24 Ağustos 2021 Salı

TRAKYA UMUM MÜFETTİŞİ KAZIM DİRİK(5)

Akın Güre



Kâzım Dirik’i tanıtmak için  başladığım bu yazı dizisinin son bölümünde onun Trakya Umum Müfettişliği döneminde yaptığı hizmetlere biraz daha yakından bakacağım.  Daha önce de anlattım, Umum Müfettişlik teşkilatlanması Cumhuriyet yönetimi için Trakya’da ayrı bir önem taşımaktaydı. Kazım Dirik’in takdir toplamasını sağlayan çalışmalara yön veren nedenler bu dönemin taşıdığı sorunların tarihsel anlamını da bize öğretir. 

Trakya Osmanlı’nın son döneminin bütün acılarını çekmiş bir bölgedir. Bu topraklar yakın dönemin en ıstıraplı hatıraları ile doludur. Daha Balkan savaşının yaraları kapanmadan 10 yıl içinde üst üste yaşanan işgallerin bitmesinin ardından insanlar önce Mübadele sonra şartların zorlamasıyla  devam eden göçler nedeniyle yüzyıllardır yaşadıkları yerleri terk etmişler, yoğun olarak yerleştikleri Trakya’nın sulak düzlüklerini yurt edinmişlerdir. Yanlarında getirebildikleri oldukça  sınırlıdır. İskân edilmeleri zaman alacak, yerleşmeler oldukça zahmetli bir şekilde ilerleyecektir. Trakya bu gün yaşadığı düzeyi yakalayabilmek için geride çok sıkıntılı anılar bırakmıştır. 

Lozan Antlaşmasıyla başlayan yeni dönemden sonra 1928 yılında Yunanistan’daki yeni yönetim ile  kurulan dostluk ilişkileri diğer Balkan ülkeleri için pek  geçerli değildir. 1930’lu yıllar dünyada  gerginlik tohumlarını atan  kutuplaşmaların başladığı bir dönem olacaktır. Almanya ve İtalya’nın başını çektiği militarizm Balkan ülkelerinde de etkisini gösterecektir. Kaybedilen topraklarda hala gözü olan Bulgaristan’ın siyasi hayatı saldırganlığı besleyen düşüncelerin etkisindedir. Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya’yı içine alan 9 Şubat 1934 tarihli Balkan Antantı aslında Bulgaristan’daki  faşist eğilimin yarattığı tehditlere karşı bir önlem olarak imzalanır. Bu topraklarda yaşayan Müslüman halkları göçe zorlayan iç ve dış koşullar böyleyken Cumhuriyet yönetimi Trakya’da vakit geçirmeden hızlı bir toparlanma peşindedir. Yakın geçmişteki savaşlar ve göçler nedeniyle insan gücü azalmış toprakların hızla doldurulması,  işlenmesi için yeni alanların açılması, tarımsal üretimin arttırılması gerekmektedir. Trakya’da nüfusu arttırmaya yönelik çalışmalar hem ülkenin güvenliği  hem de bölgenin kalkınması açısından ele alınarak politikalar geliştirilmiş ve kurulan umumi müfettişlik teşkilatına önemli görevler yüklenmiştir. Bu nedenle Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Çanakkale illeri 2. İskân Bölgesi olarak kabul edilir. Trakya Umum Müfettişliği kurulduktan sonra ilk beş yıl içinde ülkeye gelen 174. 280 göçmenin 87.529’u Trakya’ya yerleştirilir. Yönetimin hedefi ülkeye 640.000 göçmenin getirilmesini sağlamak, Trakya’nın nüfusunu 1.250.000 kişiye yükselterek kilometrekare başına yoğunluğu 55.8 yapmaktır. Bu hedefler çok yönlü bir idari ve iktisadi organizasyonları gerektir. Köylerde başlayacak iskan çalışmaları, ıslah edilecek akarsular, dağıtılacak tohumluklar, tarımsal gereçler, inşa edilecek evler, kurulacak yeni köyler, buralarda açılacak yeni okullar, yapılacak veya tamiri gerektiren yollar, sıtma ile mücadele başta olmak üzere sağlık önlemleri, öğretmen temini akla ilk gelen işlerdir. 

Bu dönemin 1935 yılından sonraki 6 yılında görev almış Kazım Dirik böylesine yaşamsal hizmetler  bekleyen bir coğrafyada bütün enerjisini ortaya koyarak çalışacaktır.

Denebilir ki Trakya’da ilk kalkınma çabalarının başlatan Cumhuriyetin kurucuları Kazım Dirik gibi şahsiyetlerin emeğine çok şey borçludur. O daha önce de söylediğim gibi müthiş bir uygulama dehasıdır. Zaman gelir etrafındakilerinin hayal sınırlarını zorlayan hedefler ortaya koyarken sözleri ciddiye alınmaz, ama o ısrarla savunduğu işlerin peşini bırakmaz. Kazım Dirik bu nedenle sıradan bir uygulayıcı değildir; çalışkanlığı, vizyon sahibi olması, takipçiliği ile ideal tipte bir bürokrattan beklenen özellikleri fazlasıyla taşıyan biridir. 

Kazım Dirik yaptığı hizmetlerin hepsini anlatmaya kalksam eminim ki okuyacağınız sayfalar uzayıp gidecektir. Burada içinden seçeceğim bazı çarpıcı örneklerle yetinmek zorundayım. Nitekim asıl amacım göçmenlere ilgili  politikalarının nasıl uygulandığını gösteren, bölgenin iktisadi tarihi ile ilgili bir çalışma yapmaktan ziyade Kazım Dirik gibi müstesna bir şahsiyetin farklılığını sizlere anlatmaktır. Buradan çıkartılacak sonuçların yorumunu da yine size bırakacağım.


Köycülük Hareketi:

Kâzım Dirik denince akla gelebilecek çok fazla yeni sayılacak girişimler vardır. Bunlardan birisi Köycülük hareketinin uygulanması sayılacak  Köy Bürolarıdır. Kazım Dirik daha İzmir Valiliği sırasında bu konuda çalışmalara başlamıştı. Köy bürolarının temel görevi ekonomik, sosyal, kültürel gelişmeyi sağlayacak tedbirlerin alınmasını sağlamak, gerekli yatırımları yapmaktı. Köycülük hareketinin başlamasıyla beraber Trakya’da ilk defa Beş Yıllık Köy Kalkınma Programı hazırlandı. Kazım Dirik yaptığı konuşmada Trakya insanlarında ve topraklarında şimdiye kadar yeteri kadar kullanılmamış kapasiteye dikkat çeker ve Köy Kalkınma programını Cumhuriyetin büyük davası olarak tanımlar. Burada Kırklareli Pehlivanköy'de yapılanları da anmadan geçmemek gerek. Köy Kalkınma hareketi için örnek teşkil edilen köylerden birisidir Pehlivanköy. Tren garı yanındaki metruk arazinin bir meydana dönüştürülmesi ve burada muhteşem bir parkın yapılması unutulmayacak eserlerdendir. Parkta bulunan heybetli Atatürk heykeli de aynı zamanlarda Pehlivanköy ‘e kazandırılmış, yeni düzenlenen fidanlık alanı içine de Mehmetçik Anıtı yerleştirilmiştir. Benzer Atatürk heykelleri İnece ve Üsküp’te de yer almakta ve o dönemin köylerde uygulanan kültür politikalarının önemini belirten bir değer taşımaktadır.

Köy Kalkınma programı içinde anılması gereken diğer bir uygulama da İdeal Cumhuriyet Köyü Projesiydi. Köylerde bir kültür değişiminin başlamasını hedefleyen okuma odaları, konferans salonları, radyo yayınları ve gezici film gösterileri dikkati çeken örneklerdir. Amaç Köy toplumunu Cumhuriyetin devrimci ruhuna kazandırmaktı. Hatırlanmalıdır ki bu yıllarda başlayacak olan Köy Enstitüleri de aynı atılımın eğitim ayağını oluşturacaktır. Nitekim Cumhuriyet  Köyü projeleri içinde görev alacak kadrolarda öğretmen ve eğitmenler de yer alacaktır. Yazının altında yer alan  haritada görüldüğü gibi İdeal Cumhuriyet Köyü dairesel bir planda düşünülmüştü. Köyün merkezinde bir Cumhuriyet Anıtı yer alıyor, köyün diğer binaları bu anıtın çevresine dairesel halkalar halinde yerleştiriliyordu. Hazırlanan haritada Köy dükkanları, fabrikalar, çocuk parkı ve spor alanları, okul ve okuma odaları, değirmen ve modern ağıllar gibi olması gereken her bina düşünülmüştü. Bu hazırlıklar Trakya’da başlaması arzu edilen modern Köy Yaşamına örnek teşkil edecek adımlardır. Kazım Dirik önderliğinde yapılan önemli bir hizmet olarak tarihe geçmiştir. Görüldüğü gibi Cumhuriyetin ilk yıllarının bu devrim sayılacak atılımları, şimdi yaşanan sorunlara bakıldığında  neleri ihmal ettiğimizi yüzlere vuracak deneyimlerle doludur. Kâzım Dirik için açtığımız bu dosyanın bence asıl amacı bu farkındalığı yaratma isteğidir.


Türkgeldi Çiftliği:

Trakya’da toplam arazi büyüklüğü Murat Burgaç’ın kitabından öğrendiğimize göre 28.215.000 dekardır. Bunun yaklaşık 7. 025 bin dekarı ormanlık, 12. 341 bin dekarı çayır ve meralık, 3.719 bin dekarı ekilen araziden oluşuyordu. Ziraat ağırlıklı olarak hububat  üretimine dayanıyordu. Bölgede üretimi arttırmanın ve istenen kaliteye çıkarmanın yolu tohum ıslah çalışmalarına ağırlık vermekten geçiyordu. Tarımsal büyümenin önündeki bu engelin aşılması için Kazım Dirik Umum Müfettişliği görevine atandıktan hemen sonra bu sorunun çözümü için adımları atmaya başladı. Lüleburgaz da 16.000 dönümlük Türkgeldi Çiftliği satın alınarak burası Devlet Üretim Çiftliğine dönüştürüldü, böylece buğday üretiminde verim ve kalite yönünden ilerleme sağlandı. İbrahim Tali Öngören döneminde başlatılan tohum seçme çalışmaları Kazım Dirik zamanında da devam ederek tohum seçme istasyonları için 30 adet selektörün alınması yoluna gidildi. Selektörler kalabalık köylerin merkezine kondu. Makinistlerin yetişmesi için Havsa’da kurslar açıldı. Daha sonra Lüleburgaz Devlet Üretme Çiftliğinde selektör makinist kursları açılmaya devam etti.  Bu tohumluklar sayesinde 1938 yılında sadece Kırklareli bölgesinde 130 bin dekar alan ekilebilecekti.


Bahçecilik ve Bağcılık:

Sadece hububat tarımıyla yetinilmedi. Bahçecilik ve bağcılık ziraatının gelişmesi de hedefler arasındaydı. Bölgede bahçeciliğin teşviki için üreticiye çok sayıda fidan dağıtımına başlandı. Edirne fidanlığında   yetiştirilenler bütün Trakya köylerine dağıtılarak meyve tarımı geliştirilmeye çalışıldı. 1936 yılında sadece Edirne ve çevresinde 14 adet fidanlık kurulmuştu. Müfettişlik Bölgesindeki bütün belediyelerin fidanlık kurması mecburi olunca fidanlığa olmayan belediye kalmadı, 1937 yılında fidanlık sayısı 57’ye çıktı. 1938 yılında Ulus Gazetesine verdiği demeçte Kazım Dirik  Trakya ovalarını bir ormancılık merkezi haline getirme sözünü veriyordu. 1939 yılında, fidanlık sayısı 80’e ulaşmıştı. Bunların 70’i belediye ve köylerindi. 

Bilindiği üzere bağcılığın Trakya’da epey köklü bir geleneği vardır. Trakya şarapları yurt dışında da oldukça rağbet görmekteydi. Ancak savaşlar ve floksera nedeniyle bağcılık oldukça gerilemişti. 1935 yılında hazırlanan bir rapora göre Trakya’da  9.350 hektar bağ vardı ve bu miktar  25 yıl öncesindeki bağların ancak 1/6’sı kadardı. Bir zamanlar Kırklareli ilinde yılda 1.800.000 kg şarap üretilirken  şarapçılık neredeyse yok denecek kadar azalmıştı. 

Bağcılığın yeniden canlanmasını sağlayacak kararların alınmasıyla öncelikle hastalığa dayanıklı Amerikan Asma Çubuklarının  üretilmesine ve dağıtılmasına başlandı. Bu fidanlıklar öncelikle Tekirdağ ve Kırklareli illerinde açılacaktır. Buralarda yılda yaklaşık 1 milyon Amerikan asma çubuğu yetiştirilmeye başlandı. 1939 yılından itibaren dağıtılan asma çubuğu 3 milyona çıkartıldı. Sadece Kırklareli’nde 16.400 dekarlık yeni bağlar kuruldu. Aşılama konusunda ziraat eğitimi alan öğrencilerden yardım istendi. Zararlı haşerelerle mücadele önemli mesafeler alındı. Bölgede bağcılık çalışmalarının ilerlemesi olumlu neticeler verince papazkarası, karalahana, çavuş yapıncak gibi başka asma türlerinin de yetişmesi yaygınlaştı. Umum Müfettişlik bağcılık konusunda eğitim çalışmalarına hız vererek 1937 yılında Bozcaada’da uygulamalı bağcılık kursu açtı. 25 kişiye ustalık belgesi verildi. Kısaca söylemek gerekirse savaş yıllarından sonra Trakya’da bağcılık yeniden canlanmış oldu, bağcılık bölgede yeniden önemli bir gelir kaynağı haline geldi. 

Üzülerek belirtmek gerekir ki bir süre sonra Kırklareli’nde bağcılık yeniden duraklamaya uğrayacak, ancak yakın zamanlarda özellikle dış pazarlara yönelik şarap üretiminin artmasıyla yeni bağlar açılmaya başlanacaktır. Burada Trakya Umum Müfettişi olarak Kâzım Dirik’in önderliğini saygıyla anmak isterim. 

Örnek olarak verilecek başka konular da var hiç şüphesiz. Trakya’yı yoksulluktan kurtarıp daha fazla insan gücüne iş imkanları yaratacak, böylece bölgedeki refahın artmasına sağlayacak bir çok alanda devreye sokulmak istenen girişimlerin hepsine burada uzun uzun yer vermiyorum. Yoksa her biri Trakya’da başlayan değişim rüzgarında önemli paya sahiptir. Bunun için, hayvancılığın, özellikle koyun besiciliğinin  güçlenmesi  için damızlık hayvan yetiştirmek, peynirciliği ıslah çalışmaları yapmak, arıcılığı teşvik etmek, ipek böceği üretimini başlatmak, tavşan ve tavuk üretimini desteklemek, kavun karpuz kooperatifleri kurmak, halı dokumacılığı, pamuk üretimi gibi daha bir çok alanda yapılan hizmetleri anlatmak gerekecektir. Yukarıda dediğim gibi bu konulara gerseydim sizlere sayfalar dolusu bilgi aktarmak zorunda kalacaktım. 

