23 Ekim 2021 Cumartesi

22-23 EKİM 1912 GÜNLERİNDE BALKAN HARBİNDE YAŞANANLAR

Ahmet Rodopman 


Tarihimizde hatırlamak bile istemediğimiz ancak, bizlere anlatılmadığı ve okutulmadığı için ayrıntılarını pek bilmediğimiz Balkan Harbinin neden, oluş ve sonuçlarını yazdığım 13 bölümlük seride çok önemli bir bölüm olan KIRKLARELİ SAVAŞLARI diye adlandırılan 22-23 1912 Ekim tarihlerinde yaşanılanların bir kısmını, 109 yıl önce bu gece nelerin olduğunu okumak isteyenler için buraya aktarıyorum.

Umarım, ibret alınması gereken bu olaylar moralinizi bozmaz, sağlıklı bir şekilde düşünüp, yorumlayıp yararlanırsanız sevinirim.

Saygılarımla,

Ahmet Rodopman


Savaşın başlaması ve bitimi, üç beş gün içinde olmuş, Bulgar askerleri dahil bu duruma hiç kimse akıl erdirememiştir. Bu birkaç günü kısaca özetleyecek olursak;

Kader ağlarını 22 Ekim gününde farklı bir şekilde örmüştü bu kez. Beklenenin tam karşı tarafından Edirne-Kırklareli hattının tam ortasında Selyolu mevkiinde Mahmut Muhtar Paşa komutasında ki Osmanlı Ordusu I. Bulgar Ordusu sandığı III. Bulgar Ordusu ile karşılaşıp şiddetli bir çarpışmaya girdiler. Erikler ve Eskipolos  bölgesi oldukça engebeli bir coğrafyaya sahip olduğu için, birlikler gün boyunca savaştılar. Akşam üstüne doğru Erikler düştü. Fakat Eski Polos dan Osmanlı askerleri çıkmayıp, savunma yaptılar. Bu çarpışmalar sırasında bir Alman subayı ölüp, iki tanesi de yaralanmıştır. Gece olurken Osmanlı Birlikleri kalkıştıkları bir karşı taarruz ile Petra(Bedre) – Eskipolos-Kadıköy üçgenine sahip olup düşmandan temizlediler.

23 Ekim 1912 günü çarpışmalar erkenden başlamış ve bütün gün sürmüştür. Yağmur ve soğukta gittikçe artmış. Her taraf çamur deryası hanilini almıştır. Öyle ki, her iki tarafın askerleri de siperlerde yarı bellerine kadar çamura gömülmüş bir halde karşılıklı ateşe devam etmişler, ancak yoğun çarpışmalardan bir sonuç alınamamıştır.Öğlenden sonra bir Osmanlı birliği Bulgar ordusunun zayıf bit tarafını görüp oraya yüklenmiş ve 5-6 kilometre kadar Bulgar birliklerini geriletmiştir. Osmanlı ordusunda , özellikle rediflerde bozulmayı gören komuta heyeti durumu muhakeme edip savaşa mola vermek için Kırklareli’ de ki ordu merkezine çekilmişlerdir.

Petra Mevkiinde bulunan birliklere komuta eden Aziz Paşa, düşman hakkında keşif kollarından bilgi almadan, her hangi bir gece taarruzunda bulunmamış askerlerle. Ordu kumandanı Mahmut Muhtar Paşanın dahi haberi olmaksızın gece taarruzuna kalkışması kötü bir sürpriz olmuştur. İki kola ayrılan Osmanlı tugayları düşmana karşı bir kuşatma harekatına girişmişler, ancak yağan yağmur ve bastıran sisin de etkisiyle istikametlerini şaşırıp bir tepenin iki ayrı yönüne düştüklerinin farkına varmadan bir birlerini düşman birlikleri sanıp sabaha kadar karşılıklı cephaneleri bitene kadar ateş etmişlerdir. Sabaha karşı  yakınlarında bulunan Bulgar Birliklerinin silah seslerini duyup, durumu anlamalarının ardından başlattıkları etkili bir top ateşi ile Osmanlı askerlerini darmadağın etmişler, birliklerimize çok sayıda şehit ve yaralı verdirmişlerdir. Bu cehennemi ateşten sağ kalanlar Petra’ ya doğru kaçmaya başlamışlar, Yardım için Petra’ dan  yola çıkan kuverlerle karşılaştıklarında, geri dönüp savaşmak yerine gelen birliği de önlerine katıp. düzensiz bir şekilde ricad (geri çekilme) etmişlerdir. Petra’ ya vardıklarında daha da acı bir tablo ile karşılaşmışlar, Selyolu’nda Bulgar’lara yenilen ve kaçıp kurtulmak isteyen diğer askerlerle birlikte Bulgarlar tarafından kuşatılıp esir edileceklerini anlayınca, o telaş ve tedirginlikle Kırklareli’ ye doğru sığınmak, canlarını kurtarmak için koşmaya başlamışlardır. Bu arada Karakayalar mevkini savunan Osmanlı birlikleri başarı ile direnirlerken , bu kaçıştan haberdar olunca, tüfeklerini atıp, Kırklareli yolunu tutmuşlardır. Artık kaçış bir bozguna dönmüş, askerler subaylarını dinlemekten vazgeçmiş, bir birlerini ezercesine Kırklareli’ ye koşmaktadırlar. Bu duruma Bulgar birlikleri dahi akıl erdirememiş, kaçan askerleri bile kolalamaktan vazgeçmiştir.

