SABAHATTİN ALİ'NİN ROMAN VE HİKÂYELERİ ÜZERİNE
Meriç Gök
İlk
şiirinin Balıkesir’de çıkan Çağlayan dergisinde 1925 yılında yayınlanmış olduğu
göz önüne alındığında Sabahattin Ali’nin tüm edebi verimleri, hepi topu 22-23
yıl süren bir yazarlık hayatının içine yerleşmiştir. Neler vardır, bu yapıtlar
içinde?
Dağlar ve Rüzgâr: (1934) Şiirler.
Sabahattin
Ali’nin şiirleri ‘halk şiiri’ tarzında yazılmış şiirlerdir ve bunlardan bir
kısmı “Leylim Ley”, “Aldırma Gönül” “Geçmiyor Günler” gibi günümüzde geniş
halk kitleleri tarafından çok sevilen şarkıların da sözleridir. Sabahattin Ali ilk baskısı 1934 yılında
yapılan bu kitaptan sonra bir daha, kitap haline getirecek biçimde şiire
dönmemiştir.
Değirmen: (1935) 16 hikâye. Sabahattin
Ali’nin bu ilk hikâyelerinde romantizmin etkisi çok belirgindir.
Kağnı-Ses: (1936-1937) 18 hikâye. Başta iki
ayrı kitap halinde yayımlanan bu hikâyeler daha sonra tek kitap olarak
yayımlanır.
Yeni Dünya (1943) 13 hikâye. Bu
kitabını, romanlarına geçmeden hikâyelerini tamamlamak için kronolojik
sıralamayı bozma pahasına buraya alarak kısaca hikâyeciliğini ele alalım.
Bu yıllarda cezaevleri de dâhil Anadolu’nun
değişik il ve ilçelerindeki deneyim ve gözlemlerini giderek daha yetkin biçimde
yansıttığı hikâyelerdir bunlar. Son dönem ürünlerinde Hasanboğuldu ve Sulfata’ da
olduğu gibi hâlâ romantizmin etkisi tümüyle kalkmasa da özellikle Yeni Dünya’daki hikâyeleri, döneminin
Anadolu’sunda toplumsal hayatın, toplumsal gerçekliğin bir ‘mimesis’idir.
Nâzım
Hikmet, döneminin birçok genç yazarına olduğu gibi Sabahattin Ali’nin de hikâye
ve roman yazarlığında gelişmesine büyük emek vermiştir. Nâzım’ın Resimli Ay’
yıllarında Sabahattin’e verdiği desteği Sabiha Sertel anlatıyor:
“
Sabahaddin Ali, Almanya’dan yeni gelmişti. Bir gün “Resimli Ay”da yayımlanmak
üzere bir hikâye getirdi. Nâzım’la uzun boylu sanat ve edebiyat üzerine
konuştular. Nâzım hikâyeyi okuduktan sonra:
— Bu çocukta iş var, dedi.
Bundan sonra Sabahaddin’in getirdiği hikâyeleri dikkatle
okur, Sabahaddin’le tartışırdı. Onun yazılarını romantik buluyor, ona daha
realist hikâyeler yazmayı öğüt veriyordu. Sabahaddin Ali Almanya’da ilerici
edebiyatla temas etmiş, sosyalist eğilimleri olan bir gençti. Fakat kafasında sosyalizm
henüz belirli bir şekil almamıştı. Nâzım onu yalnız sanata değil, sosyalizme de
çekmeye çalışıyordu. Sabahaddin’i roman yazmaya teşvik eden Nâzım Hikmet oldu.”
Şimdi Sabiha’nın gözlem ve değerlendirmelerine daha
sonra tekrar dönmek üzere ara verip Nâzım’ın hapishaneden, mektupları
aracılığıyla Sabahattin’e verdiği desteğe geçiyorum.
“Edebiyatımızın bugünkü şartları seni öyle bir yere
getirmiş ki, rehberlik etmeğe ve bunun mesuliyetlerini yüklenmeğe mecbursun.