Ancak yazımın sonuna yaklaşırken değinmeden geçemeyeceğim son bir konuyu aktarmama izin verin. Kazım Dirik  onu uygulama dehası yapan zihinsel beceriye sahip bir insandı. Ancak  okumaya ve araştırmaya son derece yatkın kişiliği kendisine çok yönlü bir entelektüel yeti de kazandırmıştı. Örneğin az önce bahsettiğim halıcılık konusuna o kadar inanmış birisiydi ki bir uzman derecesinde düşünce çabası göstererek, halıcılık üretimi hakkında bir kitap bile yazmıştı. Onun İzmir Valiliği sırasında arkeoloji ve tarih konularına duyduğu ilgi ve gösterdiği  büyük çabalar  ise ayrı bir takdir konusudur. Bu meziyetini Trakya’daki Umum Müfettişliği sırasında da kanıtlar. 

İşte bu nedenle, 5. bölümün sonunda onun eğitim alanındaki hizmetlerini  ve kültür varlıklarının  korunması için gösterdiği çabaları kısaca anlatmak istiyorum.


Eğitim ve Kültür Varlıkları:

Trakya’nın kurtuluşu sadece doğal fırsatların sunduğu  kaynakların başarıyla  kullanılması, yeniden düzene sokulması ile sağlanamazdı. Bütün bunları yaparken bile eğitimin rolü zaten tartışılamazdı. Bu nedenle  kalkınma ve gelişme çabalarının eğitilmiş insan gücü olmadan başarıya ulaşması imkânsızdı. Üretim alanlarındaki her adımda yetişmiş insan gücünün vereceği katkı hesap edilerek hareket edilmiş, kurslara, eğitmen okullarına büyük önem verilmişti. Aynı şekilde Cumhuriyetin savunduğu modern ve çağdaş bir hayata destek veren, onun doğrularını içselleştirmiş, yeniliğe açık şekilde yetiştirilmiş bir topluma ihtiyaç vardı. Bu ise ancak  eğitim ve kültür alanında elde edilecek başarılarla sağlanabilirdi. Murat Burgaç’ın kitabından öğrendiğimize göre 1935 yılına gelindiğinde 6 yaş ve yukarısı 774.581 kişiden okur yazar olanların sayısı sadece  175.587 kişiydi. Kazım Dirik bu nedenle okulların, öğretmen ve eğitmenlerin çoğalması, giderek daha fazla insanın okur yazarlığının arttırılması, eğitilmesi için büyük çabalar sarf edecektir. Türkiye’de ilk açılan Eğitmen kurslarında birisi  1937 yılında Edirne Karaağaç’ta Yatılı Okul binasında açılacaktır. Burada sadece öğretmenlik mesleği değil ziraat ve teknik bilgiler de öğretilir. Bu okullar daha sonra Köy Öğretmen Okullarına dönüşecektir. Nitekim Edirne Karaağaç’ta 1938 yılında Trakya Köy Öğretmen Okulu açılır. Bu okulun adı daha sonra taşındığı Lüleburgaz’daki yeni binasında Kepirtepe Köy Enstitüsü olarak değiştirilir. 

Köylerinde okulu olmayan çocuklarının eğitimi için yine Umum Müfettişliği tarafından Köy Yatılı Okulları açılır. Bu okulların açılmasının bir başka nedeni de Türkçe bilmeyen Pomak, Boşnak göçmen çocuklarına ulusal dil birliğini sağlamak üzere  okuma yazma öğretebilmektir. Yine aynı amaçla köylerde okuma odaları açılacaktır. 

Kâzım Dirik İzmir Valisi iken başlattığı tarih öncesine ait kültür varlıklarının ortaya çıkartılması ve sergilenmesi çalışmalarına Trakya’da da devam eder. İlk olarak Edirne’de Edirne ve Yöresi Eski Eserleri Sevenler Derneği kurulur, derneğinin başkanı olur. Bu dernek ilk olarak Mimar Sinan’ın eseri Selimiye Camii’i dış avlusunda yıkılmak üzere bulunan darüssıbyan binası onarılır, Edirne Etnografya müzesi açılır. Trakya’daki kazılarda ele geçen materyalin  diğer tarihi eşyalar ile birlikte  bu müzede sergilenmesi için köyler gezilerek taramalar yapılır, bulunan eşyalar muhafaza altına alınır. 1938 yılında müzede sergilenen materyal sayısı 695’e ulaşır. 

Trakya’da ilk arkeolojik  kazılar yine Kazım Dirik zamanına denk gelir. Arkeolog Arif  Müfid Mansel incelemeler yapmak için görevlendirilir. Mansel tarafından hazırlanan rapora göre bölgede kazı faaliyetleri başlamış olur. İlk kazı Edirne Hasköy höyüklerinde yapılır. Daha sonra Kırklareli, Alpullu, Sinanlı, Lüleburgaz höyüklerinde devam eder. Trak höyüklerinin haritası yine Arif Müfid Mansel tarafından çıkartılır. Bu kazıların finansmanı için bütün girişimleri elbette Kazım Dirik üstlenecektir. Bu arada köylerde bile müzeler açılır. 1940 yılına gelindiğinde Müfettişlik Bölgesindeki dört vilayetin köylerindeki müze sayısı 25’i bulur. Müzeler Köy halkı tarafından ilgiyle ziyaret edilir.

Bütün bunları okurken şaşırmamak elde değildir. Bunu yazımı bitirirken  özellikle vurgulamak istiyorum. Kazım Dirik ve ona bu görevleri veren Cumhuriyetin kurucu kadrolarının sahip olduğu vizyon ve çalışma azmi gelecek nesillere ne yazık ki örnek teşkil edememiş ve başlayan  çabaların devamı gelmediği gibi ya tamamen unutulmuş ya da  izlerinin silinmesi   için çalışılmıştır. Bu hikayenin hazin sonucu budur. Şimdi yaşanan bir çok  sıkıntıların arkasındaki nedenler olarak  artık hepsi tarihin konusudur.

***

Kâzım Dirik ölümünün 15 gün öncesi gittiği İstanbul seyahati sırasında rahatsızlanır. Safra kesesi iltihaplanmıştır. İstanbul' da kalsa hastalığına müdahale edilecek ve kurtulacaktır. Ama tavsiyeleri dinlemez, bir an önce Edirne'ye, görevinin başına dönmelidir. Edirne'de durumu ağırlaşır, istanbul'dan acele çağrılan operatör de yolda rahatsızlanınca müdahale yapılamaz. Kazım Dirik 3 Temmuz 1941 günü Edirne’de vefat eder.

Cenazesi vasiyeti üzerine İzmir'e götürülmek üzere İstanbul' a sevk edilir. Cenaze töreni 5 Temmuz 1941 günü İzmir' de yapılır. Kemeraltı Camii’nde kılınan öğle namazına müteakip İzmir Altındağ Mezarlığı’na defnedilir.


Kaynaklar:

-Murat Burgaç, Trakya Umum Müfettişliği, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişhehir 2010.


- Yeliz Batı, General Kazım Dirik ve Trakya Umum Müfettişliği, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne 2008.

17 Ağustos 2021 Salı

KIRKKİLİSE’ DEN KIRKLARELİ’YE EĞİTİM: 1. Bölüm, Giriş

 


Hasan ÇALIKUŞU

Büyük Selçuklu Devleti eğitim alanında birçok yeniliğin öncülüğünü yaparak dünya medeniyet tarihine verdiği katkılarla çok önemli gelişmeler sağlamış ve günümüze kadar ulaşan yöntemleri benimsemişlerdi. Bu dönemde sayısız cami, medrese ve eğitim kurumu yapılmış, devlet ve yöneticiler bilime ve bilim insanına çok önem vermişti. Öğrenciler parasız ve maaşlı olarak resmi ve dini eğitimini Arapça, bilim ve edebiyat eğitimini Farsça görüyordu. 

Tuğrul Bey, Alparslan, Melikşah ve Nizam-Ül Mülk döneminde bilgin ve sanatkâra büyük saygı gösterilmiş, ünlü bilginler ülkede toplanmış, kütüphaneler kurulmuş, eğitimde ileri metotlar düşünülmüştü. 

Osmanlı eğitim sisteminde sıbyan mektepleri, medreseler ve özel eğitim veren enderun mektepleri olmak üzere üç farklı eğitim kurumu bulunmaktaydı. Enderun mektebi hariç, diğerleri vakıflara bağlı olarak kuruluyor ve yaşatılıyordu. 

Sultan Abdülhamid devrinde bütün ülkede bir eğitim seferberliği başlatıldı. Bütün yurtta ilköğretimden ortaöğretime kadar birçok mektebin açılması kararlaştırıldı. Osmanlı Devleti’nde gerçek manada Tanzimat’la birlikte başlayan eğitimde reform süreci, Abdülhamid döneminde sayısız mektebin açılmasıyla hız kazandı ve II. Meşrutiyet devrinde de devam etti.

1902 yılına kadar Eğitim Bakanı olan Ahmed Zühdü Paşa malî ve hesap konularında kendini yetiştirmiş, aydın, şair ve çalışkan bir kişiydi. Devletin birçok kademesinde görev yaptıktan sonra Bayındırlık ve Maliye Bakanlığı yapmış, hizmetlerinden dolayı ‘Vezirlik’ rütbesi verilmişti. Bu dönemdeki eğitim seferberliğinin önemli isimleri arasındaydı. Dârülfünunun (üniversite) kurulmasını sağladı. Ayrıca idâdîlerde (lise) uzun yıllar okutulan “el-Mecmûatü’z-Zühdiyye fi’l-ahkâmi’d-dîniyye” adlı bir kitap bile yazdı. Eğitim Bakanı iken 1902’de vefat eden Ahmed Zühdü Paşa, Kadıköy Kızıltoprak’ta inşa ettirdiği Zühdü Paşa Camii kabristanına defnedildi. 

Sağlığında ücretsiz öğrenci kabul eden bir ilkokul yaptırmıştı. 1921 yılına kadar okulun öğretmen ve çalışanlarının maaşları ile cami masrafları kurduğu vakıf tarafından karşılandı.

Bu dönemde Kırkkilise, gayrimüslim halkın yoğun olarak yaşadığı ender Osmanlı sancaklarından biriydi. Rum ve Bulgar nüfusun çoğunlukta; İslam ve Musevi nüfusun azınlıkta olduğu Kırkkilise’de bu cemaatlere ait okullar da faaliyetteydi. Kırkkilise’nin nüfus yapısındaki bu çeşitlilik, eğitim ve öğretim yönünden bir zenginlik oluşturuyordu. Kırkkilise sancağının fethinden bir süre sonra sıbyan mektepleri ve medreseler faaliyette geçmişti. 

Kırkkilise kasabasında 18. yüzyılda evler genellikle taş ve tuğladan çamurla ve kısmen kâgir ve iki-üç katlı yapılmıştı. Evlerin zemini toprak olup iki-üç odası, bir mutfak ile eklentileri vardı. Eğer evde bir hayvan bulunuyorsa bir ahır ve samanlık gibi bölümler de bulunuyordu. Kâgir olanlar genellikle iki katlıydı ve üç katlı bina ancak birkaç taneydi. Fakir ve köy evlerinin durumu buna benzer olsa da alçak tavanlı, küçük pencereli, güneş ışığından mahrum, ruh sıkıcı bir haldeydi. Kırkkilise mektepleri de evlerden farklı değildi. Genellikle taş ve çamurla sıvanmış sıhhi olmayan yapılardı.

Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı, Bulgar ve Yunan işgallerinde Kırkkilise ve köylerdeki binaların çoğu tahrip edilip yıkılmış ve birçoğu yeterince onarılamamıştı.

Muallimlerin çoğu Darülmuallim (erkek öğretmen okulu) mezunu olmakla birlikte, çeşitli mektep, idâdî ve sultaniyi bitiremeyerek yarım bırakmış muallimlerden oluşmaktaydı. Diğer taraftan eğitim araçlarının yokluğu ve aynı zamanda köy mekteplerinin genellikle birer muallimin olması dolayısıyla dersler pek muntazam ilerlemiyordu. Diğer bir mesele, çocukların mektebe devam mecburiyetiydi. Özellikle köylerde talebe kış mevsiminde ancak üç-dört ayını mektepte geçirir, sonra köy işlerinde çalışırdı. 

Kırkkilise kasabası Sultan Beyazıt, Hatice Hatun, Doğanca, Karaca İbrahim, Camii Kebir, Yapraklı, Tellak Zade, Hacı Zekeriya olmak üzere 8 mahalleden oluşmaktaydı. Buna rağmen mahalle içleri Müslüman, Rum ve Bulgar mahallesi olarak da ayrılıyordu. 

Kasaba ve köy halkı geçim kaynağına göre yaşantısın sürdürüyordu.  Durumu iyi olanlar kaliteli undan yapılmış has ekmek, et ve yağlı yemekler yerken, fakir halk ve köylüler genellikle çavdar, mısır ve arpa, nadiren karışık buğday unu ekmeği yerken yemekleri de kendi ürettikleri mercimek, fasulye ve tarhanadan ibaretti. Ancak harp, işgal ve göç zamanında bunu bile bulmak zorlaşıyor, karışık unla yapılan ekmeği şansları varsa tuz ve bir soğanla yiyerek idare ediyorlardı.

1873-74’lerde Kırkkilise mahallelerinde çeşitli türde toplam yedi okul bulunmaktaydı. Sultan Abdülhamid döneminde modern mektepler yapıldı ve sancakta bir idâdî (lise), İslam nüfusa ait beş rüştiye (ortaokul) ve hemen hemen bütün köylerde ibtidâi (ilkokul) mektepleri açıldı. Bunların yanında sancakta Rum, Bulgar ve Musevi cemaatinin rüştiye ve ibtidâi derecesinde mektepleri de vardı. Rüştiye eğitimi veren yedi gayrimüslim mektebinden üç tanesi Kırkkilise kasabasındaydı. Kırkkilise sancağındaki mektepler Edirne Vilayeti Maârif Müdürlüğü’ne bağlıydı.

Kırkkilise Sancağı’nda 1906-1907 öğretim yılında idâdî mektebi dışında dördü erkek ve biri kızlara mahsus rüştiye mektebi bulunuyordu.

Mektep giderleri için Maarif Nezareti’nin (Eğitim Bakanlığı) bütçesi yeterli değildi. Bu nedenle devlet bütçesinden ayrılan ödenek yanında daha ziyade cemaat ve halkın vereceği yardımlar, vakıf gelirleri ve yerel yardımlar mekteplerin belli başlı gelir kaynaklarıydı. 

Kırkkilise İslam, Bulgar, Rum ve Musevi mektepleri kendi cemaat meclislerince idare ediliyordu. Kilise sandıkları ile Müslümanların kurduğu vakıflar mekteplerin inşa ve tamirinde parasal desteğin sağlandığı önemli kaynaklardı. Bu nedenle muallim maaşlarının ahaliden karşılanması nedeniyle çok az muallim bulunduruluyordu. 

Kırkkilise’de Müslüman mektep masraflarının önemli kısmı buradaki vakıf gelirlerinden karşılanıyordu. Hızır Bey, Hasan Çavuş, Hatice Hatun vakıfları mütevellileri tarafından idare edilmekteydi. Mahallî idare tarafından yönetilen vakıflardan Karakaş Bey, Emin Ali Çelebi, Serdar Ali Paşa, Pehlivan Ağa, Hundi Hatun, Hüseyin Bey, Yahşi Bey Vakıfları Kırkkilise’de eğitime katkı sağlayan vakıflardı. 

Köylerdeki ibtidâilerde ise genelde tek muallim vardı ve maaşları talebeler tarafından getirilen zahire ile ödenebiliyordu. Ayrıca mekteplerin inşa ve tamir masrafları da oradaki ahali tarafından karşılanıyordu. 

