilen yol üzerinde yapılan yeni hükümet binasına geçilmiştir. Kırklareli’ nin düşman işgalinden kurtuluşunun bir simgesi haline gelen Kocahıdır Okulu 1970 li yıllara kadar Kurtuluş Bayramlarının kutlandığı yer ve bina olarak kalmıştır. Yine böyle bir bayram günü olan, 1938 yılının 10 Kasım’ ın da halk okulun önünde toplandığı sabah vali tarafından o en acı ölüm haberi yurttaşlara duyurulmuş, bayrama gelenler Atalarının ölüm haberini alınca hıçkırıklar içinde toplantıyı terk edip evlerine dağılmışlar. 

Okulumuz 82 yıl acı tatlı bir dolu hatıralarla ve nitelikli öğretmenleri, çalışkan öğrencileri ile dolup taşmış, Kırklareli’ nin nadide bir eğitim yuvası olarak kalplere ve beyinlere yerleşmiştir. 1990 yılında da Tarihi eser olarak kabul edilmiş ve koruma altına alınmıştır.

Bir masal gibi anlattığım geçen bu 115 yılın sonunda, bende isterdim ki bir masalı bittirir gibi ;’’Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine’’ diyebileyim . Ama olmuyor işte.  Bunlar bir masal olmadığı gibi, Kocahıdır okulu da bir masal kahramanı değil. Büyük ve çok anlamlı bir gerçek olarak yanı başımızda kentimizin tam da ortasında duruyor. Hepimize sesleniyor.    ‘’ Ben size 115 yıl hizmet ettim. Acı tatlı onca yıl birlikte göğüs gerdik her şeye, şimdi beni böyle yıkılıp yok olmaya bırakmayın.’’

Bence de bırakmayalım, Türkiye çapında takip ettiğim Yerel Tarih Çalışmaları içinde böylesi tarihi değeri yüksek, anı olmuş, anıt olmuş binalar çok güzel onarılıp, faydalı bir şekilde değerlendiriliyor. Neden okulumuz kentimizde bir kültür binası olarak yapılandırıl masın? O geniş salonlarında değişik alanlarda özgün konulu sergiler, kentimizi değerlerini yansıtan andaçlar, Yerel Basın  Koleksiyonları, Kentimizin Yetiştirdiği Değerlerin sergilenmesi, Bir hayli zengin olan Halk Bilim öğeleri, Folklorik değerler gibi, gibi neden olmasın?

Belki de ben çok saf ve samimi düşünüyorum da, benim gibi düşünen küçük bir azınlık var kentimde. Çoğunluk ise yıkılsın da yerine çok katlı güzel bir AVM yapılsın diyordur. İsmi de yabancı olsun. Havalı olur diye düşünüyordur. Bilemiyorum ki.

Sanırım nu konuda da yerel sivil toplum kuruluşlarına, bilinçli ve duyarlı üyelerine ve yöneticilerine çok iş düşlüyor. 

13 Ocak 2022 Perşembe

ACHILLES ZOÏROS FOTOĞRAFHANESİ




 Hasan ÇALIKUŞU


Fotoğrafçı Achilles Zoïros, 1883 yılında varlıklı ve kalabalık bir ailenin çocuğu olarak Kırkkilise'de doğdu. Sekiz kardeşi olan Achilleas eğitimini Kırkkilise’de tamamladıktan sonra fotoğrafçılığa ilgi duymaya başladı. İstanbul’da bu konuda bilgisini artıran Zoïros Kırkkilise’ye dönerek, 1900’lü yılların başında kendi adına Yayla Mahallesinde, komşu Celepoğlu konağının üst tarafında Kimisis Theotόkou Kilisenin karşısında bir fotoğrafhane açtı. 


   Fotoğrafhanenin konumu o kadar güzeldi ki kısa sürede işleri düzene girdi. Varlıklı Rum aileler başta olmak üzere, memurlar, askerler ve Kırkkilise’ye misafir olarak gelenler stüdyoya müşteri oldu. Daha çok anı, portre, grup ve aile fotoğrafları üzerine fotoğraflar çekiyordu. Achilles’in fotoğrafçılık yaptığı 1906-1907 yıllarında Osmanlı nüfus sayımına göre Kırkkilise'de yaklaşık 22 bin Müslüman, 14 bin Rum Ortodoks, 1600 Bulgar Ortodoks ve 800 civarında Musevi yaşıyordu.