Verimlisin, bu sana rehberliğinde en büyük yardımcıdır.” Tarihi yazılmamış bu mektubunda Sabahattin’i
yüreklendirmeye devam ediyor:
“Bak konkre konuşuyorum: Hikâye ve romanda sen vardın, senden sonra kemal Tahir var, sonra Orhan Kemal var, Suat Derviş var. Kemal Tahir’le Orhan Kemal biri daha ileride, biri henüz civciv, fakat dehşetli vaatlerle dolu bir civciv, biri yazdıklarını neşretmek imkânsızlığı içinde, ötekisinde bu imkân henüz belirmiş. Suat Derviş’e gelince galiba artık yazmıyor, velhasıl büyük Türk hikâye ve romanının tek bayrağı bilfiil sensin. Bugünkü durumda bu böyle. Bunun zorluklarını mesuliyetlerini gayet iyi anlıyorum. Fakat sana her zaman o kadar güvendim ve o kadar güveniyorum ki bu zorlukları, yüklendiğin ağır yükün altından kalkarak yeneceğine inanıyorum. Romanını doğacak çocuğumu bekler gibi bekliyorum.” ( Filiz Ali – Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, İstanbul 1979, s.187.)
Bir başka mektubunda, Mayıs 1943 tarihli mektubunda,
Nâzım bu kez Yeni Dünya’yı okumuş
olarak yazıyor ve son derece isabetli şekilde Sabahattin’in gerçekçiliğinin
sınırlarına işaret ediyor:
“Yeni Dünya’da
birbirinden güzel ve sana layık birçok hikâyeler var. Yalnız, bilmem bir şeye
dikkat ediyor musun, bizim edebiyata, aşağı yukarı bütün tabakalarıyla köylü
girmeğe başladı, bunda senin hizmetin büyüktür. Lumpen proleter de bilhassa
şiirde bol bol giriyor. Fakat henüz sahici proleter girmedi. Hâlbuki Türkiye
realitesinde sahici proleter, sanayi amelesinin orta tabakası, ne lumpen, ne
kara amele, ne de ustabaşı kaymak tabakası, sahici Türk proleteri bir vakıadır.
Ve gerek karakter, gerekse istikbal insanı olarak en enteresan tiptir, en
üzerinde durmağa değer insandır. İşte Yeni Dünya’da öyle bir tek insan yok. Bu
meselenin üzerinde duruşum senin eserlerin için değil, fakat bilhassa birçok şairler
ve bazı hikâyeciler için sahici millet, sahici halk edebiyatı denince lumpen
proleter muhitinin yahut en fazla fakir ve orta köylü muhitinin verilmesi
zehabına düşülmüş ve bu suretle de bir küçük burjuva anarşist temayülün alıp
yürümesinden dolayıdır.”
Evet, Sabahattin Ali’nin hikâye kişileri arasında Anadolu’nun yoksul köylüleri, öğretmen ve küçük memurlar ( Kağnı, Asfalt Yol, Bir Skandal, Ses, Bir Konferans ), o dönemin küçük kasabalarında bir tür örtük fuhşun kurbanı düşkün kadınlar ( Gramofon Avrat, Hanende Melek, Yeni Dünya, Arap Hayri, Bir Mesleğin Başlangıcı, Selam), çıkarcı doktorlar (Sulfata, Böbrek, Cankurtaran), adi ve siyasi suçlardan hapishanelerde ‘yatan’ mahkûmlar (Kafakâğıdı, Bir Şaka, Kanal, Kazlar, Bir Firar, Katil Osman, Çaydanlık),iş bulma umuduyla büyük şehre giden işsizler (Kamyon) vardır; fakat işçi (proleter) yoktur; bizde ilk kez işkenceyi (Kurtla Kuzu ) ve bir muhbiri (Düşman) anlatan hikâyeleri bir yana bırakıldığında, Çernişevski’nin Yeni İnsanı da yoktur.
Bununla birlikte özellikle Sinop cezaevinde yazdığı
hikâyelerinde cezaevinin çok zor koşullarında yaşayan mahkûmların acılarını,
umutlarını ve duygularını, özgürlüğe duydukları kavurucu özlemi büyük bir
ustalıkla anlatır.
“Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir
hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve
uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından
yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak
bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.”
Olağanüstü bir anlatım; deniz kuşları da orada bir
şeylerin yolunda olmadığının farkındadırlar…
Ve sonra böyle denizin dibinde, adına cezaevi denen
ancak bir orta çağ zindanından farksız olan bu yerde tutsaklığın ne denli zor
olduğunu anlatan şu bölüm:
“Bir mahpusu dünya ile hiç alâkası olmayan bir zindana
kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin
elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak
olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek
ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız
muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır?”