Balkan Harbinden sonra Cumhuriyet kurulana kadar Kırkkilise’de altı yıllık erkek ve kız mektepleri ile ana mektepleri, bir lise, bir yetimler yurdu ayrıca çırak mektepleri ve gece kursları faaliyetini sürdürüyordu. Köylerde de bir mektep olup muallimlerin çoğunu dârülmuallim mezunlarıydı. I. Dünya Savaşından sonraki istila ve göçler bir süre eğitimi aksatmış olsa da kısa sürede eğitim tekrar toparlanmaya başladı. Bütün halk eğitimin faydalarını anlamıştı. Yakılmış yıkılmış ve yoksulluklar içinde olsa bile köydeki ahali ne yapıp edip bir gazeteye abone olmayı ve bunu kendi aralarında okuyup anlamayı vazife edinmekteydi.

Kırklareli Meclis-i Umumi (Genel Meclis), aynı düşünceyle ilköğretim eğitimine önem veriyor, bütçeden en fazla payı eğitime ayırıyordu. O yıl 110 bin liralık genel gelirin 70 bin lirasını eğitime tahsis edilmişti. Ancak Osmanlı idaresinden beri eğitimde Edirne’ye bağlı olunması ve birçok yüksek dereceli eğitim kurumunun yalnız Edirne’de açılmış olması ve Kırklareli’nin bu nimetlerden mahrum edilmesinden kaynaklı şikâyet ve rahatsızlıklar vardı.

1923 yılında Kırklareli merkez, 5 nahiye ve 58 köyde mevcut 6400 hane 24.085 nüfusa sahip kasabada mektep istatistiklerine bakıldığında 17 yeni açılacak mektep olduğu, toplam 27 öğretmen ile halen faaliyette 2 erkek, 2 kız, 11 karma 1 ana mektebi ile 1 Bulgar ve 1 Musevi mektebinde 915 öğrenci vardı.


------ 2. Bölüm: Kırkkilise Sıbyan ve İbtidâi Mektepleri ------


KAYNAKÇA:

Selçuklularda Eğitim Faaliyetleri ve Yetişen İlim Adamları, Ali ÖNGÜL, 2003

Manisa’da Osmanlı Dönemi Mirası: Sıbyan Mektepleri, Elif SÜYÜK MAKAKLI-Betül OZAR, 2019

https://www.fikriyat.com/galeri/tarih/osmanli-sibyan-mekteplerinde-egitim-sistemi

Kırkkilise Sancağı’nın Tar. ve Coğ. Açıdan Tasviri, Melissinos HRISTODULU,Atina Th. Papaleksandri Mat.,1881

Ali Rıza Dursunkaya, Kırklareli Vilayetini Tarih, Coğrafya, Kül.ve Eski Es.Yön.Tetkik,Yeşilyurt Bas.1948

Adem Ali Şahin, Tanzimattan Cumhuriyete Kadar Eğitim Sistemi, Yönetimi ve Denetimi, İSZÜ Sos.B.Ens, 2015

Büyük Selçuklu Devletinde Eğitim ve Öğretime Genel Bakış, İsmail GÜVEN

Kırklareli (Kırkkilise) Mekteb-i İdadisi, Mesut AYAR

Efsaneden Gerçeğe Kırklareli, Nazif KARAÇAM, 1995

Bütün Yönleri ile Kırklareli ve İlçeleri, Nazif KARÇAM, 1970

Kırklareli, Osman YALÇIN, 1970

Kırkkilise ‘Kırklareli’ Vilayeti Sıhhi İctimai Coğrafyası, Dr.Ahmet HAMDİ, Çeviri: Sinan ŞANLIER

Cumhuriyetin 15. Yılında Kırklareli, 1938

Kırklareli İl Yıllığı, 1967, Kırklareli Valiliği

Kırklareli İl Yıllığı, 1973, Kırklareli Valiliği

Kırklareli İl Yıllığı, 2000, Kırklareli Valiliği

Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Öz Yayınları, Ankara 1959, s. 34-37.

https://islamansiklopedisi.org.tr/zuhdu-pasa

https://tr.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu%27nda_e%C4%9Fitim

Ali Coşkun YANARDAĞOĞLU Arşivi

Fuat FÜRKAŞ Arşivi 

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kadar Eğitim Sistemi, Yönetimi ve Denetimi, Adem Ali ŞAHİN, 2015

II. Abdülhamid Döneminde Kırkkilise (Kırklareli) Sancağında Eğitim ve Öğretim, Hümmet KANAL

Sâlnâmelere Göre İdari, Sosyal ve Ekonomik Yapısıyla Edrine Sancağı, Halûk KAYICI, 2013

Kırklareli (Kırkkilise) Rum Mekt.Vali F.Üstün İlko.Bir Eğitim Bin.Hikâyesi(1905-2005), Nuri GÜÇTEKİN

II. Meşrutiyet Osmanlı Meclis Zabıtlarında Bulgar Azınlıklarının Kilise ve Okul Sorunları, Gülnihâl BOZKURT

Kırklareli Şehri - Oya Esin KAYMAZ 

Ahmet Mithat İlköğretim Okulu Slayt

Türkiye’nin Sıhhi-i İçtimai Coğrafyası Kırklareli Vilayeti, Türkan DOĞRUÖZ

1880 Tarihli Kırkkilise Sancağı’nın Tarihi ve Coğrafî Açıdan Tasviri, Türkan DOĞRUÖZ, 2020

Kırklareli Merkez İlçe ve Köylerindeki Gayrimüslim Eserleri, Barış TOPTAŞ, 2012

Osmanlı Tarihi 1, Ahmet Rasim,1999

Kırklareli ve Tekirdağ'daki Klâsik Dönem Osmanlı Camileri, Serpil YILMAZ, 2019

14 Ağustos 2021 Cumartesi

140 YIL ÖNCE İLK KIRKLARELİ KİTABINI YAZAN HEMŞERİMİZ : Melissinos Hristodulu Christofotoulou



Ahmet Rodopman 

Kırklareli’ mizin tarihi ile ilgili araştırmaları derinleştirirken, tarihi belge eksikliği engellerin başında gelmektedir. Bunu aşmak için daha farklı ve Türkiye dışındaki, özellikle de Yunan ve Bulgar kaynaklı belgelere baş vurmak zorunda kalıyoruz. Bu arada bir çeviri de karşıma çıkan ve bir hayli ilginç kişiliği ile dikkatimi çeken Melissinos Hristodulu Christofotoulou’ u daha detaylı inceleme ve edindiğim bilgileri de sizlerle paylaşma uğraşına giriştim. Bu konularda daha detaylı ve doğru bilgilere ulaşabilme amacıyla Osmanlıca ve Türkçe bilgilerin yetersizliği nedeniyle, önünü alamadığım merakım beni Grekçe öğrenmek için çalışmak zorunda bıraktı. Önce internetten çevirilerden yaralanırken, İstanbul Rum’u olan eski bir arkadaşımdan yardım alarak ancak bu kadar yapabilir hale gelebildim. Çünkü Kırklareli’mizde günümüzden 1400-1500 yıl öncelerinden başlayan bir Roma İmparatorluğu ve Rum yerleşimi bulunmaktadır. Yerli Rumların okuyup, yazma ve belge bırakma alışkanlıkları Türkler’den daha iyi olması nedeniyle de onlardan yararlanmayı umuyorum. Ah bir de Kırklareli’ ni yok eden yangınlar ve yağmalar olmasaymış bu günlere çok daha fazla belge ve bilgi kalabilirmiş. Bulabildiklerimizi değerlendirebilirsek, kentimize dair pek çok noktayı aydınlatmış olabiliriz diye düşünüyorum.


Araştırmalarımı 1800 lü yılların başlarına kadar getirdiğimde, pek çok ilgi çekici kişi ve olayla karşılaştım. Bunların başında da, kentin tarihi ile ilgili ilk derli toplu bilgi veren yazılı eseri 1880 yılında basılmış olan, Melissinos Hristodulu gelmektedir. Yazmış olduğu PERİGRAFİ İSTORİOGEOGRAFİKİ TİS EPARHİAS TON SARANTA EKKLİSİON , ‘’Kırklareli Sancağı’ nın Tarihi ve Coğrafi Açıdan Tasviri’’  adlı çalışması beni bir hayli heyecanlandırmıştır. Bu eser kendi konusunda bir ilk olmasının yanı sıra, Kırklareli’ nin 140  yıl önceki durumunu yansıtması açısından bence çok önemli bir yapıttır. Gelen günlerde bu çalışmadan çıkarsadığım önemli noktaları 140 yıl sonrasının yani günümüzün Kırklareli’ si ile karşılaştırmasını birlikte  yapmak istiyorum. Sanırım sizlerinde çok ilgisini çekecek sevgili Kırklareli’ mize bir buçuk asır geriden bakıp farklı değerlendirmeler yapmamızı sağlayacaktır. Yazarının özelliklerini araştırınca da bir kez daha hayretler içinde kaldım. 66 yaşında vefat eden Melissinos Hristodulu ’  nun yaşamına sığdırdığı o kadar çok şeyin olduğunu görünce şaşırmadan edemedim. Günümüze değin adının pek duyulmamış olmasını ve hatırlanılmamasını kendimce kınadım ve bir Kırklareli sevdalısı olarak utandım.


Melissinos Hristodulu  1855 yılında Kırkklise’ de yaşamakta olan, ekonomik düzeyi bir hayli iyi, dinine bağlı, yerli bir Rum ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. İlk ve Orta okul tahsilini Kırkkilise’ de yapan yazarımız, öğrenimini İstanbul’ da o zamanlar Mekteb-i Kebir diye adlandırılan Balat Rum Lisesinde tamamlamıştır. Yüksek öğrenimi için Atina’ ya giden Melissinos Hristodulu , Hukuk Fakültesini bitirip, hukuk doktorasını da verdikten sonra çok sevdiği şehri Kırkkiliseye’ ye dönmüştür. Burada bir süre öğretmenlik ve avukatlık yaptıktan sonra Selanik’ e ve Gümülcine’ ye gitmiş ve değişik kiliselerde din eğitimi alarak piskoposluk aşamasına kadar yükselmiştir. Bu arada Kırkilise’ nin o güne kadar yazılmamış olan tarihini yazmış ve 26 Ekim 1880 tarihinde Atina’ da  kitap olarak bastırarak günümüze kadar gelecek olan bir hayli orijinal bilgileri bizlere sunmuştur. Küçüklüğünden beri istediği ve ailesinin de büyük arzusu olan din adamı olmak için çeşitli kiliselerde görev yapmış, keşiş olarak yaşamış, İstanbul’ da, Filibe’ de ve Gümülcine’ de  değişik kiliselerde ve patrikhanede çalışan Melissinos Hristodulu üst düzey bir din görevlisi olarak Hatay’ da, Morinia ‘ da ve Taşos’ ta Metrapol olarak görev yapmış ve ismine dini bir rütbe olan  Christofoulou’ yu ileve edilerek, Melissinos Hristodulu Christofotoulou olarak anılmaya başlanmıştır.

Uzun yıllar üzerinde çok çalıştığı kiliselerde müzik eğitimi verecek okulların açılmasına yoğun emek vermiş, Kilise Müziği oluşturacak kapsamlı çalışmalar yapmıştır. Özellikle kilise korolarında söylenmesi amacı ile kutsal eserler bestelemiş ve bunları kitaplaştırmıştır.

İstanbul’ da Piskoposluk yaptığı o yıllarda İstanbul’ da özellikle Rum vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı Kurtuluş semtini o zaman kullanılan adı ile ‘’Tatavla Tarihi’’ olarak yeni bir kitap olarak hazırlamıştır. Yakın zamanda Türkçe olarak basılan bu kitapta da Kurtuluş semtinin tarihi ile ilgili bir hayli ilginç belgeler bulunmaktadır.


Bütün bunların yanında hukuk ile aile ilişkileri ve tarih ile ilgili de kitaplar yazmış, bıraktığı çok sayıda mektup, yazı ve belge ile değerli bir külliyat oluşturmuştur.

Yazdığı ve yayınladığı başlıca eserler şunlardır: 

1) Kırk Kilise Vilayeti (1881), s. 104. 

2) Taslak Hukuk Kitabı AD "Evliliğin Önündeki Engeller" (1889), s. 276. 

3) Taslak Hukuk Kitabı B "Cehalet" (1895),Sayfa 176. 

4) Trakya ve Kırk Kilise. Bazı idari dini konulardan sonra (1897), s. 304. 

5). Ritim, zamana ve günün önemine göre kilise müziği (1900), s. 32. 

6) Kutsal Melodimizin icrasındaki uyum (1902), s. 16. 

7) Kehanetler ve eklerden sonra nekrosimous dizisinin Typikon'u (1905), s. 80. 

8) Mutluluk Hakkında…. Didaktik konuşma (1908), s. 32. 

9)Tatavlas (Tatulon Tarihi) (1913), s. 352. 

10) Taslak Hukuk Kitabı AD "Evliliğin Engelleri". Baskı BD (1938), s. 431. Metropolit Melissinos'un ani ölümü nedeniyle bu son kitap, 1938 yılına kadar el yazması ve notlar olarak kamış, Avukat yeğeni tarafından, Atina Başrahibi Emmanuel Farlekas ile birlikte çalışılarak yayına hazırlanmıştır.


Yaşamının sonuna doğru Gümülcine Metropoliti olan Melissinos Hristodulu Christofotoulou, burada daha az kalarak Taşoz Adasına geçmiş, yazar orada hastalanmış ve ısrarla doğduğu yer olan Kırkkilise’ ye götürülmesini istemiştir. Son arzusunun dünyaya gözlerini açtığı toprağında yine gözlerini yummak istemiş olması, onun şehrine ne denli tutkun olduğunun da bir göstergesidir. Beyin kanaması geçirdiği belirtilen yazar, nihayet 66 yaşında çok sevdiği Kırkkilise’ de  2 Ekim 1920 tarihinde son nefesini vermiştir. O zamanlar Kırkkilise olarak bilinen şehrimizde toprağa verildiği bilinen bu değerli yazarımızın ne yazık ki mezarına bu güne değin bulunamamıştır. 1922 yılında Lozan Antlaşması sonucunda zorunlu olarak şehri boşaltıp giderlerken Yunanlı’ ların yakıp yıkmadıkları yer kalmadığı için, kalan mezar taşlarının da yeni yerleşim yerleri yapımında kullanıldığı söylenilmektedir. Hemen o yıllarda yapılan Mübadele ile de Trakya’ da yaşayan hemen hemen bütün Rumların Yunanistan’a gönderilmeleri ile şehrimizden Yunan varlığı tamamen tükenmiştir.

Burada kısaca yaşam öyküsünü vermeye çalıştığım, Melissinos Hristodulu Christofotoulou’ nun yazdığı ‘’Kırklareli Sancağı’ nın Tarihi ve Coğrafi Açıdan Tasviri’’ adlı kitabının ön sözünde  << Çok sevdiğim Kırkkilise, bu eser doğma büyüme bu kasabanın evladı Melissinos Hristodulu tarafından sana duyulan derin sevginin çok küçük bir nişânesi olarak ithaf edilmektedir.>> demektedir.