   Fotoğraflarını keşfetmeye çalıştığımız Achilles Zoïros Fotoğrafhanesi’nin biri Latin diğeri Yunan harfleriyle düzenlenmiş iki değişik damga kullanıldığı görülmektedir. Latin harf baskılı damga detayında yatay elips çift çizginin içinde üstte adı “ACHILLES ZOÏROS”, altta ise bulunduğu yer “KIRK-KLISSÉ” ile ortadaki elips içinde Fransızca “PHOTOGRAPHE” yer almaktadır. Rumlara hitaben kullanılan damgada “Fotoğraf A. Zoïros” ile Kırkkilise’nin Rumca adı olan “Saranda Ekklisiai” yazmaktadır. 


   Ayrıca o dönemlerde fotoğraf kartlarının arka yüzünde veya içine konduğu koruyucu kartonların taşbaskı kart süslemeleri de dikkat çekiciydi. Birçok örneğini gördüğümüz bu baskılar arasında Kırkkiliseli anne ve çocuğu fotoğrafının arka yüzündeki bu baskıyı incelediğimizde ortada üçayaklı ahşap antika bir fotoğraf makinası ile arkasında süslü bir ayna ve üzerinde uçan iki kelebek, zeytin dalları, rotüj fırçaları ve “Souvenir - Hatırat” yazan bir palet ile altında inci süslemeleri, muhtelif çiçekler bulunmaktadır. 

Zoïros fotoğraflarının günümüze ulaşan birkaç örneğine baktığımızda bir hatırat olarak çekilen Kırkkiliseli anne Margitsa ve uzunca bir sehpa üzerine oturtulmuş olan 4,5 aylık bebeği Takis Apostolidis ile birlikte Kırkilise’de poz verdiği fotoğraf en dikkat çekici olanıdır. Fotoğrafın arka yüzünde "Atina'daki saygıdeğer anne, büyükanne, kız kardeş ve amcaya" hitaben Yunanca bir ithaf, çekildiği yer olan Saranda Ekklisiai yani Kırkkilise ve 7 Haziran 1915 tarihi not düşülmüştür. 


   Achilles Zoïros’un fotoğraflarını incelemeye devam ettiğimizde; Polonya'nın Radom şehrinden Trakya’ya tatil yapmaya gelen genç bir Yahudi olan Chana Grosfeld'in 20. yüzyılın başlarında Kırkkilise’de çekilmiş fotoğrafından Zoïros’un portre fotoğraflarında güzel örnekler verdiğini görmekteyiz.


   Araştırmalarımda Ioánnou S. Giannakóponlon tarafından 1994 yılında yazılan “Doğu Trakya’nın Kırkkilise’si” isimli kitapta yine Achilles Zoïros’un izine rastladım. Zoïros’a çektirilen bu fotoğrafta 1916-17 yıllarında lise öğrencisi olan Sofia Katsamba ve Chrysí Anastasiadou poz vermişlerdi.


   Kırkkiliseli Yayla mahallesinde oturan Rum komşusu Celepoğlu ailesine ait bazı fotoğraflar da Zoïros tarafından çekildi. Achilles Zoïros Fotoğrafhanesinde çekilen 1920’lerdeki bu fotoğrafta Celepoğlu ailesinin çocukları Elpiniki, Nikolaos, Euripides Celepoğlu görülmektedir. 


   Achilles Zoïros Fotoğrafhanesinde kullanılan fon ve dekorlar Zoïros’a ait fotoğrafların teşhisinde bana çok yardımcı oldu. Özellikle arka planda üçgen alınlıklı antik desenli dekor birçok fotoğrafta yer almaktadır. 


   1870’lerde 14 bin kişi olan Kırkkilise nüfusunun ya- rısı Rum, yüzde otuzu Bulgar, yüzde yirmisi Türklerden oluşuyordu. Kırk sene sonra ise Osmanlı Türk nüfusu artarak 1910 yılına doğru yarıdan fazla olacaktı. 


   Zoïros Fotoğrafhanesi Balkan Savaşı sırasında ve Kırkkilise’nin Bulgar istilası zamanında zor günler geçirdi. Bulgarlar sadece Türklere değil, Rum ve Yahudilere de eziyet ediyordu. Buna rağmen işini sürdürdü. Arkasından gelen Birinci Dünya Savaşı sırasında da yine zorluklar yakasını bırakmadı. Hem fotoğraf hammaddesi bulmakta, hem de maddi sıkıntılar yaşadı. Achilles Zoïros’u belki de en çok şaşırtan Avustralyalı bir Anzak askerinin Kırkkilise’de poz vererek fotoğraf çektirmesiydi. Birinci Dünya Savaşı sonucu yenik düşen Osmanlı Devleti işgal edilmiş, İngilizlerin sömürgelerinden getirdikleri askerler işgal kuvveti olarak buralara kadar gelmişti. 