Kırklareli’ ye varan askerler, sokaklara dağılmış, ancak yerli Bulgar ve Yunan halkın oluşturduğu çeteler tarafından vuruluyor, veya tutuluyor, şiddetle cezalandırılmaktadırlar. Bir parça mısır ekmeğine tüfeğini satan askerlerin olduğu şehirde, Türk ahali alabildikleri eşyaları ile , bulabildikleri at, eşek, araba ne yarsa yollara düşüp Pınarhisar veya Babaeski ye doğru yola çıkmışlardır. Hatta hala Kırklareli yaşlılarının ağızlarında olan bir söylenceye göre ‘’Tencereyi ateşte bırakıp, ayakkabılarını giymeden yollara düşülmüştür’’ Şehir bir kıyamet gününü yaşamakta, insanlar bir taraftan yaklaşan Bulgar askerlerinden canlarını kurtarmak için kaçmaya çalışırlarken, yüz yıllardan beri birlikte yaşadıkları Bulgar ve Rum komşularının hakaret ve tecavüzlerine uğramaktadırlar. Yollarda, çamura saplanıp kalan arabalardan, toplardan yürüyebilmenin mümkün olmadığı, sürekli yağan yağmur altında, aç, çıplak ve yorgun insanların kendilerini, bir an evvel   Çorlu veya Çatalca’ya atma isteklerinden başka düşünecekleri bir şeyleri yoktu. Bu durumu ne kadar yazsak azdır. Bu travma aradan yıllar, yüz yıllar geçse de unutulacak gibi değildir. Kırklareli halkının son yıllarında başına gelen, 1878 Rus Savaşı sonrası işgali, Balkan Savaşı İşgali ve 10 yıl geçmeden Yunan İşgali, sonucunda elle tutulur ne mal, ne toprak ne de insan varlığı bırakmış, ama yine de yaşama azmini yüreklerinden söküp alamamıştır.

Koşarak trene yetişmeye çalışanları da bir başka şansızlığın beklemesi işin tuzu biberi olmuştur. Trene zorlukla yetişenleri güç bela tren alsa da, uyarılmalarına rağmen, silah zoruyla makinistin yola çıkması için baskı yapılması sonucu kalkan tren 3 kilometre sonra karşıdan gelen trenle çarpışıp bir başka perişanlığı daha yaşamışlardır.  

Olayları yerinde izleyen Fransız gazeteci Stephan Lausanne ise bu durumu şu sözlerle doğrulamaktadır: 

“Mahmut Muhtar Paşa'nın emir subayları bile artık kaçmak gerektiğine kanaat getirerek karargahı terk ettiler. Bütün resmi evrakı, dosyaları, haritaları, planları, hatta komutanlığın şifreli yazışmalarını ortada bıraktılar. Emir subaylarından biri o şaşkınlıkta götürecek şey bulamadı, Muhtar Paşa'nın bisküvi kutusunu aldı sadece. Bu trajedinin tek komik tarafı olan bu şuursuz hareket işe yaradı, çünkü sonraki üç gün Muhtar Paşa, fırtınadan kurtarılan bisküvilerden başka yiyecek bulamayacaktı.”

 

Kaybedilenin sadece bir çarpışma olmayıp, yüzyıllar boyunca oya oya dokunan, yaşanan, yaşatılan pek çok şeyin de kaybolmasını insan kolay kolay kabullenemiyor. Rumeli’ nin fethinin 1352 yılında başlamış olduğunu düşünürsek, bu süreç, 1912 yılında böyle bir tablo ile sona ermemeli idi tabii ki.

Kırklareli’ nin o gece boşalmasından ancak sabahleyin haberleri olan Bulgar’ lar olanlara inanamamışlar, bir kaç ayda  nasıl alabiliriz diye planlar ve hazırlıklar yaptıkları Kırklareli’ ye ellerini kollarını sallayarak, bir kurşun dahi atmadan girmişlerdir.O günlerde Kırklareli’ ye gelen yabancı gözlemcilerin şehirde gördüklerini okudukça, insanlıktan çıkacağı geliyor insanın. Bulgar askerleri, kaçan Türk askerleri, yerli Rum ve Bulgar ahali, şehirde kalan Türkler, boş kalan evleri dükkanları yağmalıyor, binaları yakıyor, yıkıyor, insanları yaşlı çocuk bakmayıp katlediyor, şehir tarumar ediliyor diye yazıyorlardı.

Kırklareli sevdalısı biri olarak bunları yazmamın çok zor olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Ancak tarih bilincimin Balkan Savaşlarının 150 yıldır süren öyküsünü daha sonuna gelmeden kesmek te içimden gelmiyor. Onun için bu geri çekiliş macerası Kırklareli Savaşları ile başlasa da arkasından Lüleburgaz Savaşları, Çatalca Savaşları ve Barış Antlaşmaları geliyor. 