26 Ekim 1880 tarihinde Atina’ da bastırmış olduğu kitabında 15 bölümde Kırkkilise’ yi ve ona bağlı diğer yerleşim yerlerinin tarihlerini, coğrafi özelliklerini, nüfus, eğitim, iklim, sanayi ve ticaretini etraflıca anlatmıştır. Bu kitabın en önemli özelliğinin konusunda bir ilk oluşudur. Uzun, güç ve ayrıntılı olarak yazılan bu kitaba kaç yılını verdiğini bilemiyoruz yazarın. Ancak 25 yaşında kitabını bastırdığını anladığımıza göre, epey yoğun bir gençlik enerjisini harcadığını anlayabiliyoruz. Her yazdığı yere özellikle kendisinin gittiğini, bütün bilgileri kendisinin toplayıp yorumlayarak yazdığını düşünürsek, verdiği emeğin değerini daha iyi anlayabiliriz. Bütün bunları yapıp bizlere 141 yıl öncesindeki şehrimiz ile ilgili bilgileri aktaran yazara minnettarlığımız daha da artmaktadır. Ne yazık ki bu temel bilgilerin elde olmasına karşın bunca yıl içerisinde  ancak benzeri 3 kitap oluşturulabilmiştir. Bunlarda 1938 yılında Prof. Dr. Arif Müfit Mansel, 1948 yılında Ali Rıza Dursunkaya, 1995 yılında Nazif Karaçam’ ın yazdığı Kırklareli ve Çevresi ile ilgili kitaplardır.Zaman zaman yararlandığımız bu kitaplarında üzerinde gelen günler içerisinde yazar , tartışırız umarım.Her bir eseri hazırlayıp, bizlere sunan bu değerli yazarlara tekrar tekrar teşekkürlerimizi sunar, minnettarlıklarımızla rahmetler dileriz.

Sanırım yazımızı, yazarımız Melissinos Hristodulu Christofotoulou’ nun yazdığı kitabının sonuna eklediği, kitabı ile ilgili dilek ve düşüncelerini aktardığı cümlelerle sonlandırmak en doğrusu olacak. Şöyle yazıyor kitabının sonunda yazarımız.

<<Kırkkilise tarihini daha eksiksiz bir şekilde araştıracak yazarlara yararlı olması ve en azından bu yönde faydalı olması ümidi ile halkın beğenisine sunmaktayım. Daha uygun ve daha uzman bir başkasının bana bu çalışmadan daha kapsamlı ve daha mükemmel bir eser takdim edilmesini diliyorum. >>

Kaynakça:

1- https://www.pemptousia.gr/2021/02/melissinos-christodoulou-enas-episkopos-tou-patriarchiou-me-ousiastiki-simvoli-sta-themata-tis-mousikis/

2- http://haritatatavla.org/kurtulus-tatavla-semt-tarihcesi/ TATAVLA

3- https://sidirasioannis-amvonfanariou.blogspot.com/2017/08/1914-1921.html

4- http://users.sch.gr/markmarkou/1901_1930/1920/koim/melissinos_christodoulou.htm

      5 -  Doğruöz, V. T. Dökmeci, V. Çiftçi, A. (2020). Kırkkilise Sancağı’nın Tarihi ve Coğrafî Açıdan Tasviri (Perigrafi İstoriogeografiki Tis Eparhias Ton Saranta Ekklision) Adlı Eser Tercümesinin Kırklareli Tarihi Açısından Yorumlanması. October 2020. Anadolu ve Balkan Araştırmaları 

11 Ağustos 2021 Çarşamba

TÜRK HAVA KURUMU VE KIRKLARELİ ÖZELİNDE HATIRLANANLAR

 Ahmet Rodopman 


Kırklareli halkının o zamanki adlandırmalarla ‘’Tayyare’’ ile ilk tanışmaları 1912 yılının o şanssız Balkan Harbi günlerinde olmuştur. Bulgar kuvvetlerinin hareketlerinin izlenmesi amacı ile Kırklareli’ ye  savaşın başlamasından hemen önce İstanbul’ dan gönderilen iki adet  tayyare ne yazık ki görev yapmalarına fırsat kalmadan Bulgar kuvvetlerinin eline geçmiştir. Balkan savaşlarının akılda kalan en büyük özelliklerinden olan, koordinasyonsuzluk sonucunun tipik bir örneği olan bu durum,  o günlerin olumsuzluklarını yaşayan insanların hafızalarından silinmemiştir.

Yıllar sonra 16 Şubat 1925 tarihinde, Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ ün önsezileri, ‘’İstikbal Göklerdedir’’ söylemi ile birleşerek, hemen cumhuriyetin ilanından 16 ay gibi kısa bir süre sonunda kurulmasına kararlaştırılan ‘’Türk Tayyare Cemiyeti’’ sayesinde gerçekleşme yoluna girmiştir. Ankara’ da kurulan cemiyet kısa zamanda yurttaşlarımız tarafından benimsenmiş, gerek maddi gerekse manevi olarak katkıları ile her şehirde örgütlenmeler başlamıştır. Yeni cumhuriyetin  kuruluş aşamasında insanlarımızı coşturan vatan için bir şeyler yapma tutkusu ile, yeni oluşturulan cumhuriyet kurumlarından, Çocuk Esirgeme Kurumu, Kızılay Derneği, Yeşilay Derneği, Verem Savaş Derneği, Halk Evleri gibi sivil toplum kurumlarına gösterildiği şekilde Tayyare Cemiyetine de büyük bir sevgi seli oluşmuş, kentimizin ileri gelenleri tarafından  oluşturulan yönetimler ve yan kuruluşları ile ismini duyurmanın yanında işlevselliği de arttırılarak halkın sevdiği ve küçük, büyük bağışlarla büyüttüğü bir kurum oluşturulmuştur.  Ankara merkez teşkilatının kurulmasından iki ay gibi kısa bir süre sonrasında Kırklareli şubesi de kurulmuş ve göreve başlamıştır. İlk yönetim Kurulunu, Başkan Şevket Dingiloğlu, İkinci Başkan Mehmet Fuat Umay, Başöğretmen Mehmet Ali Yazman, üye Ali Rıza Dursunkaya, Avukat Tahir Taner ve Kemal Bey oluşmaktadır. 

Kentte düzenlenen bağış kampanyaları ve  etkinliklerden elde edilen kazançlarla şube bir hayli gelir kazanmış ve isim yapmıştır. Yurt çapında oluşturulan ‘’Her şehir bir uçak alıyor’’ sloganıyla, gerek yapılan özel geceler ve çekilişler, gerekse rozet ve pul satışları sayesinde toplanan paralarla Kırklareli adına yakışan bir uçak alınarak Türk Hava Kurumuna hediye edilmiştir. 1930 lu yıllarda şehrimiz için bu bağışın hiçte az olmadığını sanırım bu günkü koşulları göz önüne getirince daha iyi anlamış oluyoruz. Ne yazık ki o yıllara ait yazılı çok bir şey bulamadığımız için ancak ikinci veya üçüncü kuşaktan elde ettiğimiz bilgilerle yetinmek zorunda kalıyoruz. Bu yıllarda yaşanılan olayları merhum Ali Rıza Dursunkaya’ nın kitaplarından ve o günlerdeki gazetelerinin haberlerinden ve Nazif Karaçam’ ın yazdıklarından faydalanarak aktarmaya çalışıyoruz.

1935’de alınan kongre kararı ile adı Türk Hava Kurumu olarak değiştirilmiş olan Tayyare Cemiyeti’ nin kuruluş amaçları da bizzat Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından:

* Türkiye’de havacılık sanayisini kurmak,

* Havacılığın askeri, ekonomik, sosyal ve siyasal önemini anlatmak,

* Askeri, sivil, sportif ve turistik havacılığın gelişmesini sağlamak,

* Havacılık faaliyetleri için gerekli araç ve gereçleri hazırlamak, 

* Personel yetiştirmek ve uçan bir Türk Gençliği yaratmak olarak belirlenmiştir. 


Bu yeni adı ile Kırklareli şubesi yönetimlerine gelen hemşehrilerimiz aynen önceki arkadaşları gibi şevkle ve inançla çalışmışlardır. Bizim kuşağımız anımsar sanıyorum, bayramlarda her okuldan seçilen öğrenciler boyunlarına asılan sarı metalden yapılmış kumbaralarla halkın arasında gezerler, insanlarda güçlerinin yettiği kadar genellikle metal paralarını kumbaralara atarak katkıda bulunurlardı. Öğrenim dönemlerinde okullara ‘’Tayyare Pulları’’ satılır, küçük küçükte olsa, Türk Hava Kurumu ve diğer benzeri kurumlara katkıda bulunmaya çalışılırdı. Bu arada evini veya arsasını Türk Hava Kurumuna bağışlayan varlıklı yaşlılarımız da olurdu. Onların da ruhları şad olsun. Türk Hava Kurumuna beslenen sevgi o günlerde kelimelerle anlatılabilecek gibi değildi. Sanıyorum bunda Mustafa Kemal Atatürk’ ün bu kuruma gösterdiği özen ve önemin yanında yöneticilerinin de bir kuruşun dahi hesabını veren anlayışlarının da büyük önemi olmuştur. Tabii özellikle Kurban Bayramlarında kurum üyelerinin oluşturduğu ekiplerce kurban derileri toplanır, ziyan edilmeden, kurumun bilgisi ve yöneltmesi ile satışı sağlanıp, gelir olarak yazılırdı. Böyle toplanan paralarla Kırklareli Şubesi olarak Namazgah Caddesi başlangıcında ‘’Foto Şeref’’   in dükkanının olduğu bina satın alınmış ve yıllarca bir kültür merkezi gibi üyelerin buluştukları bir mekan olarak kullanılmıştır.


Bu arada Türk Hava Kurumu ile ilgili tarih defterimde ki notlarımdan bir kaçını sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim. Birincisi; uzun yıllar Kırklareli sakinlerinin hafızalarından silinmeyen  Havacılar Günü Kutlamalarında gösteri amacı ile Kırklareli’ ye gelen bir Türk Hava Kurumu uçağının kaza sonucu düşmesi sırasında, uçakta bulunan Jandarma Kumandanı İsmail Hakkı Beyin kızı genç yaştaki Mefaharet Hanımın feci şekilde ölümüdür. Kırklareli’ nin ilk havacı şehidi olarak kayıtlara geçen bu olayda cenaze bugünde Pınarhisar Yolunda bulunan Kent Şehitliğine defnedilirken binlerce üzgün insan eşliğinde belediye bandosu ile uğurlanmıştır. O günlerde bando şefi olarak hizmet veren ünlü halk şairimiz  Vahit Lütfü Salcı uzunca bir ağıt yazmış ve okuduğunda  tüm dinleyenlerin ağladığı görülmüştür. İşte bu ağıdın ilk dörtlüğü.


Bu sessiz matemin nedir sebebi?

İnsanın içine düğüm bağlıyor.

Siyahlar giymiş anneler gibi,

Her lahza kapanmış toprak ağlıyor.

                 …

Biz ilkokulda okuduğumuz 1960-1965 yıllarında 15 Mayıs Hava Şehitlerini anma gününde sevgili öğretmenimiz Rahmetli Sevdiye Güner’ in sınıfımızı şehitliğe anma için götürdüğünde, köşedeki bu mezarın başına da gider oldukça genç yaşlarında iken yaşamını yitirişini anlatışını, bugün gibi hatırlıyor ve her ikisinin de, sonsuz yaşantılarında ışıklar içinde yatmalarını diliyorum. 

Bir ikici notum da; Özellikle 26 Ağustos-30 Ağustos 1922 tarihleri arasında yapılan  Başkomutanlık Meydan Savaşlarında Türk Pilotlarının eldeki eski uçaklarla Yunanlıların uçaklarına verdikleri zararları, Yunan ordularını yukarıdan takip edip, Türk topçularının isabetli atışlar yaptırmalarını ve doğru, isabetli istihbaratlarla ordumuzu yönlendirmeleri sayesinde savaşın gidişini değiştirdiğini gören Mustafa Kemal’ in bu savaşın kazanılmasında tayyarelerin ve kabiliyetli Türk pilotlarının çok önemli rol oynamaları nedeniyle ‘’30 Ağustos Zafer ve Tayyarecilik Bayramı’’ adı ile kutlanmasını istemiş ve yıllarca bu şekilde kutlanmıştır. Ancak 1950 yılına gelindiğinde artık Tayyarecilik sözcüğü atılmış sadece 30 ağustos Zafer Bayramı olarak kutlanmaya başlanmıştır. Geçen yıllarla ve gelişen Türkiye’ miz de kurum pek çok ilklere imza atmıştır. Sivil Havacılıkta çok önemli atılımlar yapmış, ülkemizi yurt dışında temsil eden ilk ve tek kuruluş olarak  sayısız görevlerde bulunmuştur. Son yıllarda Türk Hava Kurumu Üniversitesi kuruluşunu gerçekleştirip, eğitim ve öğretim  hizmeti vermeye başlamıştır. Deneyimli pilotları ve yardımcı personeli ile araç parkını donatan yangın söndürme uçakları ve helikopterleri yurt düzeyinde yüzlerce yangını en az hasar yerecek şekilde yıllarca müdahale ederek söndürmüş olan kurum çalışanları, bundan sonra verilecek görevlerini de  başarı ile yerine getirmek için beklemektedirler.


Üçüncü notum ise; Kurulduğu 16 Şubat 1925 tarihinden beri kendi olanakları ile var olmaya çalışan, genel bütçeden para almaksızın 96 yıldır yurttaşlardan toplanan paralar ve bağışlarla hizmetini sürdüren bu kurumu gözümüz, kulağımız, elimiz, ayağımız gibi bakıp, sarıp saklamalıyız ki yeni yüz yıllarda da Türk vatanının göklerinde ay yıldızımızı güven ve övünç ile dalgalandırabilsin.


Kaynakça:

1 - Ali Rıza Dursunkaya . Kırklareli Vilâyetini Tarih, Coğrafya, Kültür ve Eski Eserleri Yönünden Tetkik. Cilt:1 ve Cilt:2’’. 1948. Kırklareli

2– Karaçam, Nazif : Efsaneden Gerçeğe Kırklareli. Kırklareli-1995


TRAKYA UMUM MÜFETTİŞİ KAZIM DİRİK(4)


 Akın Güre

Geçen yazımı İbrahim Tali Öngören’nin sağlık sorunları nedeniyle istifasıyla boşalan Trakya Umum Müfettişliği görevine Kazım Dirik’in tayin  edildiğini söyleyerek bitirmiştim. Onun selefi İbrahim Tali Bey  Doğu illerini kapsayan 1.Bölge Umum Müfettişliğini 1 Ocak 1928 tarihinden  beri yürütüyordu. 14 Şubat 1934 tarihinde  Edirne merkez olmak üzere  Kırklareli, Tekirdağ ve Çanakkale illerini içine alarak kurulan  2. Bölge Umum Müfettişliğine deneyimli bir kişi olarak  tayin olmuştu. Hemen sonrasında Trakya Olayları diye bilinen Yahudi toplumu aleyhine başlayan gösteri ve saldırılar yaşandığında  bu konuda İbrahim Tali Öngören’nin payına düşen sorumluluklar çok yazılacak ve tartışılacaktır. Doğudaki Kürt ayaklanmaları nedeniyle önem kazanan asayiş sorunu bu bölgede Umum Müfettişlik teşkilatlanmasına yol açarken ikinci uygulamanın Trakya’da başlatılması ilginçtir. Trakya iç güvenlik açısından Doğu ile mukayese edildiğinde merkezi yönetimin gözünde  oldukça sakin ve güvenli bir yerdir. Nitekim Tali Öngören göreve geldikten sonra yazdığı yüz sayfalık detaylı raporda bu tespiti yapar. Ona göre Trakya’da sorun güvenlik değil  ekonomik yapıyla ilgilidir. Trakya köylüsü oldukça fakirdir, çaresizdir, devlet desteği yoktur. Ticarette zenginleşen kesimler olarak   Yahudiler dikkati çekmektedir. Köylünün ürününü  ucuza alıp değerlendirerek yaşam standartlarını yükseltmeleri Türkler arasında hoş karşılanmazken dönemin Nazi hayranlığından beslenen milliyetçi kesimleri  bu durumdan kendilerine vazife çıkartırlar ve toplumda Yahudi düşmanlığını yaymaya çalışırlar. İşte Tali Öngören müfettiş olarak göreve geldiğinde gördüğü bu manzara karşısında yazdığı raporunda Yahudi toplumunu karşısına alacak kadar keskin ifadelerle hükümette çözümler sunar. Yahudi kesimi bundan oldukça rahatsızlık duyar, huzursuz olur. Bu yaklaşım Hitler hayranı kesimlerin ise işine gelecektir. 