Temmuz 1920 tarihinde Yunanistan Doğu Trakya’yı ve arkasından Kırkkilise’yi işgal etti. Achilleas Zoïros Kırkkiliseli bir esnaf olarak sadece fotoğrafçılığı ile ilgilendi, işleri düzene girdi ve bir süre rahat etti. 


   1922 yılında Zoïros tarafından çekilen fotoğrafta Sotírios Giannakópoulos ve muhtemelen eşi Chrysí Anastasiádou görülmektedir. O zamanlar Kırkkilise’de kuaförün varlığı bilinmemekle beraber, kadınlar fotoğraf çektirmeye giderken, saçlarına model yapmak için makas şeklinde açılıp kapanan yuvarlak kollu  “maşa" denilen bir aleti kullanırlardı. Maşa önce ateşte ısıtılır, sıcakken saçlar sarılır ve modaya uygun kıvır kıvır dalgalı saçlar yapılırdı. 


   Kurtuluş Savaşından Yunanlıların mağlup ayrılmaları neticesinde Kırkkilise’de Yunan işgali de sona erdi. Ancak 1923 yılındaki Türk-Yunan nüfus mübadelesi nedeniyle yüzlerce yıldan beri Kırkkilise’de yaşayan Rumlar Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldı. Bunlar arasında Zoïros ailesinin tüm fertleri de bulunuyordu.


   Achilles Zoïros’un Yunanistan'da Pire şehrine yerleştiği ve 1930’lara doğru 56 Kantharou Caddesi'nde bir fotoğraf stüdyosu açtığı kaydedilmektedir. Daha sonra da Atina’nın kuzeyinde Nea Filadelfeia'da fotoğrafçılığa devam etti. 1950'lerin başına kadar profesyonel olarak aktif çalıştı. 


   İstanbullu Katina Altınoğlu ile evliliğinden 4 çocuğu olan Kırkkiliseli Achilles Zoïros, 1959 yılında 76 yaşında hayata veda etti.  


KAYNAKLAR 

https://www.infocenters.co.il/gfh/notebook_ext.asp...

https://www.koleksiyonevi.net/.../kirk-kilise-kirklareli...

https://www.istanbulmuzayede.com/.../fotografcilik-tarihi...

https://www.awm.gov.au/collection/C2082396

https://collectio.bid/listing/view/5c6953a0bf0474d262468ab8

https://mlp-blo-g-spot.blogspot.com/2019/10/zoiros.html

https://www.modamuzayede.com/.../fotograf-yahudi-fotog

https://tr.wikipedia.org/wiki/Balkan_Sava%C5%9Flar%C4%B1

https://www.koleksiyonevi.net/urun/552550/kirkkilise

https://collectio.bid/?search=k%C4%B1rklareli

5 Ocak 2022 Çarşamba

KIRK-KİLİSSE FOTOĞRAFHANESİ – P. ANTONİTSİS

 HasanÇALIKUŞU


1800’lü yılların sonuna doğru Doğu’nun başkenti olarak anılan İstanbul’a yönelik ilgi, çılgınlık boyutuna ulaşmıştı. Cadde-i Kebir yani İstiklal Caddesinde fotoğrafhaneler adeta para kırıyordu. Fotoğraf fiyatları yüksek olmasına rağmen ilgi ve talep fazlaydı. 

 1895 yılında Yüksekkaldırım’da dükkânı bulunan Max Fruchtermann isimli çerçeveci eğer fotoğrafları bir matbaada kartona bastırabilirse, çok iyi para kazanacağını sezdi. O yılın sonuna doğru yeni yıl kutlamalarından önce İstanbul konulu ilk kartpostalları hazırlatıp satışa sunmuştu bile. 1896 yılbaşında İstanbul’dan Avrupa’ya gönderilmeye başlayan bu kartpostallar ile Max Fruchtermann Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kartpostal editörü olmuştu. Yıldız Sarayı dâhil İstanbul’a ait her fotoğraf kartpostallarda yerini almaya başlamıştı. Böylece İstanbul kartpostallarındaki zengin içerikler ile yurtdışında güçlü bir Osmanlı imajı oluşuyordu. Yıldız Sarayı ise II. Abdülhamit’in en önemli simgesi olacaktı.