Onunla da bitmediğini biliyorsunuz tabii ki, Batı Ordusunun Kumonova, Çetina, Bosna Hersek, Arnavutluk, Selanik, Yanya, İşkodra Savaşları var ki her biri birbirinden daha hicranlı, daha iç yarası. Yaklaşık 1.000.000 gencimizin şehit olup  kaldığı 2.000.000 genç yaşlı insanımızın yollara düşüp göç ettiği bir acı öyküdür Balkan Savaşları. Anlat anlat bitmez, yaz yaz tükenmez.  Ben yazmaktan çekinmem çünkü her gün yeni bir şeyler ekliyorum dağarcığıma. Eğer sizlerde okumaktan bıkmadıysanız, belki tekrar buluşuruz, Balkan Harbinin diğer 

8 Ekim 2021 Cuma

Cumhuriyet İlkokulu’nun Unutulmayan Müdürü MEHMET TEVFİK KOÇNARD


 

Hazırlayan: Hasan ÇALIKUŞU


Mehmet Tevfik Koçnard 1905 yılında o zamanlar Osmanlı toprağı olan Bulgaristan’ın Filibe (Plovdiv) kentinde dünyaya geldi. Aile o zamanlar Filibe’de “Koçnardoğulları” olarak bilinmekteydi. Balkan Harbinden önce, babası askerdeyken annesi ipekböceklerini beslemek için yaprak toplarken çıktığı dut ağacından dengesini kaybederek düşünce 22 yaşında vefat eder. 

Bir süre sonra babası yeniden evlenir. Ancak 1912 yılında Balkan Harbi başlayınca babası, üvey anne, dede, kardeşi ve Mehmet Tevfik savaşın en hararetli zamanında top sesleri arasında Edirne’ye göç ederler. 

Eğitimine Edirne’de devam eden Mehmet Tevfik, daha sonra Edirne Öğretmen Okulu’nu bitirdi ve öğretmen olarak mezun oldu. Genç bir öğretmen olarak ilk tayin yeri Kırklareli Kocahıdır Mektebi oldu. 

Yaşam sürecinde Balkan Harbi, iki defa Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşı’nın tüm acı ve sıkıntılarını yaşadı. Osmanlı Devleti’nin sonlanması Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna tanıklık etti.  

Mehmet Tevfik’in doğduğu 1905 yılında Kırklareli’de mutasarrıf Galip Paşa görevdeydi. O zamanlar Kırkkilise olarak bilinen Kırklareli’de ilk mektepler dağınık yerlerde ve sağlık yönünden uygun olmayan toprak ve loş odalarda acınacak vaziyetteydi.  Artık devrin şartlarına uygun, yeni ve sıhhi, mükemmel bir binada, şehrin orta yerinde Müslüman halka güzel bir mektep yapılması gerekiyordu. Mutasarrıf Galip Paşa, o vakit Cemaati İslamiye ve Maarif Encümeni kâtipliğini yapan ve Hacı Hasan Ağa Vakfı Mütevelli Kaymakamı Ali Efendi ile el ele verdi. Ali Efendi dürüst ve temiz bir kişiliğe sahip olup, Karaumur caddesinde 1940’lı yıllarda kerestecilik yapan Hamdi'nin babası, yapağı makinesi sahibi Hakkı’nın ağabeyi oluyordu. Böylece Mutasarrıf Galip Paşa’nın aracılığı ile halkın yaptığı bağışlara Vakıf İdaresi de kaynak aktardı. İlk önce Sultan Beyazıd Mahallesi’nde Kayalık Çeşmesi bitişiğindeki büyük ev ve bazı arsalar kamulaştırıldı. Daha sonra 8 Şubat 1906’da Edirne vilayeti genelinde inşa edilen en büyük ve görkemli ‘Kırkkilise Mekteb-i Kebir-i İbtidâi’ adı ile mektep açıldı. 

Mektebin adı kısa bir süre sonra II. Abdülhamid’e atfen ‘Hamidiye Mektebi’ (Hamidiye Numune Kebiri İbtidâi Mektebi) olarak değiştirilmişti. 1913 yılında ise Kırkkilise Mutasarrıfı Süreyya Bey zamanında mektep müdürü Mehmet Şerafettin Aykut’un (daha sonra Edirne milletvekili, avukat) desteği ve araştırmaları ile bu mektebin adı tekrar değiştirilerek ‘Kocahıdır Mektebi’ oldu ve günümüze kadar bu adla devam etti. 

Kocahıdır Mektebi ise Yunan işgali sırasında İngiliz, İtalyan, Fransız karargâhı ve Askeri Divanı Harp olarak kullanıldı ve birçok masum Türk’e burada ağır cezalar verildi. Kırkkilise’nin 10 Kasım 1922 günü sabahı saat 10'da Kuvayı Milliye kuvvetlerince kurtarılmasıyla mektebe Türk bayrağı merasimle çekildi ve 15 gün kadar Kırkkilise Hükümet Merkezi olarak kullanıldı. 

Bir süre sonra öğretmen Tevfik Koçnard, Kırklareli Cumhuriyet İlkokulu’na müdür olarak atandı.   

1934 yılında Nimet Hanım ile evlenen Tevfik Koçnard’ın 2 kız, 2 erkek olmak üzere dört çocuğu oldu. 