Özetle söylemek gerekirse Trakya’da kurulan Umumi Müfettişlik yönetimi daha işin başında  Ankara’yı da tedirgin edecek sosyal bir huzursuzluğa neden olur. Doğudaki asayiş sorunları nedeniyle kurulan Birinci  Umum  Müfettişliğinin tam tersine, İkinci Umum Müfettişliği bir asayiş sorunu olmayan Türkiye’nin en batısındaki  Trakya’da ele alınması gereken göçmenlere ait iskan faaliyetleri ve ekonomik seferberlik ile ilgilenecekken, kurulmasından kısa bir süre sonra  amaçlananın tersine gelişmeler  bir  karmaşaya yol açar ve toplumun belli bir kesimini rahatsız edecek şekilde  devlete güven sorununa dönüşür. Neyse ki hata fark edilir ve fazla büyümeden olaylar yatıştırılır,  suçlular cezalandırılır, dergileri kapatılır v. s. Sonunda merkezi yönetim duruma “el koyar”, tutuklananlar arasında Kırklareli Belediye Başkanı, Emniyet Müdürü, Ticaret Borsası Başkanı  vardır. CHP sorumlular hakkında parti müfettişlerini devreye sokar. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü “Antisemitizme asla izin vermeyeceğiz” diyerek Mecliste konuşma yapar. Ancak ne yazık ki Trakya Umum Müfettişliği tarihini yazacak olanlar bölgede yapılan onca yararlı hizmetleri değerlendirirken bunları da anlatmadan geçemeyeceklerdir. Belki doğrudan bir payı olmasa da yaşanan olaylar  dönemin bir yönetim zafiyeti sayılacaktır. Merkezi hükümetin işin başından itibaren olacakları öngörememesi, taşradaki siyaset çevrelerinin inisiyatifine göz yumulması, hatta bazı kaynaklara göre Yahudilerinin bölgede tedricen azaltılması için hazırlık yapıldığı iddiaları   epey eleştiriye uğrayacaktır. 

Aslında Trakya’da adı daha sonra 2.Genel Umumi Müfettişlik olarak değişen  teşkilatlanma, yukarıda değindiğim gibi haklı sayılacak nedenlere dayanır. Bunu daha iyi  anlamak için kısaca Umumi Müfettişlik diye geçen bir yönetim tarzının biraz öncesini hatırlatmakta  fayda var. 

Bu konuda ne yazık ki çok fazla  araştırma yapılmamıştır. Bu durum konuyu merak edenlerin  işini zorlaştırıyor. Bulabildiğim kaynaklardan edindiğim bilgiler bize şunu gösteriyor: Umum  Müfettişlik uygulamasına olağan üstü durumlarda ve öncelikli alanlarda duyulan ihtiyaçlara bakılarak merkezi yönetimin gücünü   etkin bir şekilde kullanmak için  başvuruluyor.   1950’lerde bu uygulamaya son veriliyor ama ülke tarihinde Osmanlı’dan bu yana kullanılan bir yönetim biçimi olarak biliniyor. İlk olarak  II. Abdülhamit döneminde görülüyor. Berlin Kongresinden alınan kararlardan  sonra  Doğu Anadolu Bölgesindeki altı ilde  ıslahat reformları ihtiyacı ile  bölgeye bir teftiş heyeti gönderiliyor. Ahmet Raşit Paşa ilk Umum Müfettişi oluyor. Asayişi sağlamak için gerekirse şiddet kullanıma gibi  yetkileri bile var. Daha sonra 1902 yılında Hüseyin Hilmi Paşa Selanik, Manastır ve Kosova’da vilayetlerine umumi müfettişi oluyor. İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra umumi Müfettişlik kaldırılsa bile 1913 yılında tekrar gündeme geliyor. Bu sefer Rusların baskısı devrede. Onlar da Ermenilerin yoğun şikayetleri nedeniyle hareket ederek  Osmanlı yönetiminden bir Umum Müfettiş gönderilmesini istiyorlar ve uzun müzakerelerden sonra   bir  anlaşmaya varılıyor. Erzurum, Trabzon ve Sivas’a biri Hollandalı diğeri Norveçli iki Umum Müfettiş gönderiliyor. Birinci Dünya Harbi’nin çıkmasıyla görevleri bitiyor ama savaş sonrasında Umumi Müfettişlik Osmanlı’da devam ediyor. Hatırlayın ki Mustafa Kemal de askeri anlamda bir Umum Müfettişinden daha fazla yetkilere sahip olarak Anadolu’ya 9.Ordu Müfettişi olarak gönderilecektir. Son olarak şunu söylemek lazım ki hemen uygulamaya sokulmasa bile 1921'de Türkiye devletinin ilk Anayasasına Müfettişlik kavramı kanun maddesi olarak girmiştir. Ancak Ankara hükümeti bu yetkiyi kullanmak   istemez. Nitekim Kazım Karabekir paşanın Rusların çekilmesinden sonra Ermeniler ve Rumlarla mücadele edebilmek için  umumi müfettişlik önerisi kabul görmeyecektir. Ankara yönetimi sağlanan barış şartları nedeniyle  Doğu Anadolu’da gelinen noktada merkezi kontrolü sağlayacak böyle bir yönteme sıcak bakmaz. Aslında 1921 Anayasasının ruhunda da bir ademi merkezi anlayış dikkatlerden kaçmaz. Fakat Cumhuriyetin ilanından sonra 1924 yılında kabul edilen  devletin yeni anayasasında siyasi  merkeziyetçilik görüşü hakimdir artık ve buna paralel olarak güçlü bir merkezi idari yapının olması istenecektir. Yine de 20 Nisan 1924’de yürürlüğe giren bu anayasada Umumi Müfettişlik teşkilatına yer verilmeyecektir.   Buna rağmen 1925 yılında yaşanan Kürt  isyanların bastırılmasından sonra 16 Temmuz 1927 yılında  “Umumi Müfettişlik Teşkiline Dair Kanun” çıkartılır, güvenliği ve istikrarı sağlamak üzere  Doğu illerini kapsayan  Birinci Umumi Müfettişlik kurulur. Daha sonra Dersim bölgesinde çıkan isyanlar nedeniyle Dördüncü Umum Müfettişliği kurulacaktır. 19 Şubat 1934 tarihli kararname ile kurulan İkinci Umumi Müfettişlik ise Trakya bölgesine yerleştirilen  muhacirlerin iskânı meselesindeki sorunlar nedeniyle düşünülür. Sonuçta  göçlerin neden olduğu yerleşim sorunları, yapılacak  düzenlemeler, bayındırlık, sağlık ve eğitim konularındaki artan ihtiyaçlarına yönelik hizmetlerin kısa sürede karşılanması amacıyla merkezi hükümetin bakanlarını temsil gücüne sahip olarak   yetkileri kullanabilen  ikinci  Umumi Müfettişlik teşkilat kurulur. 

Buraya kadar Trakya’da kurulan Umum Müfettişliğin hangi şartlar nedeniyle  gerekli görüldüğünü anlatmaya çalıştım. İbrahim Tali Öngören‘nin yerine gelen Kazım Dirik’in yaptığı hizmetleri anlatırken bu tarihsel arka planın bilinmesinde fayda var çünkü. 

Kâzım Dirik İzmir Valisi iken 9 Ağustos 1935 tarihinde çıkartılan kararname ile Trakya Umum Müfettişliği görevine tayin olur. Trakya halkı bu tayini büyük bir sevinçle karşılar. Çünkü kendisi İzmir Valisi iken ünü bütün ülkeye yayılmıştır.

 8 Ağustos tarihli Yeni Asır gazetesi tayini   haber yaparken “İzmir Dirik Valisini Kaybetti” diyerek başlık atar. 9 Ağustos tarihinde  aynı gazetenin başyazarı  ise “Biz Kaybettik, Fakat Trakya Büyük Bir Kuvvet Kazandı” der. 

 Büyük takdir ve beğeni toplayan hizmetleri olan böyle birinin Trakya’ya gelmesi herkesi memnun etmiştir. Trakya gerek coğrafi yönden taşıdığı stratejik önemi nedeniyle  gerekse sürekli göç alan toplumsal yapısıyla  hükümetin üzerinde duyarlılıkla durduğu  bir bölgedir. 

Edirne tren garında Edirne Valisi ve Müfettiş Vekili, tarafından törenle karşılanan Kazım Dirik daha sonra Cumhuriyet gazetesi muhabirine  verdiği demeçte şunları diyecektir:

“Trakya Genel Enspektörlüğü’ne atanmakla önemli bir bölgenin yükünü üzerime almış oluyorum. Bunu çok şerefli bir vazife telakki ediyorum. 

10 yıl çalıştığım İzmir bölgesinin heyecanını ve temiz duygularını buraya getirdim. Bütün arkadaşlarla köylü ile el ele vereceğiz. Yeni bir sevinç ve yeni heyecan vasıtasıyla çalışacağız. Atatürk davasını ve büyük rejimin isteklerini yavaş yavaş fakat durmadan yerine getireceğiz. Trakya ve Edirne bizim ülkümüzü dinamik tutan tarihsel işlerle doludur. O’nun sevgisi sarsılmaz bir aşk halindedir. Selimiye abidesi, bir dindar gözüyle değil, ulusal duygunun en parlak heyecanıyla ve ucunda bir eşi bulunmayan yüksek teknik bedialarıyla içimizde ve gönlümüzde tutuşan bir ateştir. 

Kutlu topraklarımız çok verimlidir. Her şey yetiştirilebilir. 

Bayındırlık, ekonomi, kültür, tarım ve sağlık bakımından gereken işler sıra düzeniyle yapılacaktır. Köylülerimizin kalkınmasına çok önem verilecektir. 

Göçmen kardeşlerimizin işleriyle hararetli surette uğraşıyoruz. 2-3 ay sonra çıkacak satış kooperatifleri kanunu Trakya bölgesindeki bütün ürünleri bilhassa peynirciliği, şarapçılığı, balıkçılığı sımsıkı tutacağız. Eskiden çok iyi denenmiş olan patates ürünü ve yaş meyve satışlarıyla ihracatın gelişmesi yollarını araştıracağız. Bütün Trakya’da ürünlerin ıslahı için büyük tedbirler alacağız. 

      Bataklıklarla sıtma mücadelesi önünde önemle duracağız. Yeniden bir çok çiftlikler açacağız. Vilâyetlerde köy büroları açarak köylünün kalkınmasına dikkat edeceğiz. Her tarafta koru orman yetiştireceğiz. 

Gençliğin yükselmesine halkımızın neşesine biraz da sanat hayatına önem vereceğiz. Bazı şartlara özen vererek Edirne’mizi turizm için önemli bir kaynak yapacağız.”(*)

Bu sözler  yapılacak işlerin kapsamını gayet iyi özetlemektedir. Elde edilen sonuçlara bakıldığında Kazım Dirik paşanın her zaman kanıtladığı gibi verdiği söze daima sadık kaldığı görülecektir. Ölümüne kadar yaklaşık  altı yıl çalıştığı görevinde  kendisinden beklenenler fazlasıyla yerine getirmiş, ömrü boyunca kanıtladığı gibi yaratıcı, fedakar ve azimli tutumundan hiç vazgeçmeden çalışmış biridir o. İşini hayatının merkezi yapmış bir idareci olarak sağlığını hiçe sayarak inandığı doğrulardan vazgeçmeyen ısrarı nedeniyle sonunda  hastalığına  yenik düşmüştür. Hayatı boyunca, görüşlerini eleştiren, aleyhinde çalışan, Atatürk’e varıncaya kadar en üst makamlara şikayet edenleri de  eksik olmamıştır Kazım Dirik hepsiyle korkusuzca hesaplaşmayı başarır, hazırlanan tuzaklardan kurtulurken daha fazla göze girer. Bundan sonra anlatacaklarımı okurken takdir gören bu başarılarının değerini daha iyi anlayacaksınız. Ancak bundan önce bir devlet adamı olarak Kazım Dirik’i farklı kılan ve  kendisinden sonraki kuşaklara örnek teşkil edecek özelliklerine değinmek istiyorum. 

Kâzım Direk bir kahraman değildir, ama bağlı olduğu liderine  ve ideallerine sonuna kadar sadık bir yol askerdir. 

Kâzım Direk hedefleri belirleyen biri değildir, ama liderinin verdiği her görevi karşılıksız ve  sadece işi olarak benimsediği için inanarak yapan ve inatla en iyi başarabilen bir uygulamacıdır. 

Kâzım Direk müthiş bir detaycıdır. Ayrıntıdaki nedenselliği keşfeden, başarıya giden yolu tasarlayan  pratik bir dehadır. Böyle insanların elinden her iş gelir. Bir çözüm sihirbazıdır. 

Ülkesine ve halkına hizmet etmeye kendisini  adamış biridir. Cumhuriyet kuruluş yılları bu türde insanların olağan üstü çabalarının eserleriyle doludur. 

Kâzım Direk siyasetin emrindedir ama bir siyasetçi gibi  davranmayı sevmez. Doğru olanı yaparken siyasi hesapları kaale almaz. Mustafa Kemal Atatürk’ün en başından beri hep yanında yerini alarak güvenini kazanmasında bu farklılığın önemli bir payı vardır denebilir. Onu sevmeyenler bu nedenle belki Atatürk’e kızamadıkları için öfkelerini kendisinden çıkartmışlardır.

Kâzım Dirik prensiplerine bağlığı  kendisini olduğundan  daha katı gösteren bir mizaca sahiptir. Ancak bu kararlı duruşu kadar hayallerinin peşinde koşan çocuksu  bir heyecana da sahiptir ve bu onun şaşırtıcı kararlar almasına yol açar. 

Bütün bunlar Kazım Dirik’in çalışma tarzına yansıyan, onu halkın nezdinde farklı kılan özelliklerdir. Belki bu kadar çok sevilmesini de ancak böyle anlamak mümkündür. 

(*) Yeliz Batı, General Kazım Dirik ve Trakya Umum Müfettişliği, 2008.


(Devam Edecek) 

Kaynaklar:

- Engin Çağdaş Bulut, Devletin Taşradaki Eli: Umum Müfettişlikler, Karadeniz Teknik Üniversitesi, 2015.

- Yeliz Batı, General Kazım Dirik ve Trakya Umum Müfettişliği, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne 2008.

-Murat Burgaç, Trakya Umum Müfettişliği, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişhehir 2010.

-Gürsel Özgür, Komutan ve Bürokrat Olarak Kazım Dirik, İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitiüsü, İstanbul 2006.