Padişah Abdülhamit her an tahttan indirilme korkusu yaşadığından, Cuma günleri hariç halkın arasına hemen hemen hiç karışmıyor, Yıldız Sarayı’ndan çıkmıyordu. İmaj tutkunu Sultan Abdülhamit, tutucu olmasına rağmen teknolojik gelişmeleri yakından takip ediyor, fotoğrafa büyük ilgi duyuyordu. Durum böyle olunca Fruchtermann kartpostallarında da yer alması kaçınılmazdı.

 1900’lü yılların başında kartpostallarda taş baskı dönemi sona ermiş, artık doğrudan fotoğraflar da basılabiliyordu. 

Sultan Abdülhamit’in saray dışında gerçekçi bir göze ihtiyacı vardı. Bu göz tabii ki fotoğraf olacaktı. Fotoğraf Sultan Abdülhamit sadece bir istihbarat kaynağı değil, iktidarını güçlendiren bir araç haline gelecekti. Artık Osmanlı’da askerden sivile, meydandan yollara, eğitimden teçhizata, müşirden teğmenine kadar herkes üniformaları, madalyaları ile el pençe divan pozunda fotoğraf çektiriyor, bunlar saraya gönderiliyordu. Fotoğrafçılar Osmanlı’da çekilmedik yer, meslek, cami, hamam, ev, yalı, kule, sefaret vs. bırakmadı. Her dinden, milletten, ırktan, her yaştan insan, hatta hayvanlar ile sokak köpekleri bile fotoğraf ve kartpostallarda yer aldı. Böylece etkileri bu günlere kadar uzanan bu tür belgelerin üretilmesi Osmanlı’da fotoğrafın da yaygınlaşmasını sağladı.

Kırklareli fotoğraf tarihi de bu gelişmelere paralel ilerledi. Edirne’ye bağlı bir sancak olan Kırkkilise de (Kırklareli) bulunan fotoğrafçılar arasında P. Antonitsis, Achilleas Zoïros, C.Zaphiriades ve Behar Nadir’in izine rastlayabildim.

Kırklareli’de ilk fotoğraf çekimleri 1800 yılların sonuna doğru olmuştur.  Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid 1842-1918 yılları arasında Edirne iline bağlı olan Kırkkilise’de askeri ve sivil alanlarda bazı fotoğraflar çektirdiği bilinmektedir.  

Kırkkilise’de bilinen ilk fotoğrafhane Kırkkiliseli bir Rum olan P.Antonitsis tarafından açıldığı tahmin edilmektedir. Bu fotoğrafhanenin yeri, arşivi ve Antonitsis hakkındaki bilgilere henüz ulaşılamamıştır. 1900’lü yılların hemen başında Osmanlı döneminde Kırkkilise Hızırbey Camii ile Serdar Ali Paşa Camii ve çevresindeki çarşının görüntüsü Fotoğrafçı Antonitsis tarafından çekilen ilk fotoğraf olduğu söylenebilir.  Ancak bir süre sonra kartpostal fotoğrafı olarak her iki caminin yine yerinde olduğu meydanın biraz daha güneyinden Antonitsis’in çektiği aşağıdaki bu fotoğraf kullanılacaktı. 

Osmanlı döneminde kullanılan Kırkkilise’ye ait bu ilk kartpostalların arka yüzünde fotoğrafı çeken kişinin ‘Photographe P. Antonitsis, Kirk-klissé’ yazdığı görülür. Fotoğraf editörü olarak Isacc & Moise Mitrani isimli Yahudi kardeşler bulunmaktaydı. Isacc & Moise Mitrani isimli editör kardeşler hakkında detaylı bir bilgiye ne yazık ki ulaşılamasa da Antonitsis ile işbirliğinin uzun bir süre devam ettiği, bazı kartpostallar ürettikleri görülmektedir. Bu kartpostallar incelendiğinde çeşitli tören ve askeri eğitimlerde askeri fotoğraflar olduğu görülmektedir. Osmanlı idaresine bir şekilde çok yakın olan Antonitsis’in bu fotoğrafları çekmesine müsaade edildiği ve basılan kartpostalların da Balkan Savaşı öncesi propaganda amaçlı kullanıldığı görülmektedir. 

Antonitsis ve Mitrani kardeşler için işler iyi gidiyordu. Askeri ve sivil alanlarda oldukça fazla fotoğraf çekiliyor, bazıları kartpostal yapılırken bazıları İstanbul’a gönderiliyordu. Antonitsis özellikle askeri tatbikat ve manevralarda önemli askeri araçların yanında subayların özel anı fotoğraflarını çekiyor, özel logosu ile birlikte fotoğraflarını hazırlıyordu. Antonitsis’in oldukça gösterişli olan logosunda “PHOTOGRAPHIE P.Antonitsis KIRKLISSE” yazıyordu.   