Hasanpaşa Caddesi üzerinde bulunan Cumhuriyet İlkokulu’nun yerinde daha önce bir Rum Mektebi ve yanı başında bir de kilise vardı. Rum mektebi kapandıktan bir süre sonra okul Osmanlı döneminde Vizeli reformist eğitimcilerinden Selim Sabit Efendi’nin adının verildiği ilkokul olarak faaliyetini sürdürdü. 

1931 yılında Kırklareli Valisi Mustafa Arif Bey zamanında İl Özel İdaresi tarafından 8500 lira harcanarak 3 sınıflı bir okul yapıldı. Ancak okul hem Karakaş mahallesinin kalabalık nüfusuna yetersiz, hem de kullanışlı değildi. Kırklareli Valisi Faik Üstün zamanında öğrenci sayısı dikkate alınarak sınıflar genişletilerek iki sınıfa indirildi. Uzun yıllar 2 sınıflı ve 2 öğretmenli olarak faaliyet gösteren okulun 1948 yılında 104 öğrencisi vardı. Okulda eğitim Müdür Tevfik Koçnard ve öğretmen Bedriye Yenili tarafından yürütülüyordu.

1950'li yıllarda Cumhuriyet Okulu, Karakaşbey sokağındaki Musevilere ait boş duran eski Alliance okuluna taşınmıştı. Bu arada Kırklareli Valisi Alâeddin Eriş zamanında 1931 yılında yapılan eski okulun yerine iki katlı yeni okul yapımına başlandı ve 6 sınıflı yeni Cumhuriyet Okulu 28 Nisan 1958 yılında açıldı. Bu okulda da yıllarca müdürlüğü devam ettiren Tevfik Koçnard yüzlerce öğrencinin yetişmesi için mevcut imkânlar ölçüsünde elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştı. Sert ama disiplinli, daima sevilen ve sayılan bir öğretmen oldu. 

Bazen o zamanlar Karakaşbey sokağında bulunan şehir kulübünde akşam yemeğinde arkadaşları ile birlikte olur, edebiyat ve şiir söyleşileri yapardı.  Hele kardeşi gibi sevdiği kendisinden onbeş yaş küçük Avukat Niyazi Akıncıoğlu’da oradaysa unutulmaz bir gece yaşanırdı. 

1919 yılı Kırklareli Kurudere doğumlu olan M. Niyazi Akıncıoğlu, Koçnard gibi lise öğrenimi için Edirne’den yolu geçenler arasındaydı. Avukat olması yanında Akıncıoğlu’nun çok daha önemli bir özelliği ülkemizin sayılı şairlerinden biri olmasıydı. On altı yaşında yazmaya başladığı şiirleri onu 40 kuşağı toplumcu, gerçekçi şairleri içinde yer almasını sağlamış, divan şiirinin söyleyiş üslubundaki ustalığı dikkat çekmişti. Şiirlerindeki ana tema genellikle savaş, zulüm, baskı ve ölüme karşı sevgi, kardeşlik, adalet, barış, demokrasi ve yaşamı destekleyerek, halk kültürüne yakın yerel motifleri yöresel ahenkle vurgulamaktı. Mutluca Şiir’inde dediği gibi “Ve ben her Allahın günü şairim; dört mevsim, bahardır şiirlerimde”, kendini mütevazı bir incelikle tanımlamaktaydı.

Arkadaşlar arasında bu akşam toplantıları “Bir yerde görürsen ki: Ağır ve edalı akar, dal dal söğütler öperek samur üç belik gibi üç koldan sular; müjdeler olsun efendim: Edirne'desin” diye başlayan ‘Edirne’ şiiri ile açılır, “Selamın geçiyor besbelli, yeşerdi telgraf direkleri; seneler sonrası, ormanından ayrı” ile söyleşi devam ederlerdi.

Çok uzun yıllar okul müdürlüğünü başarı ile yürüten Mehmet Tevfik Koçnard, Cumhuriyet Okulu ilk açıldığında ilk defa gördüğü bu merdivenlerden binlerce kez, her gün indi çıktı. Okul her yıl açıldığında veya yılsonunda, öğretmenlerle veya öğrencilerle, toplu veya tek tek, torunu ile bu merdivenlerde birçok kişi ile fotoğraf çektirdi.  Bu merdivenlerde protokol karşıladı, misafir karşıladı, veli karşıladı, öğrencisini karşıladı veya uğurladı. Kışın buz tutan bu merdivenlerde yazın sıcağında, ilkbaharın güzel havasında, sonbaharın düşen yapraklarında güzel veya buruk anlar yaşadı. İlk defa okula kayıt olmaya gelen öğrenci bu merdivenlerden çıktı, mezun olurken de son defa bu merdivenlerden indi. Merdivenler okul tarihinin tanığı, sosyal hafızası oldu. Merdivenlerin dili olsa daha neler neler söyleyecekti. En çok da Cumhuriyet Okulu’nun kuruluşundan bu güne kadar geçen zamanda Tevfik Koçnard ile ilgili çok şey anlatacaktı. Ama bir anıyı hatırlamak bile istemiyordu.