19 Temmuz 2021 Pazartesi

TRAKYA UMUM MÜFETTİŞİ KAZIM DİRİK(3)




Akın Güre

Kâzım Dirik’in 2. Tümen Komutanı olarak atandıktan sonra 30 Temmuz 1924’te Bitlis Vali Vekilliği görevini de üstlendiğini önceki bölümde yazmıştım. Bu görevi sırasında karşılaştığı en önemli sorun Şeyh Sait ayaklanmasıdır. 1924 yılı içinde başlayan hareketlilik ayaklanmayı hazırlayan  diğer gelişmelerin paralelinde yayılarak artacaktır. Hilafetin kaldırılması dindar Kürt  kesimlerde tepkilere yol açmış, Ankara Hükümetine karşı güvensizliği teşvik etmişti. Öte yandan Kürt dilinin kamusal alanlarda yasaklanması, batıya sürgünler milliyetçi dayanışmayı körüklüyordu. Kürt ayaklanması ile o günlerde görüşülmekte olan Musul meselesinin bir arada düşünülmesi gerektiğine inan çevreler  bu girişimin arkasında İngilizlerin payı olduğunu savunagelmişlerdir. Burada amacımız Kürt ayaklanmasının nedenleri ve sonuçları konusuna girmek değil, kısa bir hatırlatma yaparak hayatının ilk valilik döneminde Kazım Dirik’in  karşılaştığı sorunun önemini vurgulamaktır sadece. 

Kâzım Dirik  bir komutan ve mülki amir kimliği ile kendisine verilen görevleri istenildiği gibi yerine getirmiştir. 13 Şubat 1925'de başlayan Şeyh Sait ayaklanması, 15 Nisan 1925 tarihine kadar sürer. Önce 20 Eylül 1925’ de Bitlis’te vekaleten yürüttüğü göreve asaleten atanan Kazım  Dirik başarılarından dolayı 16 Mart 1926 tarihinde İzmir Valiliğine atanır. 

İzmir o günlerde işgal yıllarından kalan bayındırlık ve eğitim sorunları nedeniyle acilen hizmet bekleyen yorgun, bakımsız kalmış bir şehirdir. Kazım Dirik burada gösterdiği çabalarla önemli işler başarır. Öncelikle eğitimdeki bina yetersizliğine el atar ve kısa zamanda mevcut ilk okul sayısını 190’dan  626’ya çıkarır. Şehrin alt yapısıyla ilgili çalışmaları başlatır. Yeni su kaynaklarından istifadeyi sağlayan şebekeleri devreye sokar. Ünlü Şaşal ve Yamanlar içme suyunun şehre kazandırılması onun sayesinde olur. İzmir ilçe ve köyleriyle bağlantı yollarının yapılması onun döneminde hızlanır. Cumhuriyetin ilanından önce İzmir’deki şoselerin uzunluğu 187 kilometre iken 1934 yılında 753 kilometreye çıkartılır. Kooperatifçilik onun girişimleri ile güçlenir. Tarım Kredi Kooperatifleri ilk defa  onun zamanında İzmir ‘de kurulur.   Bu  alanda da yapmış olduğu hizmetlerden dolayı Türk Kooperatifçilik Cemiyeti tarafından üyeliğe davet edilir ve ilk mülki amir olarak tarihe geçer. Kazım Dirik tarih ve kültür alanında da üstün hizmetler yapmış biridir. Eski eserlere sahip çıkmak için başkanlığını da yapacağı  Asar-ı Antika Cemiyetini kurar. Cemiyet İzmir ‘i dünyaya tanıtmak için dergi yayınlar. Bergama, Efes, Didim başta olmak üzere bir çok kazı çalışmaları onun sayesinde başlar. İzmir ve Bergama müzeleri açılır. Sadece eski eserlerle yetinmez, Türk Halıcılığı ile ilgilenir, bu konuda bir kitap dahi yazar. Modern hayatın yerleşmesi için çok çaba sarf eden biri olarak Çeşme plajlarının açılışı Kazım Dirik tarafından yapılır. İzmir Konak’da 27 Temmuz 1932 yılında açılışı yapılan görkemli Atatürk Anıtı,  İtalyan sanatçı Pietro Conanica tarafından yapılmıştır ve yine Kazım Dirik Valiliği dönemindeki eserler içinde göz dolduran örneklerden biridir. 

Kazım Dirik’in İzmir kenti için yaptığı hizmetleri anlatmaya devam etsem belki Trakya Umum Müfettişliği dönemine sıra bir türlü  gelemeyecek. Bu nedenle onun örnek alınacak yenilikçi, çalışkan cumhuriyetçi bir yönetici  kimliği ile ortaya koyduklarını daha fazla anlatmayı  Trakya dönemine bırakmak en iyisi. 

Ancak Kazım Dirik’in kişisel hayatında büyüme çağından başlayarak peşini bırakmayan zorluklar görevleri sırasında tanıklık ettiği, bizzat müdahil olduğu olayların niteliği ile oldukça  bağdaşır. Bu tesadüfler zincirini  özellikle vurgulamak istemem onun mücadeleci, ısrarcı ve kararlı kişiliğinin oluşumunda her halde çok tesir etmiş olmasındandır. 

Büyük Kurtarıcı ile birlikte çıktıkları Samsun yolculuğundan başlayarak milli mücadelenin her aşamasında komutanının yanında durmayı görev saymış, daima ona inanmış bir kişi olarak birlikte göğüsledikleri zorlukların içinde pişmiş, deneyimler edinmiş bir asker, becerikli, yaratıcı, aşırı çalışkan tutkulu kimliği ile liderin gözünde hep vazgeçilmez biri olmuştur Kazım Dirik Paşa. Yaptıkları kadar sevilmeyi, takdir edilmeyi hak ederken, başarılarını çekemeyenler tarafından sürekli  tenkit edilmiş, hatta ispiyonlanmış, ama  dürüstlüğü ve öz güveni nedeniyle bunları savuşturma gereği duymadan, inandığı yolda yürümeyi becerebilmiş biridir o. İzmir Valisi iken Türkiye’de bulunan İran Şahının Azari dilinde kullandığı “dirik” sıfatına layık görüldüğü için Komutanı ona  Dirik soyadını boşuna vermemiştir. 

Daha Erzurum’daki Menzil komutanlığı döneminde görüldüğü  gibi hayatının bir çok safhasında doğruluğuna inandığı şeylerden asla vaz geçmeyen bir inatla sadece devleti, halkı, ordusu için hep gerekeni yapan, her halükarda çare üretirken, haksızlıklara boyun eğmeyen ender rastlanacak bir kişiliğe sahiptir. Bu yönüyle kimi tanıklar  çok zeki olduğunu söylerken onun saf ve iyi niyetli bir insan olduğunu da itiraf ederler.  Evet, hayalleri, tutkuları toplumun isteklerinin ötesinde  durmuş böylelerinin özellikle kişisel hırsları görevlerinin önünde gidenlerce sevilmemesi olağandır. Onun hızına yetişemeyenlerin ezikliğidir bu.  Nitekim Kazım Dirik hayalleri için onu çok heyecanlı biri olarak tanıyanlara hak verir ancak “Ben sarıldığım işlerin hepsini değil ama çoğunu başardım” diyerek haklı olarak gururlanır. Kazım Dirik bu yönüyle örnek alınacak ve günümüzde benzerleri çok azalmış devlet adamlarından biridir. Beğenilmeyi düşünmeden her işe olağanüstü bir çabayla ve inançla sahip çıkan bu insanın hayatında peşini bırakmayan tesadüfler belki onun kaderi olduğu kadar yaşadığı toprakların tarihini yaratan şartlardır. 

Bunlardan birisi de  1926 yılının Haziran ayında  İzmir Valisi iken yaşadığı Mustafa Kemal’ e yapılan suikast girişimidir. Bu olay da Şeyh Sait isyanı sırasında olduğu gibi bölgenin en yetkili idarecisi sıfatıyla bulunduğu bir zamana denk gelir. Suikast yapmak isteyenleri Yunan adalarından birine kaçıracak olan Giritli İsmail’in son anda itiraf etmesiyle ortaya çıkan komplo hazırlığını ilk öğrenen Kamil Dirik olacaktır. Mustafa Kemal o sırada Balıkesir’den İzmir ‘e hareket etmek üzeredir. Derhal haber göndererek gelmemesini tavsiye eder. Mustafa Kemal İzmir ‘e gitmeye kararlıdır. Bu sırada tutuklamalar da başlamış, suikast hazırlığı içinde olanlar teker teker yakalanmışlardır. Ziya Hurşit bulunduğu otel odasında silah ve bombalar ile birlikte yakalanırken Laz İsmail ve Gürcü Yusuf’da silâhlarıyla birlikte ele geçirilmiştir. Mustafa Kemal hain girişim hakkında ilk bilgileri tren  istasyonunda kendisini  karşılayan Kazım Dirik’ten öğrenir. Valiyi alnından öperek teşekkür borcunu ifade eder. Daha sonra İçişleri Bakanı, Kazım Dirik’in suikast olayına karışanları yakalaması için gösterdiği gayretlerinden dolayı 05.09.1926 tarihli resmi bir yazıyla  kendisini takdir eder. Mustafa Kemal yine aynı  gayretlerinden dolayı Kazım Paşa’ya İş Bankası aracılığıyla bir miktar para havale edilmesini ister. Ama Kazım Dirik  “Ben sadece vatani görevimi yaptım” diyerek parayı kabul etmez ve  iade eder. 

Kötü tesadüfler Vali Paşa’nın peşini bırakmayacaktır. İzmir Valilisi olarak görev yaptığı sırada, 1930 yılının 23 Aralık ayında, kendini mehdi ilan eden Derviş  Mehmet isimli Nakşibendi tarikatın mensup kişinin önderliğinde İzmir’in ilçesi  Menemen’de   Cumhuriyetin kuruluşundan 7 yıl sonra  yaşanan  ayaklanma sırasında Mustafa Kemal Edirne’de bulunmaktadır. Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay şehit eden gericiler şeriat istiyoruz diye halkı isyana çağırırlar. Olayların büyümesinde Menemen jandarma komutanının gevşekliği ve bir dizi ihmal  büyük rol oynar. Ancak askeri güçlerin sert müdahalesi ile olaylar anında bastırılır. Vali Kazım Dirik olayın derinlemesine tahkiki için dört kişilik bir heyeti derhal Menemen’ e gönderir.

1935 yılının 9 Ağustos unda  İbrahim Tali Öngören’nin istifasıyla boşalan Trakya Umum Müfettişliği görevini devralan Kazım Dirik bundan sonra ölümüne kadar devam edecek yeni ve son görev yerine giderken arkasında bıraktığı İzmir’i hiç unutmayacaktır. Öldükten sonra naşı gömülmesini istediği bu kente götürülecektir. 

Bundan sonraki son bölümde Kazım Dirik’in yaklaşık 6 yıl sürecek Trakya Umum Müfettişliği döneminde yaptıklarını ve yaşadıklarını anlatacağım. Ayrıca Umum Müfettişlik teşkilatlanmasının biraz geçmişine de girerek, Trakya’da Doğuda kurulan 1.Umum Müfettişliğinden sonra neden Trakya’da 2.Umum Müfettişliği kararı alındığı meselesi  bence aydınlatılması gereken bir konu olduğundan anlatmaya buradan başlayacağım. 


(Devam Edecek)


Kaynaklar:


-Hilmi Özden, ŞEYH SAİT İSYANI, İNGİLTERE VE MUSUL Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Yakın Tarih Dergisi 2019 Cilt 3 Sayı 6.

-Ramazan Şahin Er, İZMİR’DE BİR VALİ KAZIM DİRİK, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kütahya 2019.

-Martin Van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet İletişim Yayınları 2013 İstanbul.

13 Temmuz 2021 Salı

TRAKYA UMUM MÜFETTİŞİ KAZIM DİRİK(2)


 Akın Güre 


Amasya Genelgesi’ nin yayınlanmasıyla Kurtuluş Mücadelesinin başladığı resmen  ilan edilmiş oluyordu. İstanbul Hükümeti’ne duyulan güvensizliğin açıklandığı genelgede milletin bağımsızlığını milletin azim ve kararı kurtaracaktır  deniliyordu. Sivas’ta milli bir kongrenin derhal toplanması kararı alınmıştı ama önce Doğu Anadolu'da birliğin  sağlanması için   Erzurum’ da toplanılması gerekiyordu. Mustafa Kemal, içinde Kazım Dirik’in de bulunduğu heyetle  26 Haziran 1919 tarihinde Amasya’dan  ayrılır. Heyet Tokat yolu üzerinden bir gece kalacakları Sivas’a geçtikten sonra Erzincan üzerinden  3 Temmuz 1919 günü Erzurum’a gelirler ve burada Doğu Ordusu komutanı Kazım Karabekir tarafından karşılanır. Mustafa Kemal Erzurum’a geldikten sonra  8 Temmuz 1919 gecesi  görevinden ve askerlik mesleğinden ayrıldığını telgrafla Padişaha bildirecektir. Bu noktadan sonra kendisine bağlı olan heyetteki Kazım Dirik’in aldığı karar kafalarda epey soru işareti  yaratır. Kâzım Bey Mustafa Kemal’ e askerlikten istifa etmeyeceğini söyledikten sonra görevinin sona ermesi nedeniyle evrakları kime teslim edeceğini Mustafa Kemal’ e sorar. Kâzım Dirik’in bu kararını onun gözden düşürülmesi için kullanmak isteyenler olmuştur. Rauf Orbay hatıralarında Kazım Dirik hakkında suçlayıcı ifadeler kullanır ama bu konuda farklı yorumlar yapanlar da vardır. Ancak bence en inandırıcı olanı Mustafa Kemal’in Kazım Dirik hakkında olumsuz bir kanaate sahip olmadığı ve ona olan güveninin devam ettiğidir. Nitekim kendisinin altında  çalışacağı, 15.Kolordu komutanlığı devam eden Kâzım Karabekir de Mustafa Kemal’i başkomutan olarak tanıdığını söyleyerek  bağlılığını gösterir.


Erzurum’ dan Sivas’a geçecek heyette artık  Kazım Dirik yoktur ama kendisine Erzurum Kalesi Kumandanlığı verilmiştir. Falih Rıfkı Atay’a  göre bu görevlendirme Mustafa Kemal’in Kazım Karabekir hakkında ihtiyatlı davranmasının bir gereğidir. Nitekim kale komutanlığı yanı sıra Erzurum Vali Vekilliği ve Kolordu komutan yardımcılığı görevlerini de üstlenir. Kılıç Ali de hatıralarında aynı konuya değinirken anliyoruz ki Mustafa Kemal’in arkadaşlarıyla yaptığı toplantıda  Kazım Dirik’in orduda kalacağı kararı alınmıştır.


Buradan şu noktaya gelmek istiyorum. Mustafa Kemal Kazım Dirik’in üstün meziyetlerin farkında bir lider olarak onu hiç bir zaman uzağında tutmamış ve gerekli gördüğü en kritik görevlendirmelerde onun enerjisinden, yaratıcılığından yararlanmasını bilmiştir.


Kazım Dirik’in Milli Mücadele dönemlerine ait yaptıklarını ve yaşadıklarını öğrenmenin onun kişiliğini daha yakından tanımaya kolaylık sağlayacağını düşünüyorum. Size başka bir örnek daha anlatayım: Erzurum’ da artık resmi görevleri ile ilişkileri kesilmiş olan Mustafa Kemal ve karargahtakilerin  yol ve iaşe giderleri için gerekli olan paranın  temini sorun olmuştur.   Bunun için devreye tahmin edeceğiniz gibi yine  Albay Kazım Dirik girer, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti şubesiyle derhal temasa geçerek üyelerden yardımda bulunmalarını ister. Parayı denkleştirmek kolay olmaz fakat sonunda gerekli  para toplanır ve Kazım Dirik aracılığı ile Mustafa Kemal’ e ulaştırılır.