Sabahattin’in hikâyeleri toplumsal gerçekliği bütün
çıplaklığıyla ortaya koyar. Hikâyelerinin süssüz ve yalın dili hemen dikkati
çeker. Sıcak, içten ve inandırıcı oldukları için okuyanı daha başında saran
hikâyelerdir bunlar.1935 yılında yazdığı Kağnı
adlı öyküsü şöyle başlar:
“Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin,
Arkbaşında Sarı Mehmet’i vurdu.” Bu kadar yalındır işte anlatımı. Oğlunun
cesedinin başında duran yaşlı kadını anlatımı da oldukça sinematografiktir:
“ Kahvedekiler yavaş yavaş çıktılar. Kocakarı oğlunun
başucuna gidip oturdu. Bir eliyle sinekleri kovmaya, öteki eliyle ihtiyarlıktan
ve hastalıktan bir nohut kadar ufalmış olan gözlerini silmeye başladı. Bir
hastanın başını bekliyor gibiydi. Elini ağır ağır sallayarak sinekleri kovalıyordu.
Bir ihtiyar, kısık sesiyle bağırarak çocukları evlerine gönderdi. Diğerleri de
yavaş yavaş dağıldılar. Birkaç delikanlı cenazeyi alıp evine götürdüler. Akşama
doğru her şey eski haline gelmişti. Sanki uzun bir hastalıktan sonra eceliyle
ölmüş kadar sükûnetle ölü yıkandı ve gömüldü. …”
Sabahattin Ali’nin hikâyeciliğinin döneminin içindeki
yeri belli başlı ayırt edici özellikleri şunlardır. Öncelikle, Cumhuriyet’le
birlikte ulus imal/inşa etme sürecinde yazarlara, dolayısıyla edebiyata verilen
misyon/görev kapsamında Refik Halit, Falih Rıfkı, Halide Edip, Yakup Kadri,
Reşat Nuri vb.nin üstlendiği ve ‘Onuncu Yıldönümü’ ile doruğuna varan “milli
edebiyat”/”memleket hikâyeciliği” oluşturma sürecine asla katılmamıştır,
Sabahattin Ali.
Günümüzden yaklaşık
seksen-doksan yıl önce yazılmış olmalarına karşın, bütün bir kitapta sadece birkaç kelimesine
bugünün Türkçesinde karşılık bulmak gerekiyor. Süslü anlatımdan, o dönemde
olumlu-olumsuz “edebiyat yapma” denilen biçemden hep uzak durur.
Mübadele sorununu, bir köyün değişimi üzerinden öyküleştiren ilk yazarımızdır, Sabahattin Ali (Çirkince-1947). Anlatıcı-yazarın, köye yaptığı — mübadele öncesi ve sonrası— iki ayrı ziyaretle, yakın geçmişin bu trajik olayı sorgulanır. Türkiye’de egemen inanç olan Sünniliğe göre daha özgür bir yaşam sürdüklerini düşündüğü Alevilere ve Alevi köylerine hikâyelerinde ilk kez yer veren yazarımız da odur.(Sulfata, Hasan Boğuldu- 1942).
Kuyucaklı Yusuf: (1937) “1903 senesi
sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın’ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak
köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler.” Böyle başlar Sabahattin
Ali’nin bu ilk romanı. Bu baskında sağ ve yetim kalan Yusuf’u, Kaymakam
Salâhaddin Bey evlatlık alır. Salâhaddin Bey’in esasen sevgisiz biri olan karısı
bundan hiç hoşlanmaz ve tüm roman boyunca Yusuf’u bir türlü sevmez. Roman bu
olaydan sonra Salâhaddin Bey’in tayin olduğu Edremit’te geçer ve Yusuf ile
Salâhaddin Bey’in kızı Muazzez birlikte büyür ve iki genç olur.
Kuyucaklı Yusuf, sömürü ve baskının
kaynağını göstermedeki yetersizliğine karşın farklı toplumsal kesimlerden gelen
eşraf, bürokrat, küçük memur, küçük çiftçi, tarım işçisi gibi roman kişilerinin
bir kasabadaki hayatlarını toplumsal gerçekliği içinde ele almasıyla edebiyatımızın ilk taşra/kasaba
romanı sayılabilir. Romanda olay örgüsü, romanın başkişisi Yusuf’un çevresinde
gelişir ve Yusuf’un, iyi niyetli Kaymakam Salâhaddin’in çevresini saran
yozlaşmış bir eşraf kesimiyle hesaplaşması ve bunun trajik sonucu anlatılır.
Yusuf,
okul eğitimiyle ilişkisini ilkokuldan sonra keser. Okul ona göre değildir,
sadece okuma yazma öğrenmesi yeterli olmuştur.
“Yusuf,
ilk defa Edremit’te mektebe gitti. Fakat bu mektep devri pek uzun sürmedi.”