30 yılı geçkin başöğretmen veya müdürlüğünü yaptığı Cumhuriyet Okulu’nda, 28 Temmuz 1964 Salı günü bu merdivenlerde kalp krizi geçiren Mehmet Tevfik Koçnard, maalesef 59 yaşında hayata gözlerini yumdu.


KAYNAKÇA:

Ali Rıza Dursunkaya, Kırklareli Vilayetini Tarih, Coğrafya, Kül.ve Eski Es.Yön.Tetkik,Yeşilyurt Bas.1948

Cumhuriyetin 15. Yılında Kırklareli, 1938

Kırklareli İl Yıllığı, 1967, Kırklareli Valiliği

Kırklareli İl Yıllığı, 1973, Kırklareli Valiliği

Kırklareli İl Yıllığı, 2000, Kırklareli Valiliği

Müjdat KOÇNARD Aile Arşivi

Ali Coşkun YANARDAĞOĞLU Arşivi

II. Abdülhamid Döneminde Kırkkilise (Kırklareli) Sancağında Eğitim ve Öğretim, Hümmet KANAL

http://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/niyazi-akincioglu

6 Ekim 2021 Çarşamba

KIRKLARELİ STADYUMU

 Ahmet Rodopman


Günümüzde haklı bir öğünme kaynağımız olan KIRKLARELİ ATATÜRK STADYUMU, 1940 lı yılların zor günlerinde nasıl yapılıp da Kırklareli gençlerinin kullanımına sunulduğuna uzun süre anlam verememiştim. Çünkü,  çocukluğumuzda, ilk gençlik günlerimizde böyle bir stadın büyük şehirlerde bile bulunmadığı, ızgaralı taban denilen yapının, yağmur ve karda su tutmaması, ara sıra fırtınalarda kuzeye açık çatısının yıkılsa da çok iyi olduğu söylenirdi. 

Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze kalan anıt yapıları gözden geçirirken stadyumumuzu anmadan edemezdim. İstasyona giderken her seferinde önünden geçtiğimiz bu spor kompleksinin hikayesine hep birlikte bir göz atalım. Kırklareli’ nin demiryolu ulaşımına kavuşmasının ilginç öyküsünü daha önceleri yazmıştım. 1912 de yapılıp, sonra bir grup raylarının sökülmesi sonucu ulaşımın kesilmesi ve Cumhuriyetimizin kuruluşu ile tekrar onarılıp kullanıma sunuluşunu bildiğimizden, gerek istasyon binası ve çevresindeki oluşumlar gerekse stadyum ve meşhur istasyon yolu tüm Kırklareli’ lilerin göz bebeği gibidir. Umarım yeniden yapılandırılarak Millet Bahçesi olarak hizmete gireceği belirtilen yeni şekliyle de gözümüzde ve gönlümüzdeki değerini korur hatta arttırırlar.

İşte istasyona her gittiğimizde önünden geçtiğimiz, sonradan park ve bahçeler olarak oturup çamların altında çayımızı, kahvemizi içtiğimiz bu bölge,  1930 lu yıllarda çamurdan geçilemeyecek bir halde, şehrin neredeyse en uzak bir yeri olarak biliniyormuş. Yazın sular kuruyup toprak yürünecek hale gelince o zamanın gençleri kendi ölçekleri ile kaleler yapıp futbol oynamaya başlarlarmış bu geniş alanda. Hatta o yılları yaşayanların anlattıklarına göre; Mustafa Kemal Atatürk 1930 yılının 20 Aralık günü Kırklareli’ ye gelmezden bir kaç gün önce öküz arabaları ile tonlarca kum çekilerek İnci dereden, şehrin girişine kadar yola dökülerek, gelenlerin çamura batmadan kumda yürüyerek şehre gelmeleri sağlanmış. Gerçi sonra yine insanlar çamurlara bata çıka trene gidip gelmişler bir süre daha. Bu şartlarda bile Kırklareli’ li spor severler başta futbol olmak üzere diğer sportif etkinliklerde bulunmuşlar, hatta Kırklareli’ nin o çamurlu toprak sahalarında yetişip özellikle İstanbul’ da olmak üzere yurdun değişik yerlerinde profesyonel olarak top koşturmuşlardır. Bu konuda ünlenen hemşehrilerimizin sayıları hiç de az değildir.

Kayıtlara göre Kırklareli’ nin ilk spor kulübü 1925 yılında Türk Ocağına bağlı olarak kurulmuştur. Bu kulüp daha sonra KIRKLARELİ SPOR ismini almıştır. 1934 yılında Kırklareli spordan ayrılan bazı genç sporcular HALK SPOR adı ile ayrı bir kulüp kurmuşlardır. Bir süre sonra da kulübün adını GENÇLİK SPOR olarak değiştirmişlerdir. Bizlerin gençliği sırasında Namazgah Caddesi üzerinde sağ tarafta bilardo ve pinpon oynadığımız bina merkezleri olmuş, Antrenman sahası olarak ta yazlık sinemanın  bahçesi kullanılmıştır. Daha sonra Başak Spor 1948 yılında, ardından Öz Güven Spor kurulmuştur.