Balkan Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin kaybetmesi ve Kırkkilise’nin Bulgarların eline geçmesi ile 1912 yılından sonra fotoğrafçı Antonitsis’in kartpostallarında adının kaybolduğu, editör olarak Mitrani kardeşlerin devam ettiği anlaşılmaktadır. Fotoğraf editörleri Isacc ve Moise Mitrani kardeşlerin 1912 yılı kartpostallarında Antonitsis adını silmesi yanında fotoğraflarda retuj yaptırdıkları da  gözlenmektedir. 

Antonitsis’in Osmanlı idaresine çok yakın olması ve askeri stratejik fotoğrafları çekebilmesi nedeniyle Kırkkilise’den ihtimalen ayrıldığı veya başına bir iş geldiği tahmin edilmektedir. Kırkkilise’de Bulgar istilasının devam ettiği 1913 yılında ise kartpostal editörü olarak sadece Isacc Mitrani’nin kaldığı diğer kardeş Moise’in silindiği görülmektedir. 

Bulgarların Kırkkilise’yi “Lozengrad” yani 'Üzüm Şehri' olarak adlandırmaları kartpostallara da yansırken Antonitsis fotoğrafları hala kullanılmaya devam ediyordu. 


KAYNAKLAR 

https://www.infocenters.co.il/gfh/notebook_ext.asp?book=148921&lang=eng&site=gfh

https://www.koleksiyonevi.net/urun/2651819/kirk-kilise-kirklareli-achilles-zoiros-fotografhanesi-kabin-fotograf-11-x-17-cm

https://www.istanbulmuzayede.com/en/product/2370197/fotografcilik-tarihi-kirk-klisse-kirklareli-achilles-zoiros-fotograf

https://www.awm.gov.au/collection/C2082396

https://collectio.bid/listing/view/5c6953a0bf0474d262468ab8

https://mlp-blo-g-spot.blogspot.com/2019/10/zoiros.html

Λεξικό Φωτογράφων 1839-1960. Έλληνες φωτογράφοι και ξένοι φωτογράφοι στην Ελλάδα, (τρίγλωσσο DVD), ΕΛΙΑ/ ΜΙΕΤ, Αθήνα 2006.

https://www.arkeolojisanat.com/shop/urun/max-fruchtermann-kartpostallari-3-cilt-takim_11_4987.html

https://www.flickr.com/photos/mobile_gnome/16080360147/in/album-72157630915896384/

https://www.modamuzayede.com/urun/499865/fotograf-yahudi-fotog

Nazif Karaçam, Efsaneden Gerçeğe Kırklareli

https://tr.wikipedia.org/wiki/Antiye

https://tr.wikipedia.org/wiki/Balkan_Sava%C5%9Flar%C4%B1

Ahmet Rodopman, https://www.facebook.com/groups/500781684047016/posts/908492336609280

https://www.facebook.com/notes/nostaljik-istanbul-foto%C4%9Fraflari-1/max-fruchtermann%C4%B1n-izinde/533757873314872/

https://www.koleksiyonevi.net/urun/552550/kirkkilise

https://collectio.bid/?search=k%C4%B1rklareli

2 Ocak 2022 Pazar

VETERİNER HEKİM MUZAFFER EKREN (1922-1993)


 

Hasan ÇALIKUŞU

Benim de tanışma fırsatını bulduğum, Kırklareli’nin tanıdığı en sempatik, güler yüzlü ve çalışkan  “Veteriner Müdürü” Muzaffer Ekren’i hatırlarken, bu vesile ile geçmiş zamanın kayıt ve hatıralarında yer alan, Kırklareli tarihinde iz bırakmış veteriner hekimleri bir kez daha yâd etmekte fayda var.


Araştırmalarımda bulabildiğim en eski hekim Kırkkiliseli Rum ailelerden 1880’li yıllardan başlayarak adı geçen Kotsas Celepoğlu isimli Rum veteriner hekimdir. Tüccarlık da yapan Celepoğlu, Yayla Mahallesinde oturuyordu. Kırkkilise’yi seven, dinine düşkün, Rum Cemaati arasında hatırı sayılır ve varlıklı kişileri arasında bulunuyordu. Ioánnou S. Giannakóponlon tarafından 1994 yılında yazılan “Doğu Trakya’nın Kırkkilise’si” isimli kitapta Kotsas Celepoğlu ile karşı ev komşusu Dr. Keramicioğlu iyi arkadaş olduğuna dair bilgiler vardır.  Dr. Keramicioğlu al rengi atına, Veteriner Hekim Celepoğlu ise beyaz benekli atına binerek bazen birlikte köy ve kasabalara hasta bakmaya giderlerdi. 1870’lerde 14 bin kişi olan Kırkkilise nüfusunun yarıya yakını Rum, yüzde otuzu Bulgar, beşte biri Türk olduğu kitapta bahsedilmektedir. 