(…)
“
Mektep onu sıkıyordu. İlk zamanlarda, yani okuma öğreninceye kadar, devam eden
merak ve alakası pek çabuk kayboldu. Bir sürü “kıvır zıvır” bilgi sahibi olmak
için o “bey çocukları” ile düşüp kalkamayacağını söylüyordu.”
Kendisinden
15 yaş küçük karısı, kötü (üvey)anne Şahinde’ye karşı iyi (üvey)baba olan
Kaymakam Salâhaddin Bey, tüm çabasına
rağmen Yusuf’u okumaya ikna edemez.
“Böylece
küçük Yusuf, bir sur harabesi üzerinde çıkan bir yabani incir ağacı gibi, biraz
sıkıntılı ve şekilsiz, fakat serbest ve istediği gibi, büyüyor, gelişiyordu.”
Kaymakam Salâhaddin Bey’in köyden geldiği
için şehirlere bir türlü alışamayan bir çocuk olarak gördüğü romanın “asil
vahşi”si Yusuf, böylece Muazzez ile birlikte büyür ve yetişir. Tek yakın
arkadaşı Ali’dir, ancak onunla da saatlerce yan yana oturup bir şey konuşmaz. Zaten
Yusuf, çok gerekli ve zorunlu olmadıkça konuşmaz.
Sabahattin
Ali, romantizmin yer yer yoğun etkisi bulunan bu romanında toplumsal ilişkileri
içinde, gelenek görenekleriyle kasaba yaşamını oldukça gerçekçi betimler.
Kaymakam Salâhaddin Bey ve Yusuf sıkıcı kasaba yaşamından bunaldıklarında
kasaba dışına, doğaya giderler. Orada huzur bulurlar.
İlk
gençliklerinden beri birbirlerini seven Yusuf ile Muazzez, Şahinde Hanım’ın
karşı çıkmasına rağmen sonunda Salâhaddin Bey’in desteğiyle evlenirler. Yusuf’a
kaymakamlıkta bir görev verilir. Salâhaddin Bey’in ölümünden sonra göreve
başlayan yeni kaymakam, Yusuf’u kasabadan uzaklaştırmak için vergi tahsildarı
olarak köylere yollanır. Yusuf’ kasaba dışında kaldığı günleri fırsat bilen
Şahinde, Muazzez’i kasabanın yeni kaymakamı ile eşrafının yozlaşmış ortamına
sokar. Bu durumu öğrenen Yusuf, evi basar ve karanlıkta açtığı ateşle
yaraladığı Muazzezi atının terkisine alıp kaçar.
“Hiçbir
şey düşünmüyor, sadece kaçmak, hayatının en korkunç devirlerini geçirdiği bu
yerlerden mümkün olduğu kadar çabuk uzaklaşmak istiyordu. Nereye olursa olsun!
Dağbaşlarına, kimsesiz ormanlara veya kalabalık şehirlere!... Yalnız adamakıllı
uzak ve kimsenin onu bulamayacağı bir yere!..”
Yusuf’un
kasabadan kaçıp gidebileceği iki yer vardır, ya ormanın cangılı, ya da büyük
şehrin cangılı. Aslında her iki durumda da tek bir yer vardır: Kimsenin onu
göremeyeceği bir cangıl.
Roman Gibi’de Sabiha Sertel anlatıyor:
“Kuyucaklı Yusuf” Resimli Ay matbaasında
basılıyordu. Nâzım hergün makinaların başında eserin basılmasını seyrederdi.
İlk nüsha çıktığı gün sevinçle odaya geldi. Baskıyı hepimize gösterdi,
gözlerinde adeta, bu romancıyı ben yarattım, der gibi bir ifade vardı.”
Nâzım’a
göre Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin
Ali’nin en ustaca romanıdır. İçimizdeki
Şeytan’ın 1955 Rusça baskısı için yazdığı ve kitabın sonunda yayınlanan
sunuş yazısında şöyle diyor:
“Sabahattin’in
bazı hikâyeleri Rusçaya çevrildi. “İçimizdeki Şeytan” Rusçaya çevrilen ilk
romanıdır. Gönül isterdi ki Sabahattin’in bütün hikâyeleri, en ustaca romanı
olan “Kuyucaklı Yusuf” da Rusçaya
çevrilsin. Sabahattin sağ olsaydı ona sorsaydınız, size şu karşılığı verecekti:
“Tolstoy’un ve Lenin’in diline …” Bunu öyle laf olsun diye yazmıyorum. Bir gün
bana kendisi aynen böyle dedi: “Halide Edip hanımefendiyi Rusçaya çevirmişler…
(Gözlüklerin arkasından önce alayla, sonra kederle yüzüme baktı.) Bir gün beni
de çevirirler mi dersin? (Gözlüklerinin arkasından yüzüme sevinçle bakıyordu.)