Kırklareli’ nin futbolda kendini göstermesi 1936 yılında Trakya çapında futbol takımları arasında yapılan karşılaşmalarda olmuştur. Kırklareli’ li gençler tüm takımları yenerek şampiyon olmuşlardır. Bunun üzerine Trakya’ ya Atatürk tarafından özellikle atanan çok çalışkan ve yapıcı bir kişiliği olan Kazım   Dirik’ in önderlik edip bizzat ilgilenmesi ile 1941-1942  yılları arasında, Kırklareli’ ye bir başarı armağanı olarak yaptırılmıştır. Kazım Dirik’ in Trakya Genel Müfettişliği yaptığı 1930 lu yıllarda Kırklareli ve Trakya,  köyünden kentine çok önemli kazanımlara sahip olmuştur. Şimdi düşünüyorum da, II. Dünya Savaşı yılları tüm olumsuzlukları ile ülkemizin üzerine çökmüşken, hala sözü edilen ekmeğin karneye bağlandığı yıllarda Kırklareli gibi bir sınır kentine onca yatırımla bir stadın yapılmasının fedakarlığına gözlerim yaşarıyor. Savaş nedeni ile boşaltılıp, boşaltılmamasının tartışıldığı günlerde Kırklareli gençliğine gerçekten bir ödül olarak yapılmış bu spor tesislerine yakışan bir sportmenliği ve başarıları görmek istiyor insanın gözleri. Özellikle eğitim ve kültür yönünden ülkemizin en önde giden illeri arasına girmiştir. Kazım Dirik’ in yaptığı hizmetleri sevgili Akın Güre Kırklareli Yerel Tarih Çalışmalarında ayrıntılı bir şekilde anlattığı için ben burada tekrar etmeyerek sadece hatırlatmakla yetiniyorum.

Yapıldığı günlerde çok sözü edilen stadımız, uzun yıllar en güzel futbol sahası olarak ünlenmiştir. Doğal yeşil çimenleri üzerinde nice maçlar seyrettiğimiz bu stad da nice unutulmaz anılarımız olmuş, 19 Mayıs Kutlamalarımız yapılmıştır. Sevgili Nihat Özge yazdığı yazılarında bu stada yetişip milli ve uluslar arası karşılaşmalarda oynayan efsane futbolcu arkadaşlarımızı uzun uzadıya yazdığı için ben burada isimlerini yazmayacağım. Ancak  uzun yıllar Kırklareli Stadyumu olarak geçen isminin 1976 yılında merhum Nazif Karacam’ ın önerisi ile adının KIRKLARELİ ATATÜRK STADI olarak, Kırklareli’ ye yakışan bir şekilde değiştirildiğini belirtmek isterim. Son yenilenme ve onarılmalarından sonra,  seyirci kapasitesi ve konforu arttırılan stadyumumuzda top koşturan, ferdi ve kitlesel sporlar yapacak olan gençlerimize 

2 Ekim 2021 Cumartesi

Operatör Dr. ABDULLAH FAZIL ZARALIOĞLU “Kırklareli’de Vatanperver Bir Doktor”

 


Hazırlayan: Hasan ÇALIKUŞU


Anadolu ve Rumeli’de bulunan büyük küçük yüzlerce a’yân ailesi Osmanlı İmparatorluğu’nda iç ve dış politikasında bir dönem önemli bir etkiye sahip olmuşlardı. Otoritenin günden güne zayıfladığı imparatorlukta, önemli görevlere getirilen ve yerel gücün temsili olan Zaralıoğlu ailesi, bulunduğu ve gittikleri yerlerde nüfus kazanmaya, bölgeye kök salmaya başladılar. Sivas ve çevresinde yaklaşık yüz elli yıl etkisini devam ettiren Zaralızâde hanedanlığında zaman zaman kendi çıkarlarıyla padişaha bağlılıkları arasında anlaşmazlık çıkacak, bazen aziller, sürgünler olacak ve hatta boyunlar bile gidecektir.

Bu aileden önemli kişiler arasında bulunan Kayseri mutasarrıfı Zaralızâde Osman Paşa’nın vefatından sonra oğlu Mehmet Paşa Anadolu’da bazı illerde valilik görevini sürdürdü. Diğer oğlu Feyzullah Paşa ise birçok yerde valilik yaptıktan sonra 1768 Rus Seferi sırasında Boğdan Muhafızı olarak görev yaptı. 

Zaralızâde Abdullah Paşa, 1784 yılında Trakya’da Çirmen Muhafızı idi. Zaralızâde kuşağı arasında bulunan ailenin en etkin ferdi Ali Bey’in oğlu Zaralızâde Lütfullah Paşa da birçok yerde valilik görevini sürdürdü. Fermanlarda Zaralızâdelerin âyanlıkları ve görevleri ile ilgili bilgiler sık sık vurgulanıyordu.

Cumhuriyet döneminde Zaralızâde ailesinin siyasi nüfuzları azalmakla birlikte aile önemli bir değişim sürecine girmiştir. Ailenin önde gelenleri Milli Mücadeleyi destekledi. Ali Adil Altay, TBMM 1. Dönem Sivas Milletvekilliği ve Cumhuriyet Senatosu Sivas Üyesi olarak görev yaptı. Aynı şekilde birçok sektörde aileden değerli insanlar yetişti. 