Yayla mahallesindeki varlıklı Rum ailelerin 1900’lü yılların başında taş konak yaptırma girişimlerine Celepoğlu ailesi de katılmış, iki katlı binanın giriş alınlığında ‘Σ.Κ.ΤΖΕΛΈΠΟΓΛ0. 1908’ yazan konağı yaptırmışlardı. Konağın üst komşusu olan Achilles Zoïros Fotoğrafhanesinde çekilen 1920’lerdeki bu fotoğrafta Celepoğlu ailesinin çocukları Elpiniki, Nikolaos, Euripides Celepoğlu görülmektedir.


*   *   *   *   *

 

Kırklareli’de iz bırakmış bir kişi olan Veteriner Hekim Süreyya Harmankaya, Akıncı Mihailoğulları’ndan Bursa kökenli Osman Bey ve Hayret hanımın çocuğu olarak 1891 yılında Mudanya’da dünyaya geldi.1.Dünya Savaşı esnasında Ruslara karşı Diyarbakır Kafkas Cephesinde, Fransızlara karşı Suriye cephesinde bulundu. Milli Mücadelede ise Pontus Ayaklanmasına karşı Milli Müfrezenin başında yer almıştı. Bir süre Kütahya’da çalıştıktan sonra Kırklareli’ye geldi. Kırklareli ve Babaeski’de özellikle mezbahada kesilen hayvanların muayenelerini yapmakla görevli veteriner hekimdi. Bu nedenle Kırklareli Aşağıpınar’da bulunan mezbahaya yakın olabilmek için Aşağıpınar mahallesinde oturmaktaydı. 

Vatansever, ilerici, çalışkan ve cemiyet hayatında aktif bir kimseydi. Kırklareli İhtiyat Cemiyetinde çalışmış, Halk Partisi ve Türk Ocağı’nda başkanlık, Kırklarelispor ve Kırklareli Halk Spor külüplerinde yöneticilik yaptı. Halkevi tiyatro gurubunda eşi Makbule hanımla piyeslerde rol alıyordu.  Atatürk’ün 20 Aralık 1930 tarihindeki Kırklareli ziyaretinde onu karşılayan heyet arasında bulunuyordu. 

1945 yılında ağır hasta olduğundan katılamadığı Babaeski Halkevi seçimlerinde, sayılan ve çok sevilen bir kimse olduğu için Halkevi Başkanı seçildi. Halkevi heyeti hasta yatağında Süreyya Harmankaya’yı ziyaret ederek başkan seçildiği haberini vererek ona moral vermek istedi. Süreyya Harmankaya aydın Cumhuriyet gençlerinin bıraktığı emanete sahip çıkmasından onur duydu ve çok sevindi. Ancak Süreyya Harmankaya 3 gün sonra 1945 yılında 52 yaşında Babaeski’de vefat etti.


*    *    *    *    *


Veteriner Hekim Muzaffer Ekren, 1922 yılında İstanbul Merdivenköy’de doğdu. Babası Remzi Bey Malatya Arapgir kökenli bir aileden gelip, emniyet teşkilatında komiserdi. Annesi Saadet Hanım ise Balkan göçmeni bir aileden geliyordu.

Baba mesleğinden dolayı, tayinle birlikte yer değiştirdiklerinden birçok ili dolaştılar. Ancak Muzaffer Ekren daha çok Antalya’da tahsilini tamamladı. Daha sonra Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesinden mezun olarak veterinerlik yapmaya başlayacaktı ama önünde askerlik olduğundan önce vatani görevini tamamlamaya karar verdi. Yedek subay olarak askerliğini Erzurum’da dört sene yaptı.  

1934 yılı doğumlu olan Güner Hanım ile kuzen çocuklarıydılar ve birbirleriyle tanışıyorlardı. 1952 yılında evlendiler. Muzaffer Ekren’in veteriner hekim olarak ilk tayini Aşkale’ye oldu. İlk çocukları Okan 1953 yılında Aşkale’de dünyaya geldi. Aşkale’den sonra, bir sene kalacakları Çankırı’nın Çerkeş ilçesine tayini çıktı. Kızları Birkan 1956 yılında Çerkeş’de doğdu. Ancak 1957 yılında görev yeri değişerek tayinleri Siirt’e çıktı. 