Boru mu bu? Geleceğin en büyük diline çevrilmek, yüz milyonlarca insanın seni
okuması, halkını ve seni sevmesi ..” (Filiz Ali-Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, Cem yayınevi, İstanbul 1979,
s.14)
Bir
taşra/kasaba romanı olan Kuyucaklı Yusuf’tan
sonra bu kez bir kent/aydın romanı yazar Sabahattin Ali. İçimizdeki Şeytan’ın başlıca üç kahramanı vardır: Ömer, Macide ve
Bedri. Macide’nin Balıkesir’deki lise öğrenciliğinin anlatıldığı iki kısa bölüm
dışında romanın geçtiği yer İstanbul’dur. Üniversitede devamsız bir öğrenci
olan Ömer, bir akrabasının yardımıyla Postanede küçük bir memuriyet bulmuş,
ancak işine pek düzenli gitmeyen, aylaklık yapmayı seven bir gençtir. Bir gün
arkadaşı Nihat ile vapurda bir genç kız görür ve ona âşık olur. Bu kız, yani
Macide orta öğrenimini Balıkesir’de yaparken müziğe olan yeteneği müzik
öğretmeni Bedri tarafından saptanıp desteklenir. Bu arada Macide öğretmeni
Bedri’ye duygusal bakımdan da ilgi duyar. Liseyi bitiren Macide konservatuarda
okumak için İstanbul’a gelmiş ve akrabası olan bir ailenin yanında kalarak
müzik eğitimini sürdürmektedir. Bu aile, Ömer’in de akrabası olduğundan Macide
ile Ömer uzaktan akraba çıkarlar. Ömer uzun süredir görmediği akrabalarını
görmeye gittiğinde tekrar Macide ile karşılaşır ve ertesi günü sabah ona okula
kadar yürüyerek eşlik eder. Belirli bir süre günlerini, gecenin ilerleyen
saatlerine kadar birlikte geçiren âşık çift, Macide’nin babasının ölümü üzerine
para yardımı alamaması yüzünden kaldığı evde sorunlar çıkınca birlikte yaşamaya
karar verir.
Ömer’in
ırkçı-Turancı çevresini zamanla Macide de tanır. Bu arada öğretmenliği bırakıp
İstanbul’da müzisyen olarak çalışan ve Ömer’in de tanıdığı olan Bedri ile tesadüfen
karşılaşmaları sonucu üçlü artık sık sık beraber olur. Ömer çalıştığı yerde
kasadan kaynına yardım için para alan muhasebeciden şantajla büyük miktarda
para alıp bunu yayın işlerinde kullanmaları için Nihat ve arkadaşlarına verir.
Bir süre sonra Ömer’in de içinde bulunduğu bu grup tutuklanarak cezaevine
konur. (S. Ali’nin 1944 yılında açılacak olan ve A. Türkeş, N. Atsız, Z. Velidi
Togan, R.Türkkan ve F.Tevetoğlu’nun da sanık olarak yargılandığı ‘Irkçılık-Turancılık
Davası’nı öngörebildiği anlaşılıyor.) Ömer, bu gelişmelerden sonra artık Macide
ile ilişkisini bitirmeye karar verir. Tahliye edileceği gün Bedri’yle
görüşmesinde bunu ona söyler:
“Denilebilir
ki: Genç kadın sensiz ne yapsın? Nereye gitsin? Bunu senin demeyeceğine eminim…
Sen hepsini halledeceksin… Nasıl isterseniz öyle yapın… İstersen onu al, bir
kardeş gibi yanında tut, istersen onunla evlen… Beni dünyada mevcut farz
etmeyin… Tamamıyla ayrı yollara ve ayrı dünyalara gideceğiz… Ben bir molozdan
bir adam yapmaya çalışacağım…”
Bedri,
bu konuşmadan sonra tahliye olan Ömer’in sözlerini Macide’ye iletir:
“Beni
hiç aramayın!.. Ne sen, ne Macide… dedi. Yalnız kalmak, yeni bir hayatı denemek
istiyor… Kendini iki kişinin mesuliyetini yüklenecek kadar kuvvetli
hissetmiyor!..” (İçimizdeki Şeytan, YKY, s. 252, 253.)