Abdullah Fazıl, 1 Temmuz 1897 yılında Mekke’de doğdu. Babası Fazıl Bey, o zamanlar Osmanlı toprağı olan Arabistan yarımadasında memuriyet görevi nedeniyle Mekke’de bulunuyordu. Abdullah Fazıl ilkokula devam ederken maalesef babası ölür. Bir süre sonra annesi başka biri ile evlenir ve Abdullah Fazıl’ın 2 kız 1 erkek kardeşi daha dünyaya gelir. Abdullah Fazıl bir süre sonra İstanbul’daki akrabalarının yanına eğitimini tamamlaması için gönderilir. Rüştiye ve idadiden sonra Haydarpaşa Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’ye gider. Ancak daha okulu bitirmeden Kurtuluş Savaşı başlayınca çok genç yaşta savaşa tabip olarak katılır. Savaştan sonra İstiklal Madalyası ile onurlandırılır. Osmanlı Devleti sonlanmış Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Abdullah Fazıl Zaralıoğlu doktor olarak İstanbul’da çalışmaya başladı. Bir gün hasta muayenesi için gittiği evde tedavi ettiği Muhlise Hanım ile tanışır ve birbirlerini beğenirler. 1925 yılında Dr. Abdullah Fazıl ve Muhlise Hanım evlenirler. Aynı yıl Sivas Hastanesi’ne tayini olur. Sivas’da 1926’da ilk çocuğu Samim, 1928’de kızı Bercis doğar. Daha sonraki tayin yeri Bolu’dur. Bolu’da 1930’da ikinci kızı Acun ile 1932’de ikinci oğlu Ergin dünyaya gelir.

Mustafa Kemal, eğer Dr. Abdullah Fazıl Zaralıoğlu’nun görev yaptığı yerlerin yakınlarında ise muhakkak çağırtır, görüşür veya yemeğe davet ederdi.  Atatürk ile arasında inanılmaz bir sevgi ve saygı bağı vardı. Dr. Abdullah karakter itibarı ile vatanperver, çalışkan, otoriter, lafını esirgemeyen, doğruları söyleyen, sakınmadan haksızlıkları eleştiren, ailesine düşkün bir kişiydi. Atatürk, onun Sivas’tan milletvekili olarak vatana hizmet etmesini istiyordu. Ancak zaman yeterli gelmedi ve Atatürk 10 Kasım 1938’de aramızdan ayrıldı.  

Aynı yıl Dr. Zaralıoğlu şans oyunu Milli Piyango’dan büyük ikramiye çıkınca bunu bir fırsata çevirmek için Paris’e cerrahi ihtisası yapmaya gitti. Cerrahi ihtisasını tamamladıktan sonra çok sevdiği vatanına tekrar geri döndü. 

Çalışkanlığı ile sevilen Dr. Abdullah daha sonra 250 yataklı Trabzon Hastanesi’ne başhekim olarak tayin edildi. Trabzon’da 1942 yılında en küçük oğlu Mete dünyaya geldi. 2.Dünya Savaşının sürdüğü bu yıllarda hayat çok zordu. Yoklukların olduğu, ekmeğin karne ile verildiği dönemlerdi.  Bu sırada bir olay Dr. Abdullah Fazıl’ın hayatında önemli değişikliklere neden oldu. Trabzon’da görev yaparken yağ karaborsası yapan bir kişiye şiddetle karşı çıkması ve koyduğu engel neticesinde, bu kişinin Ankara’daki yakınları durumu anlamadan karar verecek ve Dr. Abdullah ondan sonraki hayatı ne yazık ki haksız ve ibret dolu sürgünlerle geçecekti. 

Önce 25 yataklı küçük bir hastanesi olan Ordu’ya gönderildi. Ailesini de Ordu’ya götürmek istedi ama çocukları Samim ve Bercis için okul olmadığını görünce, onları Işık Lisesi’nde eğitim almaları için İstanbul’da bırakmak zorunda kaldı. Çok kısa sürelerle kapasitesi ona uygun olmayan yerlere sürgünleri devam etti. Sebepsiz olarak işten süresiz uzaklaştırılıyor veya el çektiriliyordu. Safranbolu ve Bilecik hastanelerine tayinleri çıkarıldı kısa sürelerle görev yaptı.

Bu sıkıntılı yıllarda üzüntüden şeker hastası oldu, vereme yakalandı. Bu yetmezmiş gibi kalp krizi geçirdi. Hem tedavisi hem de ailesi için çalışamadığı bu süreçte ailesini mecburen İstanbul’da Selami Çeşme semtine yerleştirdi ve çocukların eğitimi bir süre burada devam etti. 

İyileştikten sonra göreve dönmek ister, ama maalesef sürgünler kaldığı yerden devam eder. Son durak Kırklareli’dir. Kırklareli Memleket Hastanesi’ni görünce tahmininde yanılmaz. Gönderildiği bu küçük Trakya şehri ve hastanesinde diğer görev yerlerinde olduğu gibi canla başla hastaları ile ilgilenir, onlara şifa dağıtmaya devam eder.  