Muzaffer Ekren Siirt’te görev yaparken 27 Mayıs 1960’da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir askeri müdahale oldu. Askeri rejim yönetimi Siirt’in de içinde olduğu Doğu ve Güneydoğu illerinden başta ağa ve şeyhler olmak üzere birçok kişi sürgüne gönderildi. O zamanlar Siirt’te çalışan birçok memur gibi Muzaffer Ekren de zor günlerde görev yaptı.

Muzaffer Ekren çok sevdiği mesleğinin gereği Veteriner Hekimler Odası’nın çalışmalarına aktif olarak katılıyor, mesleğin gelişmesi için her türlü katkıyı veriyordu. 

Muzaffer Ekren Siirt’te sadece hayvan hastalık ve salgınlarında Veteriner Müdürü olarak değil aynı zamanda vali muavinliği, belediye başkanlığı, çeşitli komisyonlarda başkanlık, lisede öğretmenlik ile birlikte sosyal yardım faaliyetlerinde de yer aldığından idarecilerin güvenini kazanmış halk tarafından çok sevilen bir bürokrattı. Bu yüzden yerel basında sık sık övgüler alıyordu.  

Siirt’ten sonra Burdur’a daha sonra da Bilecik’e tayini çıktı. Bilecik’te Ekren Ailesi daha huzurlu yaşadı, kızı Birkan burada ilkokula başladı. Bilecik’te de Muzaffer Ekren gittiği her görev yerinde olduğu gibi veteriner hekimlik ve devlet görevi yanında halkın yararına olan sosyal faaliyetlerde yer aldığı gibi, görev yaptığı yerlerde gerek resmi işlerindeki titizliği ve çalışkanlığı, gerekse şahıs olarak tavırları ile her zaman saygı duyulan bir devlet adamı ve kişi oldu.

1964 yılında Muzaffer Ekren’in ‘Veteriner Müdürü’ olarak Kırklareli’ye tayini çıktı. Kızı Birkan ilkokul 3. sınıfa Kırklareli’de devam etti. Veteriner Müdürlüğü Kırklareli’de o zamanlar Doğuş Kitabevi’nin sırasında, İmam Hatip Lisesinin karşısındaydı. 

Muzaffer Ekren, Kırklareli Veteriner Müdürlüğü zamanında birçok değerli meslektaşı ile çalıştı. Bunlar arasında Müdür Yardımcısı Veteriner Hekim Nurettin Kayar, Celal Çetin, Doğan Özler, Mehmet Ali Gözübüyük, Abdülkadir Kırsaç ve Mehmet Yavuz bulunuyordu.

1965 yılında genç bir Veteriner Hekim olan İsmet Dökmeci’nin de Kırklareli’ye tayini çıkmış, Veteriner Müdürü Muzaffer Ekren ile birlikte çalışmaya başlamıştı. Muzaffer Ekren, İsmet Dökmeci’nin azmi, çalışkanlığı ve bilgisine hayran kaldığından onun akademik yolda ilerlemesi için tavsiyede bulunuyor, devamlı teşvik ediyordu.

Kırklareli’de Veteriner Müdürlüğü yaptığı sırada hayatında ikinci defa askeri bir darbe ile karşılaştı. 12 Eylül 1980 ihtilali ile yine zor günler geri gelmişti. Veteriner Müdürlüğü yanı sıra bu dönemde Kırklareli Belediye Başkanlığı görevini de vekâleten bir yıl kadar sürdürdü. 

Muzaffer Ekren sempatik ve babacan tavırları ile her gittiği yerde olduğu gibi Kırklareli’de de sevilen ve sayılan kişilerinden oldu. Uzun yıllar Çocuk Esirgeme Kurumu Kırklareli Çocuk Yuvası Müdürlüğü’nü ek görev olarak sürdürdü. Yuvadaki çocukların Muzaffer Bey’e “Başkan Baba” diye hitap etmelerinden sonsuz derecede mutlu oluyordu. Tabii ki bu görev esnasında aile dostu Dr. Nihat Uygun ile birlikte olmak, onun en büyük desteğiydi. Dr. Nihat Uygun da mütevazı ve centilmen tavırlarıyla Kırklareli’nin seçkin simaları arasında yer alıyordu. Müdür Yardımcısı Vet. Hekim Nurettin Kayar,  Hastane Başhekimi Dr. Vehbi Kutlu, Kadın Doğum Uzmanı Dr. Sudi Tutkuner ile Ziraat Bankası Müdürü Remzi Urcan sık sık görüştükleri dostlarıydı.  