“Büsbütün
başka bir hayat isteyen” Ömer, fiziksel dış görünümünden ruhsal gelgitlerine ve
bir dönem (1926-27 ve yılları) Türk Ocağı’nda Nihal Atsız ve çevresiyle
arkadaşlığına kadar birçok özelliğini Sabahattin Ali’den alır.
Macide’nin
Sabahattin Ali’nin âşık olduğu kadınların yanı sıra daha çok eşi Aliye’ye
benzediğini kızı Filiz Ali de belirtir. Yine Bedri’de de kendisi de birkaç yıl
öğretmenlik yapan ve bu arada bir öğrencisine de âşık olan Sabahattin’i görmek
mümkün. Ömer’in ırkçı-Turancı görüşleri nedeniyle başı derde giren yakın
çevresindeki kişilerin de gerçek hayatta Peyami Safa, Nihal Atsız, Zeki Velidi
Togan vb. oldukları açıktır. Ancak bunların romanda inandırıcı karakterler
olmamaları, büyük ölçüde karton tipler olarak kalmaları ve ayrıca olay
örgüsünde, özellikle Ömer, Macide ve Bedri üçgenindeki olayların gelişiminde
varlıklarının gerekliliğinin ikna edici biçimde ortaya konulamaması
eleştirilebilir.
Ancak
edebi bakımdan tüm bu yetersizliklerine rağmen İçimizdeki Şeytan edebiyatımızda ilk kez kötülüğün kaynağı olarak Mephistopheles’in ya da eski Yunan’daki
adıyla daimon’un ele alındığı
romandır. Bunda Sabahattin Ali’nin, Goethe’yi, üstelik Almancasından okumuş
olmasının elbette büyük payı vardır. Bilindiği gibi Goethe’nin Faust’unda Mephistopheles, ilk kez artık şeytanın, klasik metinlerde olduğu
gibi dinsel bir günah unsuru olarak
değil, bir edebi figür, “sanatkâr” şeytan olarak alınmıştır.
Antik
Yunan’ın, ‘Daimon’um beni buna itti”(Sokrates) dedirten daimon’u, Kilise tarafından devralınarak
Orta Çağ Hıristiyanlığı literatura’sındaki
şeytan/iblis figürüne dönüştürülmüştür. ( Öte yandan İslam mitolojisinde ve
Kur’an’da da şeytan/iblis, Âdem’e, dolayısıyla Allah’a isyan eden ve kötülüğün
kaynağı olan ruhsal bir varlıktır. Dolayısıyla romanın başkahramanı Ömer’in
üzerindeki ‘etkisi’nin veya onun hatalı davranışlarının sorumluluğunu, en
azından bir süre ona yüklemesinin yadırganacak bir yanı yoktur.) Goethe de
Hıristiyanlığın bu geleneksel şeytan imgesini Faust’unda Mephistopheles figürü
ile dinselliğinden arındırarak dünyasallaştırır. Faust, “İki ruh yaşıyor
içimde” der. Romanda Faust’un izini
sürelim:
“Ömer
içinde birdenbire sevince benzer bir şey parladığını hissetti ve gene bir anda
bu histen dolayı müthiş bir utanma duydu.
Bu ölümü (Macide’nin henüz habersiz olduğu babasının ölümü) kendisine
yardım edecek bir hadise olarak telakki etmenin pek dürüst bir şey olmadığını
düşündü. Fkat içimizde, bizim “ahlak” tarafımızda hiçbir şekilde münasebete
geçmeyerek hadiseleri muhakeme eden, neticeler çıkaran ve tedbirler alan bir
“hesabi” tarafımız vardı ve lafta değilse bile fiilde daima o galip çıkıyor ve
onun dediği oluyordu.” (İçimizdeki Şeytan,
s.23)
Sabahattin
Ali, yapıtının, ona adını verecek kadar önemli bulduğu temel izleklerinden daimon’u daha romanının başında
tanımlıyor. Ancak bu roman için yazılmış “önsöz”, “takdim”/”sunuş” vb. yazılar
da dâhil, bizim ikincil edebiyatımızda, daimon’un bir izlek olarak ilk kez Sabahattin Ali tarafından ele alınmış olmasının,
Goethe’nin Faust’unun onun üzerindeki etkisiyle de irtibatlandırılarak üzerinde
yeterince durulmuş değildir.