O sırada Erzurum Vali Vekilliği de  yapan Kazım Dirik 18 Mayıs 1920 tarihinde Karabekir tarafından Menzil işleri, iaşe temini için görevlendirilir. Bütün bu özellikleri onun bir takım kişiler tarafından kıskanılmasına mani değildir ne yazık ki. Onu çekemeyenler, menfaatleri nedeniyle gözden düşürmek isteyenler, hakkında durmadan şikayette bulunanlar da çıkacaktır. Ankara'da Millet Meclisi açıldıktan sonra görev yaptığı Erzurum’ da onu rahat bırakmazlar. Mesela 15. Kolordu Kafkas Tümen Komutanı Halit Paşa, Erzurum Mebusları Celalettin Arif bey ve Hüseyin Avni bey gibileri aleyhinde telgrafla çekerek görevden alınması için ısrar ederler. Hatta Celalettin Arif bey daha ileri gidip kendisini vali vekili ilan eder, Erzurum Halk Temsilcileri adıyla  50 kişilik imza listesiyle Ankara’ya  telgraf çeker. Mustafa Kemal Kazım Dirik’i arayarak imza sahiplerini derhal tutuklanmasını ister. Kazım Karabekir araya girer ve olay yatışır.


Kazım Dirik bu gelişmelerden son derece üzgündür, 5 Ekim 1920 tarihinde görevinden istifa eder. Bundan sonra, kendisini Ankara Hükümeti’nin talimatları doğrultusunda hareket eden, Kafkaslarda yaşanan gelişmeler içinde önemli roller üstlenen bir idareci ve diplomat olarak görüyoruz.


Gürcistan’da Tiflis temsilciliğine atanır. Kafkasya Sovyet Rusya açısından son derece önemli bir bölgedir. Savaş sonrasında, İngiltere ve Fransa'nın başını çektiği  İtilaf Devletleri burada Sovyetler’in önünde bir Kafkas Duvarı örme peşindedirler. Rusya’daki Bolşevik devrimini kendileri için bir tehdit olarak algılayan batılı güçler Gürcistan ve Ermenistan topraklarındaki Sovyet hakimiyetini engellemek için Ankara hükümetiyle pazarlık bile yaparlar. Azerbaycan’ın birlikte işgali bile konuşulur. Sovyet Rusya gelişmelerden  son derece  kaygılıdır ve Ankara hükümetine kurtuluş mücadelesinde destek vermeye hazırdır. Farklı düşünenler olsa da Türkiye tercihini Sovyetler ile uzlaşmadan yana kullanarak arasındaki sorunları diplomatik yollardan çözüme kavuşturur.  16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Antlaşmasıyla Batum Sovyetler bırakılırken Kars ve Ardahan sınırlarımız içinde kalır.. 28 Mart’da Türk birlikleri Batum’dan ayrılır.  Albay Kazım Dirik, Batum’dan ayrılarak önce Trabzon’a gelir. Hayatının  Kafkaslardaki dönemi artık sona ermiştir.


Milli Mücadele için çalışma isteğini ilettiği Ankara ona yeni bir görev verir, Konya Menzil Müfettişliğine tayin olur. Aynı zamanda Sakarya savaşına hazırlanan ordunun ihtiyaçlarının karşılanması için belirlenen ulusal yükümlülüklerin  uygulanmasını    üstlenen komisyonun başına getirilir. Yayımlanan Tekalif-i Milliye emirlerine uyulmasını sağlamak üzere ilçelerde kurulan  komisyonların denetimi Başkomutanlık Karargahında kurulan bürodan yönetilir. Kazım Dirik bu büronun başındaki kişidir. Savaşan ordunun bütün lojistik ihtiyaçlarının karşılanması için olağanüstü bir çaba sarf eder. Sakarya Meydan Savaşında Türk Ordusu’nun iaşe ve ikmal işleri onun sayesinde başarıyla  yürütülmüş, Tekalif-i Milliye emirleri başarıyla uygulanmıştır. Cephenin gerisinde yürütülen  bu mücadele savaşın kazanılması için önemli bir etkendir. Askerin yiyecek ve suyundan başlayıp  Nalcılık okulu için  Almanya’dan öğretmen getirmeye, topların çalışır hale gelmesi  için  sökülen raylardan kama yapılmasına varan her türlü iş Kazım Dirik gibi çalışkan birinin sağlığını tehlikeye atarcasına gösterdiği olağanüstü çabalarla başarılmıştır. Bu özellikleri onun ömür boyunca aynı tempoda devam eden faaliyetlerinde hep fark edilecektir. Sağlığını hiçe sayarak daima üstlendiği göreve odaklanan bir insandır o. Ne yazık ki daha sonra anlatacağım görevleri sırasında da aynı nedenden dolayı geç teşhis konmuş bir rahatsızlık sonucu hayatını kaybedecektir.


Kazım Bey, Menzil Müfettişi olarak  Sakarya Savaşı ve gerekse Büyük Taarruz sırasında Türk ordusunun yiyecek, araç ve gereç ihtiyacının karşılanması için hiç durmadan çalışır. Büyük Taarruz’dan sonra, 28 Kasım 1922’de Batı Menzil Müfettişi Kolordu Komutanlığı yetkisiyle Milli Savunma Bakanlığı Sevkiyat ve Nakliyat Müdürlüğü görevine atanır.  26 Eylül 1923’te ise Merkezi Bitlis’te olan II. Fırka Komutanı olarak görevlendirilir. Artık General rütbesine terfi etmiştir. 30 Temmuz 1924’te Bitlis Vali Vekilliği görevini  yürütmeye başlar.


Bundan sonra Doğu Anadolu'da başka zorlukların yaşanacağı günler gelecektir. Şeyh Sait isyanı, İzmir Valiliği sırasında Atatürk’e  suikast girişimi gibi olaylarda yine onu anlatmaya devam edeceğim. 

(Devam Edecek)


Kaynaklar:

- Yeliz Batı, General Kazım Dirik ve Trakya Umum Müfettişliği, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü  Ağustos, 2008.

- Gürsel Özgür, Komutan ve Bürokrat Olarak Kâzım Dirik, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Enstitüsü, İstanbul 2006.

- Ramazan Şahin Er, İzmir' de Bir  Vali Kazım Dirik Paşa, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi, Kütahya 2019.

- Murat Burgaç, Trakya Umumi Müfettişliği, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir 2010.

9 Temmuz 2021 Cuma

TRAKYA UMUM MÜFETTİŞİ KAZIM DİRİK (1)

Akın Güre


 


Kırklareli yakın tarihinde isimlerini anmadan geçemeyeceğimiz, iz bırakmış önemli şahsiyetleri tanıtmaya çalışıyorum. Bunlardan birisi de Kazım Dirik'tir. Kırklarelili değil ama Makedonya topraklarında Atatürk ile aynı yılda doğmuş, aynı okullarda askerlik eğitimi almış, hayatının son döneminde ölümüne kadar Trakya Umum Müfettişi olarak vazife almış, fedakarlığı, çalışkanlığı ve dürüstlüğü ile tanınmış bir tarihi portre ile karşı karşıyayız. 

Yerel tarihle ilgili yaptığım çalışmalarda onun adına çok sık rastlıyordum. Yerel basında gözden geçirdiğim kaynaklarda kendisinden pek az bahsedildiğini görmem ise bende merak uyandırıcı bir yadırgamaya yol açmıştı. Bunun nedenleri üzerine düşüncelerimi sizlerle ayrıca paylaşacağım. Kâzım Dirik üzerine öğrenmem gereken bilgilere  ise akademik çevrelerde yazılmış makale ve tez çalışmalarını okuyarak ulaşabildim. Az da olsa bu konuda yapılmış araştırmaları yazımın sonunda kaynak listesinde belirttim. Bunlardan birisi üzerinde çalışırken  bir süre önce cevabını aramaktan vazgeçtiğim bir sorunun cevabını bulunca çok duygulanmıştım. Çok yakınımızdaki İnece’de bulunan Atatürk anıtının hangi yılda, kim tarafından yaptırıldığını bir türlü öğrenememiştim. Evet, İnece Atatürk’ün 1930 yılındaki Trakya Gezisi sırasında Edirne’ye geçerken uğradığı bir yerdi, ama böylesine gösterişli bir heykelin İnece gibi küçük bir yerleşim yerinde düşünülmesi çok ilginç değil miydi? Heykelin bulunduğu parka konduğu yılın 1937 olması, zamanın Trakya Umum Müfettişi Kazım Dirik tarafından yaptırıldığını öğrenmek doğrusu beni çok heyecanlandırdı ve meraklandırdı. Daha sonra okuduğum diğer kaynaklarda da aynı dönemde açılışı  yapılmış  başka heykellerin de olduğunu öğrendim. Bu yerlerden birisi bir  Kırklareli ilçesi olan Pehlivanköy, diğeri Üsküp bucağı idi. Şaşırdınız değil mi? Önünden belki saygıyla geçtiğiniz bu anıtların hangi tarihlerde, kimler tarafından yapıldığını öğrenmenin bence tarihi bilgiye sahip olmanın değerini anlamak açısından bir önemi vardı. Bu heykellerin yapıldığı küçük kasaba ve köylerin nasıl seçildiğini öğrendiğimde ise fazla meraklı olmanın insana neler kazandırdığını da yeniden keşfettim. Ne yazık ki ben de, çalışmalarından hep yararlandığım araştırmacı Nazif Karaçam'ın her defasında vurguladığı gibi bu kentin belleğine sahip çıkma konusundaki ihmalimizi yine hatırlatmak zorundayım. Aslına bakarsanız, önünden geçerken sadece görmekle yetindiğimiz kültürel varlıkları tanıyarak, sahiplenerek kent kimliği üzerinde inşa edilmiş bir yaşam  bilinci inşa etmenin önemini anlatmaya çalışıyorum durmadan. Bu konuda söylenecek, yazılacak çok şey var ama biz yine konumuza dönelim isterseniz ve size Kazım Dirik’i anlatmaya başlayayım. 


İnece Atatürk Anıtı

Kâzım Dirik 1881 yılında Manastır’da doğmuştur. Babası Plevne savunmasına katılmış yüzbaşı Hasan Tahsin bey, annesi Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın akrabası Hüsniye Hanımdır. Manastır Askeri Rüştiyesini ve Manastır Askeri  İdadisine bitiren  Kâzım Bey 1897 yılında İstanbul Harp okuluna girer ve 1899 yılında Piyade Teğmen olarak mezun olur. Burada şu hatırlatmayı yapmakta fayda var: Mustafa Kemal Atatürk ile aynı doğumlu olmalarına rağmen Manastır İdadisinde aynı yıllarda okumamışlardır. Nitekim Mustafa Kemal, Kazım Bey ile 3 yıl arayla Harbiye’den 1902 yılında mezun olur. Burada sanırım, Kazım Dirik’in tartışmalı doğum tarihinin bir payı olsa gerek. Nitekim Kazım Dirik’in doğum tarihi ile ilgili belirsizlik araştırmalarda konu edilmiştir. Bunu ayrıca konuşmak lazım. Askerlik görevine Teğmen olarak başlayan Kâzım Dirik 1904’de Üsteğmen, 1906’da Yüzbaşı, 1909’da Harp Akademisi’ne girerek 3 yıl sonra Kurmay Yüzbaşı olur. Balkan Savaşında Üçüncü Kolordu Komutanı Muhtar Paşa’nın Başkumandanlık İrtibat Subaylığını yapar, 1. Dünya Savaşında ise Çanakkale cephesinde görev alır. Daha sonra Dördüncü Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın yanında Menzil Müfettişliği görevine tayin olur. Bu görev sırasında üstün başarıları nedeniyle  göze girer ve arkadaşlarının önüne geçerek 1916 yılında  Albaylık rütbesine  yükselir. 8 Haziran 1918 yılında Batum Başmenzil Müfettişliği görevine getirilir. Savaş sonrasında İstanbul’a dönen Kazım Dirik’i bundan sonra  9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal’in yanında görmeye başlarız. 1 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine  Pangaltı’daki evinde buluşurlar. Burada Mustafa Kemal ondan Müfettişlik Erkân-ı Harbiye Reisi olmasını ister ve bu görevi hemen kabul eder. Samsun’a hareket etmek üzere Müfettişlik teşkilatı ile ilgili hazırlıklar tamamlanınca yola çıkacak 18 kişilik ekibin içinde  Kurmay  Albay Kâzım Bey de yer alacaktır. 

Samsun’a ulaştıktan sonra 25 Mayıs 1919’da Havsa’ya geçildiğinde artık Mustafa Kemal’in izleyeceği yol daha anlaşılır olmuştur. Burada yapılan mitingte İzmir’in işgali ve Pontus saldırıları protesto edilir. İstanbul hükümeti durumu, daha doğrusu kendisini bekleyen tehlikeyi sezmiştir, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya  gönderilmesinden pişmanlık duyulmaktadır. Dönme çağrısını dinlemeyen Mustafa Kemal yönünü daha güneye, Amasya’ya çevirmiştir. Burada bir balkondan  halka hitap ederken artık vatan savunması için çağrı yapmaktadır. O günden sonra diğer komutanların da bu mücadele ışığı altında toplanmak üzere hareketlendikleri görülür. Mustafa Kemal Rauf beyi Amasya’ya çağırır. Refet Bele, Ali Fuat Paşa, Kazım Karabekir de davet edilir. Amasya’ya ulaşan komutanlar sevinçle karşılanır. Aralarında görüşmeler derhal başlarken bu toplantıların tutanakları da Albay Kâzım Dirik tarafından takip edilir. Alınan kararlar milli mücadelenin başladığını gösteren işaret fişeğidir. Mustafa Kemal  bu toplantılardan çıkan genelge hakkında düşüncelerini öğrenmek istediği ekip arkadaşlarını yanına çağırdığında aralarında Albay Kâzım Dirik de bulunmaktadır. Onların olumlu görüşlerini öğrenmek Mustafa Kemal’i mutlu eder. 22 Haziran 1919 günü yayınlanan Amasya Genelgesi Kurtuluş savaşımızın en yaşamsal belgelerinden birisi olarak hatırlanacak ve Albay Kâzım beyin yaşam öyküsünde önemli bir yeri dolduracaktır. 

(Devam Edecek)


Kaynaklar:

- Yeliz Batı, General Kazım Dirik ve Trakya Umum Müfettişliği, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü  Ağustos, 2008.

- Gürsel Özgür, Komutan ve Bürokrat Olarak Kâzım Dirik, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Enstitüsü, İstanbul 2006.

- Ramazan Şahin Er, İzmir' de Bir  Vali Kazım Dirik Paşa, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi, Kütahya 2019.

- Murat Burgaç, Trakya Umumi Müfettişliği, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir 2010.