Kırklareli’ye geldiklerinde Karakaş mahallesinde kâgir iki katlı bir Rum evi kiralanır. Artık ailecek birkaç mutlu yıl burada geçirilecekti. Müslüman ve gayrimüslim komşuları da onlara hiç yabancılık çektirmez, birbirlerini çok severler. Evin kapısından girilince genişçe bir sofa karşılaşılır ve tam karşıda sağ ve sol taraftan iki merdivenle üst kattaki küçük sofaya ve odalara çıkılırdı. Odalarda çeşitli süslemelerle birlikte mumların yakıldığı nişler vardı. Giriş kapısının solundaki odayı Dr. Zaralıoğlu özel hastaları için muayenehane olarak ayırdı. İşine tutkun, hasta ve meslekdaşları tarafından sevilen bir kişi oldu. Sağlığı eskisi gibi iyi olmadığından Kırklareli’nin kışı ve ayazına dikkat ederdi. Yürüyerek hastaneye giden yokuşu çıkarken iyi giyindiği, buzda kaymamak için ayakkabının üstüne yün çorap giydiği ve çok sigara içtiği çocuklarının unutamadığı anılar arasındaydı.     

Belki de hekimliğinin mutlu günlerini Kırklareli Memleket Hastanesinde geçirdi, bu küçük şehir ona biraz olsun iyi geldi. Sağlığı eskisi gibi olmadığından İki katlı bu eski hastanenin basamaklı ve sütunlu hastane girişinden üst kata yine merdivenle çıkmak onu çok yorardı. 50 yataklı hastanenin erkek ve kadınlar kısmı olmak üzere iki bölümü vardı. Hastane kadrosunda Başhekim Dahiliye Uzmanı Dr. Cevdet Sabit TAN ile bir eczacı, baş hemşire, hemşire ve hademe kadrosu vardı. Yeni katılan Operatör Cerrah Dr. Abdullah Zaralıoğlu ile ameliyatlar artık Kırklareli hastanesinde yapılabilecekti. Kırklarelili birçok hastayı tedavi eden, yaptığı ameliyatlarla hayatta kalmasını sağlayan Dr. Zaralıoğlu’nun güzel Kırklareli yılları bir süre sonra yine bir sürgünle sonlandı.  

Tayini çıkınca ailesini İstanbul’a geri götürdü, önce Kadıköy Rıhtım’da bir eve yerleştirdi. Daha sonra 1950 yılında Moda’ya taşındılar. Bu arada yine rahatsızlanınca memuriyetten açığa alındı. Bu yıllarda aile tarifi imkânsız maddi ve manevi sıkıntılar içinde ayakta kalmaya çalışıyordu.  

1950 Türkiye genel seçimleri olmuş ve Demokrat Parti iktidar olarak hükümeti kurmuştu. Yönetim tarafından eski dönemlerden kalan sakıncalılar listesinde Dr.Zaralıoğlu ve ona yapılan haksızlıklar fark edildi. Tayini hemen Heybeliada Senatoryumu’na çıkarıldı. Aile artık rahata kavuşacak, eski günlerdeki refaha sahip olabilecekti. Ancak sürgün yılları çok şeyi alıp götürmüştü. Tam her şey düzeldi derken Dr. Zaralıoğlu maalesef altı ay sonra 27 Temmuz 1951 de henüz 54 yaşında vefat etti.

Dr. Abdullah Fazıl Zaralıoğlu cerrah olmasına rağmen çocuk felci üzerine araştırma yapıyor, bir ilaç geliştiriyordu. Nitekim bulduğu ilaçla birkaç çocuğu kurtarmıştı. 

Günümüzde tedavi ettiği çocuklar da olmak üzere çalıştığı yerlerde onu ve ailesini unutmayan hala birçok seveni bulunmaktadır.

KAYNAKÇA:

Ali Rıza DURSUNKAYA, Kırklareli Vilayetini Tarih, Coğrafya, Kül.ve Eski Es.Yön.Tetkik,Yeşilyurt Bas.1948

Dr.Ahmet HAMDİ, Kırkkilise ‘Kırklareli’ Vilayeti Sıhhi İctimai Coğrafyası

Cumhuriyetin 15. Yılında Kırklareli, 1938

Kırklareli İl Yıllığı, 1967, Kırklareli Valiliği

Kırklareli İl Yıllığı, 1973, Kırklareli Valiliği

Barış TOPTAŞ, Osmanlıdan Cumhuriyete Kırklareli İl Merkezinde Sağlık Alanında Yapılan Çalışmalara Genel Bir Bakış

Prof. Dr. Hasan YÜKSEL, Son dönem Osmanlı tarihinde bir A'yan ailesi: Zaralı-zadeler, 2006

Mustafa GÜLTEKİN Arşivi

Derinsu39, Kırklareli Arşivi

Ali Coşkun YANARDAĞOĞLU Arşivi

Mete ZARALIOĞLU Arşivi


KIRKLARELİ BELEDİYE TEŞKİLATININ KURULUŞU 1870-2024

ARIL Barış Toptaş – Kırklar BARIŞ TOPTAŞ İçindekiler Tablosu Kırklareli Adının Tarihçesi 1 Kırklareli’de İdari Yapılanma...