Ömer
arkadaşı Nihat’la konuşuyor:
“Değil…
değil… fakat şu muhakkak ki bugün olduğum gibi olmak da istemiyorum. Büsbütün
başka bir hayat, daha az gülünç ve daha çok manalı bir hayat istiyorum. Belki
bunu arayıp bulmak da mümkün… Fakat içimde öyle bir şeytan var ki… bana her
zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya
çalışmak boş… Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız… Senin
dünyaya hâkimiyet planların bile eminim ki onun mahsulü…”
Ömer,
arkadaşı Hitlerci Nihat’ın “dünyaya hâkimiyet planları”nın sorumluluğunu da daimon’a yüklüyor. Ömer, arkadaşlarıyla
bir meyhanede buluştuğu bir gün cebinden bilinen dergisini çıkarıp okumaya
başlar ve birden gözleri parlayarak elindeki dergiyi masaya vurur ve;
“Bakınız…
Bakınız” der, “Burada bir şiir var… Beni deli eden şeyleri ne kadar açık söylüyor.
Siz beni anlamıyorsunuz… Eminim ki bunu yazan beni anlayacaktır…”
Anlatıcı
bunun tanınmış şairlerden birinin “Şeytan”
adlı şiiri olduğunu söyler. Sonra Ömer şiirin birkaç mısrasını okur:
Onu ben çocukluğumdan,
İlk rüyalardan tanırım.
Yalnız yürüdüğüm zaman
Odur arkamdaki adım.
Onun korkusu, içimde
Ürkek bir dünya yaratan…
Sonra Ömer haykırırcasına tekrarlar:
“Evet,
evet onun korkusu… İçimde bu ürkek dünyayı yaratan onun korkusu… Ben bu
değilim… Ben başka bir şeyler olacağım… Yalnız bu korku olmasa… Hiçbir şeyi bana
tam ve iyi yaptırmayacağına emin olduğum bu şeytandan korkmasam…”
Ancak
romanın başkahramanı Ömer sonunda
Mephistopheles’inden, Goethe’nin anladığı anlamdaki “şeytan”dan kurtulur. Geldiği noktayı, bir bakıma tüm hayatının
muhasebesiyle, Bedri’ye anlatıyor:
“İsteyip
istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa
istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü
bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan
korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde,
haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve
ihtimama layık görüyordum. Hâlbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim
gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca
olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik
var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey:
hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var.. Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta
bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum
görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir
sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul
kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.”
İçimizdeki Şeytan’ı okuduktan sonra
Nâzım, Mayıs 1943’te Bursa cezaevinden Sabahattin’e romanını “zevkle” okuduğunu
yazıyor:
“
Bana Yurt ve Dünya ve Yürüyüş’ten başka — çünkü onları alıyorum — Ankara’da ve
İstanbul’da çıkan mecmuaları okuduktan sonar yollarsan pek memnun olurum. İçimizdeki
Şeytan’ı ve hattâ o satılmış vatan hainlerinden birinin broşürünü (Atsız’ın
“İçimizdeki Şeytanlar” yazısı olan broşürü kastediyor.) bile okudum. Senin
kitabını zevkle onunkini tiksinti ve merhametle.”
Kürk Mantolu Madonna: (1943) İlk
yayımlandığında “uzun hikâye” veya “novella” olarak tasarladığı ve böyle de
nitelediği fakat daha çok ekonomik kaygılarla tefrika olarak yayımlayan
gazeteye yetiştirebilmek için sıkışık bir zaman süresi içinde yazmış olduğu bu
son romanı, günümüzde onun en tanınan yapıtıdır.
Kürk Mantolu Madonna iki ayrı anlatıdan
oluşur: Bunlardan ilki, Ankara’nın bir
kenar semtinde oturan ve bir işyerinde Almanca tercümanı olarak çalışan Raif
Efendi’nin, iş arkadaşı olan yazar/anlatıcı tarafından “Şimdiye kadar tesadüf
ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır.”
cümlesiyle anlatılmaya başlayan hikâyesidir.
Diğeri de bir Dostoyevski tipini andıran, ölmek üzere
olan Raif Efendi’nin anlatıcıdan sobada yakmasını istediği, çalışma masasının
çekmecesinde bulunan siyah kaplı bir defterde anlatılan 30’lu yılların savaş
öncesi Almanya’sında bir üniversite öğrencisiyken Maria Puder ile yaşadığı
aşkın hikâyesidir. Toplam anlatıda ikinci hikâye birincinin dört katı daha
uzundur. Bununla birlikte kısa olan bu birinci bölümde, savaş yıllarının
başkent Ankara’sında baldızı, kocası ve iki kayınbiraderiyle birlikte oturan
Raif Efendi ile yakın çevresindeki bu insanların, modernleşmeyle birlikte artan
tüketim hırsları ve birbirlerine yabancılaşmaları ve Raif Efendi’nin yalnızlığı
oldukça etkili biçimde anlatılır.