5 Temmuz 2021 Pazartesi

YÜN ; İNSANLIĞIN EN ESKİ VE EN DEĞERLİ DOSTU NOSTALJİK OLDUĞU İÇİN DEĞİL, EKOLOJİK OLDUĞU İÇİN KULLANILMALIDIR

Ahmet Rodopman 


İnsanlığın yerleşik hayata geçmeden önce evcilleştirip yetiştirmeye başladığı ilk hayvanlardan köpek ve koyunun yaşantımızda çok önemli bir yeri vardır. Yapılan Arkeolojik araştırmalardan ,  koyunun  M.Ö 11.000 li yıllardan beri yeryüzünde değişik iklim ve kara parçalarındaki koşullara uyarak, bu arada da kendi ırkında da evrilip gelişerek insanla beraberliğini günümüze değin sürdürdüğünü biliyoruz. Koyun sahip olduğu pek çok özelliği nedeniyle insanlığın bin yıllardan beri vaz geçemediği bir arkadaşı olagelmiştir. Bunda,  çok yararlı, uysal ve kolay bakılabilen bir tür olmasının yanında, her sene bir veya iki yavru yaparak sayısal artışı sağlaması ile birlikte diğer özellikleri de sayılmalıdır. Hiç şüphe yok ki, etinden, sütünden tutunda, derisinden, boynuzundan, bağırsağından, gübresinden ve yününden  faydalanılan nadir evcil canlarımızdan birisidir. Ona hayvan demek gelmiyor içimden, çünkü o hayvandan öte bir candır. Besleyenler bilir. Biz çocukluğumuzda Kurban Bayramından birkaç ay önce babamın getirdiği koçları beslerken bile, onların ne denli insanla, hele kendilerini sevdiğini hissettiği bir kişi ile nasıl bir bağlantı kurduğunu anlardık. Rahmetli babamın kuzulara, koyunlara, koçlara aşırı sevgisi ve bağlılığı vardı. Bulgaristan’ da 3000 adet koyun sürüsünde, eline doğup büyüttüğü bir kuzuya Emine ismini verdiğini, diğerlerini de koruyup kollamasına karşın, sanıyorum bu kuzucukla farklı bir sevgi bağı olmuş ki aralarında, sadece babam ‘’Emine’’ diye seslendiğinde nerede olursa olsun ‘’Meeeeeee’’ diyerek ses veriyormuş. Başkası seslenince hiç ses çıkarmıyormuş. 17 yaşında Bulgar Mezaliminden kaçıp Türkiye’ ye geldiğinde, orada bıraktığı onca mal, mülk, dost, akraba değil de en çok Emine’ den ayrıldığına üzülmüş. Yıllarca aile geri gelecek, görsün diye Emine’ yi ne satmış ne de kesmişler. Uzun süre yazılan mektuplarda yaşadığını belirtmişler. Babam da ölünceye kadar da unutmamıştı ve bizlere anlatırdı.. Yıllar sonra merak salıp hayvan dediğimiz canlarla ve doğal ürünlerle uğraşmaya başlayınca babamı daha iyi anlar olmuştum.
Günümüzde ülkemizde yapılan sayımlara göre yaklaşık 42.000.000 koyun olduğu belirtiliyor. Gerek eti, gerek sütü veya yünü için özellikle üretilen değişik cinsten koyunların (Karaman, Dağlıç, İvesi, Sakız vs.)olmasına karşın, yününden faydalanmak için merinos ve Kıvırcığın yeğlendiği bilinmektedir. Merinos dünyada yünü en çok beğenilen ve büyük oranda da bunun için yetiştirilen bir ırktır. Avustralya ve Yeni Zelanda dünya üretimin yarıya yakınını sağlamaktadır. Kıvırcık cinsi ise neredeyse Trakya ‘ ya  has ve çok özel bir ırk olup, uzun süre üvey evlat olarak bakılmış ve neredeyse soyu tükenmek üzere iken tekrar islah edilip çoğaltılmaya başlanmıştır. Bin yıllardan beri bu toprakların otuna, suyuna, sıcağına, soğuna çok iyi uyum göstermiş, etinin lezzeti pek çoğundan daha iyi olmasının yanında elde edildiği yünü de en değerli yünlerden sayılmaktadır. Hele ilk kırkım denilen yün yumuşaklığı ve kullanılabilirliği bakımından hep ön saflarda yerini almıştır. Kırklareli nin etlerinin, sütlerinin dillere destan lezzetini oluşturan, Istranca dağlarından kopup gelen havayı soluyup, meralardaki kekik kokan otlarla beslenen,  gözelerden fışkıran tertemiz suları içerek yetişen Trakya Kıvırcıklarının özellikleri anlatılmakla bitmez. Bir başka yazımızda, Kıvırcık koyunlarının, kas lifleri arasında oluşan ince yağ demetleri sayesindeki lezzetini, ve bu etlerden yapılan yemeklerini, koyunlarının ayaklarından(paça, dodik) tutunda , bağırsaklarından (kokoreç), ciğerlerinden sarma(karaciğer,akciğer), böbrek, dalak, yürek ve kellesinden hele birde bulabilirsek uykuluğundan ayrıca söz etmek üzere biz yine konumuz olan yüne dönecek olursak, bence koyunun en çok hayatımıza giren ve en değerli ürünü olarak değerlendirilmesi gerekenidir.

Koyun yünü denip geçilmemesi gerekir. Yünün kendisi zaten başlı başına bir  kaç uzmanlık dalını kapsıyor. Dünyada pek az canlının tüylerinde rastlanan özellikleri sayesinde, koyun yünü insanlık için bulunmaz bir şans olarak insana sunulmuştur. İnsanlarda bu şansın kıymetini bilerek yüz yıllarca koyunlarını ve yününü sağlık ve yaşantılarını kolaylaştırıcı olarak kullanmışlardır. Ancak son 50 yıl içinde yüne benzer sentetik ürünlerin çoğalması ve giderek ucuzlaması nedeniyle, koyun yünü gerek giyim kuşamda, gerekse yorgan, yatak, yastık ve kuşaklarda çok daha az kullanılır olmuştur.  Bunun, yünün özellikleri öğrenilince çok doğru bir seçim olmadığı anlaşılarak yavaş yavaş eski alışkanlıklarımıza dönülerek doğal koyun yününden yapılan ürünler kullanılmaya başlanmıştır. 

Benim yün ile tanışıp yaşamımın büyük bir bölümünde kullanmamın öyküsü oldukça küçük yaşlarımda yakalandığım ve uzun yıllar boğuşmak zorunda kaldığım, yaygın romatizmalarım sürecinde doktorumuzun özellikle kış aylarında yün çamaşır giymemi zorunlu kılması ile başlamıştı. Rahmetli anneannem bize geldiğinde, şimdi artık sanırım hiç kalmayan, Karaumur Caddesinde, eski Pazar yeri civarındaki tanıdığı yapak taraklarına giderdik, o, yapakçılarla konuşur, bazen bir tutam yünü iki eli ile çekiştirerek açar, beğendiğinden pazarlık ederek bir çuval alır, bende yüklenir eve gelirdik. Bizim yün maceramız böylece başlamış olurdu. Çocukluğumun en eğlenceli ve hoşlandığım zamanları idi, anneannemle birlikte yün ipliği yapmak. Sanki bir bulut parçası gibi, yumuşacık tel tel dökülen o yün öbeklerini, sabırla ve büyük bir dikkatle iplik haline getirmek günlerimizi, haftalarımızı alırdı. Hala bazı parçalarını atamayıp sakladığım, iğ(eğirmen), ağırşak, öreke ve kirmen kullanarak o bir yığın taranmış yün öbeğinden, istenilen kalınlıklarda bükülmüş yün iplerin elde edilmesiydi sanırım beni en çok cezbeden. En ilkel şekliyle bile olsa bir ham maddeden, işe yarar bir ürün üretmenin verdiği hazzı hala unutamam. Hani şimdi internette görüyoruz ya, mevsim kışa dönmüş, hava soğuk, odanın bir köşesinde peçka yanıyor, üstünde bir tas çorba kaynıyor, etrafında kestaneler, fırında çörekler pişiyor. Nine ile torunda yere serilmiş büyük bir sofra bezinin üstünde yün eğiriyor, bu arada anneannemin bitip tükenmeyen masallarını dinlerken içim geçiyor, uykum geliyor ve kıvrılıp anneannemin dizinde uyumaya başlıyorum. Bu tablo gözlerimin önünden hiç gitmiyor ve şimdi içimden Abidin Dino’ ya seslenmek geliyor.’’Böyle bir mutluluğun resmini yapabilir misiniz ?’’ diye.  
 
Kısa bir süre sonunda acemiliğimi atlatıp, bende iğ, ağırşak veya kirmen kullanarak yün eğirmeye başlamıştım. Hatta çocukluk enerjisi ile anneannemle yarışır hale bile gelmiştim. Genellikle bana bükülmüş ipliklerin ikisinin tekrar bir arada bükülüp yumak haline getirilme işi verilirdi. Öyle dikkatli sarardım ki yumakları, her biri büyükçe bir yumurta gibi eliptik ve çok güzel bir görünümde olurlardı. Sonra anneme iş düşerdi. O ipliklerden genellikle bana olmak üzere iç fanilası, çorap, bazen de gömlek veya pijama üzerine giyilecek yelek yada kazak örmeye başlardı. Yakın zamana kadar rahmetli anacığımın ördüğü yelekleri özellikle kış gecelerinde giyerdim. Ne kadar kalın olurlarsa olsunlar, hazır alınan kazaklar asla o eski elde örülmüş yünler kadar beni ısıtamamışlardır. Yünden ipliğe, iplikten yeleğe dönüşümdeki göz nuru ve el emeği hele birde yapma, yaratma sevgisi bambaşka bir anlam katıyordu herhalde bana ki, hala unutamıyorum o günleri.

Yün  konusu benim için önemli olduğu kadar herkes için çekici olmaya bilir. Ancak yün ile ilgili bazı gerçekleri bir kez daha hafızamıza kaydedersek sanırım bu güne değin ilgilendiğimizden fazla dikkatimizi çeker. Bence de çok iyi olur. Hepimiz kendi sağlığımızı ve sevdiklerimizin sağlığını çok önemsediğimizi söyleriz. Ama bunun ne kadarını yaşantımıza geçiriyoruz. Söz yünden açılmışken yine yünün özelliklerinden ve öneminden örnekler vermeye çalışacağım. Benimseyip uygulamayı seçmek, tabii ki kendi özgür düşüncenizle doğru orantılıdır. Saygı ,ile karşılanması gerekir.

Bilimsel verilere uygun olarak yetiştirilen kuzu ve koyunların dişilerinin belirlenen zamanlarda makine ile veya makas ile kırkılan(kimyasal ile veya yolunarak elde edilme değil) yünlerinin yine en uygun teknikler uygulanarak doğal yollarla kullanılabilir hale getirilen  ipliklerinden yapılan giysilerin sağlık açısından değerleri oldukça  önemlidir.  Kısaca değinecek olursak;

Koyun yünü iyi bir ısı dengeleyicidir. Vücudu soğuğa ve sıcağa karşı korur. Koyun yününden yapılan ürünler yazın serin, kışın sıcak tutma özelliklerine sahiptir. Çoğumuz yazın sıcaktan dolayı üzerimize yorgan örtmeden uyumaya çalışır. Ancak yorganımız koyun yünündense rahatlıkla üzerimize örtüp uyuyabiliriz. Çünkü yün nefes alıp verme özelliğine sahiptir. Isıyı tutmaz. Yün Elbiselerin Sıcak Tutma Nedeni: Yün ipliklerinin dalgalı kıvırcıkları nedeni ile deriyle giyecek arasındaki hava tabakasının, yani vücut ısısının dışarı kaçmasına ve dışarıdaki soğuğun da içeri girmesine engel olur. Yani yünlü giysi aslında ısıtmaz iyi bir yalıtkan görevi yaparak sıcak tutar.
Kuzu ve koyun yünü sinyal ve radyasyon emicidir. Evlerimizde yoğun olarak kullandığımız, cep telefonu, modem, kumanda, alarm gibi elektronik cihazların yaydığı radyasyonu emerek vücudumuza zarar vermesine mani olur. Bunun için özellikle yorgan, yastık ve döşeğimizin koyun yününden olmasına önem vermeliyiz. Çünkü uyuduğumuz zaman boyunca, cep telefonu ve internet cihazları devamlı sinyal alır verir ve radyasyon üretir. Vücudumuz ve bilhassa da beynimiz bu radyasyondan ciddi zarar görür. Eğer uyku setimiz koyun yönünden yapılmış ürünlerden oluşuyorsa bu zarar en aza iner.
Koyun yünü dinlendiricidir ve rahat uyku sağlar. Koyun yününden yapılmış yorgan, yastık ve yatakla uyursanız, sabaha dinlenmiş olarak kalkarsınız. Çünkü koyun yünü, vücutta biriken statik negatif enerjiyi alır. Böylece bedenimizde oluşan yorgunluk ve rehavet üzerimizden kalkmış olur. Aslında gün boyunca koyun yününün dinlendirici etkisinden faydalanmalıyız. Bunun için evlerimizde, işyerlerimizde, arabalarımızda koyun yününden yapılmış minderler ve artık modası geçtiği için kullanımdan kalkan postaki ve postları kullanabiliriz. Koltuğumuzun, kanepemizin üzerine sererek üstüne oturmamız son derece faydalı olacaktır. Bilhassa yerinde uzun süre oturanlar için bu çok faydalı olacaktır. 
Koyun yünü; yağmuru ve suyu çekmez. Dolayısıyla kolay ıslanmaz, ama ortamdaki fazla nemi emer ve rutubet oranını doğal bir şekilde düzenler.
Yün yanmaz. Ateşe, aleve karşı dirençli ve dayanıklıdır. Özellikle ateş ile temas edenler için iyi bir koruyucudur
Koyun yünü uzun ömürlüdür. Özel bir lif yapısına sahip olması nedeniyle, kolay kopmaz ve esnekliği nedeniyle sert yüzeylerle temasından çok etkilenmez.
Yün terletmez, teri emer, ter yapmaz, terleyen vücuttan pamuklu giysilerde olduğu gibi teri hemen kurutmayarak insanın üşümesine neden olmaz.
Vücudu sıcak tutması nedeniyle  ağrıları alır. Bir çok romatizma ağrılarına iyi gelir.
Bit, pire, karınca, akrep, yılan ve bir çok haşarat yünün kendi has özelliğinden dolayı, yüne ve yünlü mamullere gelmeye çekinir.
Bir çok mantarlar, parazitler ve hastalık yapıcı mikroplar yünde yaşamlarını sürdüremezler kaçarlar. Yalnız yün lifleri içinde “güve” mevcuttur. Dışarıdan gelme değildir. Güveyi yok etmek imkânsızdır. Eskiden faaliyete geçmemesi için bir petrol ürünü olan NAFTALİN kullanılırdı. Genellikle, güve denilen bu parazitler bulundukları yün eşyayı yiyerek deler ve dışarıya uçarak çıkarlar. Naftalin kokusundan faaliyet yapamazlar. Umumiyetle sıcak mevsimlerde faaliyete geçerler, soğukta faaliyetleri durur. Son zamanlarda Naftalinin buharlarının insan ve hayvan sağlığına zarar verebileceği düşüncesi ile kullanımı azalmış, hatta kaldırılmıştır. Bunun yerine uygun yerlere beyaz el sabunu veya kekik, levanta, nane gibi uçucu yağ içeren aromatik bitki kuruları konularak aynı yararı sağlaya bilirsiniz.
Yünden elektrik cereyanı geçmez, yalıtkandır. Çobanlar kepenek içinde yağmurdan, doludan, kardan ve her türlü soğuktan müteessir olmadıkları gibi kepenek içinde iken yıldırım isabet etmez.
Yün için söylenecekler bitmez. Burada sadece artık unutulmak üzere olan yün ve yünlü giyeceklerin özelliklerini bir kez daha anımsatmaya çalıştım. Siz, siz olun yüzünüzü günden, bedeninizi yünden eksik etmeyin.


KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...