Muzaffer Ekren 1984 yılında emekli olduğunda kızı Birkan Yanardağ’ın evliliğinden dolayı Kırklareli’den ayrılmadı. 

Muzaffer Ekren 22 Şubat 1993’de 71 yaşında hayata veda etti.


*    *    *    *    *   


Veteriner Hekim İsmet Dökmeci Çanakkale şehidi Mehmet Köse ile İstiklal Savaşı Gazisi Mustafa Dökmeci’nin torunu, Osman ve Şadiye Dökmeci’nin oğlu İsmet Dökmeci 28 Kasım 1942’de Çorum’da dünyaya gelmişti. Babası Osman Dökmeci’nin memuriyetinden dolayı Ankara Etlik İlkokulu ile başlayan ilkokul eğitimi, Ankara Etlik İsmet Paşa, Ardahan Posof, Konya Kadınhanı İlkokulu ile devam etmişti. Ortaokul hayatına İskilip’te başlayıp, Konya ile Çorum Alaca’da okuyarak tamamlamıştı. Lisede yarım dönem Yozgat Lisesi ve daha sonra Ankara Gazi Fen Lisesi gitmişti. 1960 yılında Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’ne başlamış ve eğitimini üstün başarı ile bitirmişti.

1965 yılında atanarak Kırklareli’nde mesleğe başlamıştı. 1966 yılında bir sınavda başarılı oldu ve bir yıllık lisans eğitimi için Fransa Toures’a gönderildi. Daha sonra, Brüksel Üniversitesi Farmakoloji Bölümünde Profesör Paul Genoux Janpa’nın danışmanlığında yüksek lisansını tamamladı. 1971 yılında ise Fransa Nancy Üniversitesinde Prof. La Marche danışmanlığında farmakoloji doktorasını tamamladı ve yurda döndü. Hacettepe Üniversitesi Farmakoloji Anabilim Dalı’nda Öğretim Görevlisi olarak göreve başlamıştır. Burada tıp, diş hekimliği ve eczacılık fakülteleri ile hemşirelik yüksekokulunda 2 yıl farmakoloji dersi verdi.

1973-1975 yılları arasında Fırat Üniversitesine geçti ve yeni kurulan Elazığ Veteriner Fakültesinin kurucuları arasında yer aldı. 1975 yılında farmakoloji doçenti oldu. 

1975-1978 yıllarında Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalında görevine devam etti. 1977 yılında ilk eseri olan ‘Farmakoloji’ kitabını Dicle Üniversitesi‘nde iken yazdı. 1978 yılı sonunda İ.Ü. Edirne Tıp Fakültesi kadrosunda, 1982 yılına kadar Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde dersler vermeye devam etti. 1981 yılında profesörlüğe atandı. Daha sonra Trakya Üniversitesi ve Tıp Fakültesi kurucularından oldu. Tıp Fakültesi Dekanlığına ve Rektör Yardımcılığı görevlerinde bulundu.  

2009 yılında yaş haddinden emekliye ayrıldı. Buna rağmen kitap yazmaya devam etti ve eğitime katkı verdi. Çoğu ‘Farmakoloji’ kitabı olmak üzere, ‘İlaç Rehberi’ ve ‘Tıp Sözlüğü’ dâhil, toplam 29 kitabı vardır.

23 Ekim 2016 tarihinde 74 yaşında Edirne’de hayata gözlerini yumdu.


KAYNAKLAR:

Birkan Yanardağ Aile Arşivi Prof. Dr. Ahmet Ulugöl, “Prof. Dr. İsmet Dökmeci’nin Anısına”, Türk Farmakoloji Derneği 26.Bilimsel Etkileşme Semineri, Ankara, 2017 http://tfd.org.tr/sites/default/files/Klasor/Dosyalar/toplantilar/FEKBES-2017.pdf Veteriner Hekim Celal Çetin ile görüşme notları Türkan Doğruöz ile görüşme notları Ali Rıza Dursunkaya, Kırklareli Vilayetini Tarih, Coğrafya, Kül.ve Eski Es.Yön.Tetkik,Yeşilyurt Bas.1948 https://www.trakya.edu.tr/news/prof--dr--ismet-dokmeci-nin-vefati Ali Coşkun Yanardağoğlu Arşivi Ioánnou S. Giannakóponlon, Doğu Trakya’nın Kırkkilise’si,1994

KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...