İkinci
anlatıda genç Raif’i Almanya’da öğrenci olarak görürüz. Berlin’de bir resim
sergisinde görüp hayran kaldığı portrenin sahibi olan Maria Puder ile tanışır.
Maria belirli geceler bir eğlence yerinde şarkı söyleyerek geçimini sağlayan
genç bir kadındır. Almanya’da öğrenim için bulunan bir yabancı genç ile artık
Hitler’in ayak seslerinin duyulmaya başladığı bir ülkede bir Yahudi kızı arasında
büyük bir aşk yaşanır. Ancak babasının ölüm haberi üzerine Türkiye’ye dönen
Raif, bir süre sonra Maria’dan hiç haber alamaz. Ailesinin ısrarıyla evlenen ve
çoluk çocuğa karışan Raif, gerçeği yıllar sonra Ankara’da karşılaştığı
Maria’nın bir yakınından öğrenecektir. Raif Efendi’nin Ulus’ta heykele çıkan
yolda Maria’nın yakını bir Alman’a rastladığı bu sahne, her ne kadar roman
gerçekliğinden uzaklaşsa da o yıllarda Ankara’da tercüman olarak çalışmakta
olan Sabahattin’in gerçekliğine yaklaşır.
Raif
Efendi’nin Berlin’deki yaşamının anlatıldığı ikinci bölüm birçok bakımdan
edebiyatımızda bir ilki oluşturur: Bilindiği gibi Almanya, Max Frisch’in “Biz
işgücü çağırdık ama insanlar geldi.” dediği 1960 sonrası işçi göçüyle birlikte
Türk edebiyatında yer almaya başlamıştır. Ancak bundan çok daha önce henüz
İkinci Dünya Savaşı sırasında yazılmış olan Kürk
Mantolu Madonna’da Potsdam ve Berlin olay örgüsünde önemli bir yer
tutar ve böylece Almanya ilk kez Sabahattin Ali’nin bu uzun öyküsüyle Türk
edebiyatına girmiş olur.
Kürk
Mantolu Madonna, Sabahattin Ali’den umulan ‘toplumcu gerçekçilik’ zemininde bir
yapıt beklentisini karşılamadığından döneminde eleştiriyle karşılanır. Bunlardan
birini, Nâzım’ın Mayıs 1943 tarihli mektubundan aktarıyorum:
“Gelgelelim
senin iki kitaba ve son hazırladığın romana. Kürk Mantolu Madonna, ben bu
kitabı hem sevdim hem de kızdım. Evvela niçin kızdığımı söyleyeyim. Kitabın
birinci kısmı bir harikadır. Bu kısmın kendi yolunda inkişafı yani bir küçük
burjuva ailesinin iç yüzünü tahlili öyle bir haşmetle genişlemek istidadında
ki, insan buradan ikinci kısma geçerken elinde olmayarak: yazık olmuş, bu çok
orijinal, çok mükemmel başlangıç ve imkân boşuna harcanmış, keşke bu başlangıç
harcanmasaydı, diyor. Ben başlangıcı okurken yani Berlin’e kadar olan pasajı,
senin benim anladığım manadaki realizmine hayran oldum. Beni dinlersen o
başlangıcı almak ve kahramanın ölümünü kısaca tekrarlamak suretiyle o ailenin
efradı ve eşhasının hayatları etrafında bir ikinci cilt, ayrı bir roman
yapabilirsin, böylelikle de dinlemeğe başladığımız harikalı musiki birdenbire
kesilmiş olmaz.”
Çok
büyük bir şair olan Nâzım’ın aynı zamanda büyük bir eleştirmen de olduğu
görülüyor, bu mektupta. Romanın iki kısmının birbirine bağlanmasında sorun
görüyor. Birinci kısmın devamını, müziğin kesilmemesini istiyor.
Sabahattin
Ali’nin yakın dostlarından Mediha Esenel anlatıyor:
“Son
zamanlarda yazdıklarından “Kürk Mantolu Madonna” arkadaşları tarafından, “fazla
romantik, anlamsız bir yapıt olarak eleştirildi. Şöyle yanıtladığını
anımsıyorum. “ Ne yapayım, bu eser benim kafamın içinde yıllar öncesinden
hazırlanmıştı, yazıya dökmemek imkânsızdı.”( Filiz Ali-Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, s.83.)
(Devam edecek)