SABAHATTİN ALİ'NİN ÖLDÜRÜLMESİ
Meriç Gök
Yaşamından çok ölümü hakkında konuşulup yazılan, ancak ölümüyle ilgili birçok soruya, karşılık, en azından kesin bir karşılık verilemeyen bir yazarımızdır, Sabahattin Ali. Ölüm tarihiyle, daha doğrusu öldürüldüğü tarihle başlayabiliriz bu sorulara. Hangi tarihte öldürüldü? Aylar sonra kemikleri üzerinden Dr. Cevdet Tan tarafından yapılan bir “otopsi”nin raporu ile emniyet ve savcılıkta alınan/verilen kırık dökük ifade ve tanıklıklara göre belirlenmiş bir 1948 yılının “2 Nisan”ı vardır, sadece ortada. Otopsi, denince anılan doktorun yaptığı, maktulün gerçekte ölüm nedeninin saptanması anlamında bir otopsi değil, sadece eldeki bir çuval kemiğin cinsiyet, yaş, boy gibi özelliklerinin tespiti ve bunların — kime de değil, fakat — nasıl bir kişiye ait olduğunun teşhis edilmesi işlemidir. !6 Haziran’da bulunan fakat kimliği tespit edilemeyen (?) cesede Hükümet tabibi tarafından yapılan adli muayenede “ölüm sebebinin fennen tayinine imkân olmayıp Adli tahkikatla meydana çıkabileceği” rapor ediliyor. Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü haberi, sınır köyündeki cesedi 16 Haziran 1948’de bulunmuş ve üstelik teşhis edilmiş olduğu halde, kamuoyuna ilk kez 12 Ocak 1949 tarihinde (öldürüldüğü ileri sürülen tarihten yaklaşık dokuz buçuk ay sonra, cesedin teşhisinden de yaklaşık altı- yedi ay sonra) gazeteler vasıtasıyla adeta ilân edilir. 1948 Mayıs’ında, İstanbul savcılığında, altın çerçeveli gözlüğü, yeşil mürekkepli dolma kalemi, Puşkin’in kana bulanmış Almanca bir kitabı ve giysileri, Aziz Nesin’e teşhis ettirilir– buna ayrıntısıyla birazdan değineceğim. İstanbul savcılığının bu teşhis işlemine rağmen Sabahattin’in öldürülmüş olduğu hâlâ kamuoyuna açıklanmaz. Öldürüldüğü yer? Aylar sonra cesedi, Kırklareli’nin Bulgaristan sınırına yakın bir yerde (Sazara), bir dere yatağında bulunmuş olduğuna göre öldürüldüğü yer, gerçekten orası mıydı, yoksa başka bir yerde öldürülüp oraya mı bırakılmıştı, meçhul. Peki, kim(ler) öldürmüştü? Yine S. Ali’nin öldürüldüğü tarihten aylar sonra, kaçakçılık suçundan gözaltına alınan eski bir astsubay ve eski bir sabıkalı olan Ali Ertekin, emniyetteki sorgusunda, suçlandığı fiiller dışında, ayrıca Sabahattin Ali’yi de öldürdüğünü “itiraf” etmiştir. Yani ortada cinayeti gören ve kendisini suçlayan biri yokken, Sabahattin Ali’nin cesedi bulunup katili araştırılmıyor veya aranmıyorken olay, sorgudaki bu “itiraf”la açığa (?) çıkıyor. Sanık, “milli duyguları galeyana geldiği” için S. Ali’yi başını taşla ezerek öldürdüğünü söylüyor. Bunu, kendisi için verilecek cezada hafifletici bir neden olacağı düşüncesiyle söylüyor daha doğrusu söyletiliyor. Ancak burada son derece tuhaf bir şey daha oluyor. Bu cinayet “itirafı” üzerine sanık, adliyeye sevk edilmiyor; tersine ileride kendisinden yararlanmak üzere Milli Emniyet (yani o zamanki MİT) tarafından serbest bırakılıyor.
Resmi tez bu. Fakat bu hikâyeye inanmak için
hiçbir neden yok. Bir kere “milli hisleri galeyana gelerek” cinayeti işlediğini
söyleyen kişi, astsubayken orduya ait silahları çalıp sattığı için yargılanmış
ve bu suçundan dolayı hapis cezası verilmiş eski bir mahkûm. Yani öyle pek
“milli duyguları” yüksek biri değil; böyle biri olmadığı da zaten kimi
tanıkların ifadelerinden ve ilk tahkikatı yapan sorgu yargıcı Hüseyin Tarhan’ın
mahkeme kararındaki yorumlarından da açıkça anlaşılıyor. Sorgu yargıcı, sanığın
bu cinayeti, Sabahattin Ali’nin üzerindeki para ve kıymetli eşyanın gaspı
amacıyla işlediğini düşünmektedir. Bu arada, yargıcın bu ilk karar metninde adli metinlerin o bilinen soğukluğu göz
önüne alındığında yer yer, okuru bir hayli şaşırtan son derece edebi bir dil kullanmış olduğu dikkati
çekmektedir. Örneğin, karar metninde Sabahattin Ali ile cinayeti üstlenen kişinin kamyondan ayrılıp
sınıra doğru gidişleri şöyle anlatılıyor:
“
Vakit akşam, ortalık kararmaya başlamış, gecenin sessizliğinde iki yolcu
telaşlı ve çekingen adımlarla Üsküp ile Yündolan köyleri arasında Sazara
istikametinde ilerliyorlardı.”
“…evvelden
temin ettiği sopayı Bulgaristan’a kaçmak için sabırsızlıkla geceyi bekleyen
Sabahattin Ali’nin başına indirdi. Darbeler birbirini takip etti. Sabahattin
birden Bulgaristan yollarının kapandığını anladı ve hayalleri ile beraber
nefesi de söndü.”
Bir
yargıcın adli metni değil, adeta bir romancı ya da hikâyecinin metniyle karşı
karşıyayız. Maktulün büyük hikâyeci Sabahattin Ali olmasının, yargıç
Tarhan’ı etkilediği anlaşılıyor. Devam edelim.
Bir
takım pazarlıkların ve bu bağlamda özellikle kısa bir süre sonra af yasasının çıkacağının
“çıtlatılmış” olmasının da cinayetin, adı geçen kişiye yükletilmesini kolaylaştırıcı bir etkisi olduğu düşünülebilir.
Böylece Emniyet’in mutat diliyle bir dosya kapatılmıştır. Öte yandan Sabahattin
Ali’nin sorguda gizli istihbarat elemanları tarafından öldürülmeyip sınırda
“güvenlik güçleri” ile bir kaçakçı grubu arasında çıkan bir çatışmada, o dönemin
deyişiyle “müsademede” vurularak
öldürüldüğü de öne sürülen bir diğer görüştür. Bu savı ilk olarak Yalçın Küçük,
Edebiyat Cephesi dergisinde (1-31
Temmuz 1980) yazmış ve bunu daha sonra Bilim
ve Edebiyat (1985) ve yine aynı yıl yayımlanan Aydın Üzerine Tezler 3 adlı bir hayli hacimli yapıtlarında yinelemiştir.
Çok dayanaksız bir iddia. Böyle olsaydı, Emniyet için bu, Sabahattin Ali’nin en
ideal ölümü olurdu ve anında açıklanırdı. Seksenli
yılların bu tartışmasına yaşadıklarının ve bildiklerinin tümünü hâlâ yazarak
ödeyemediğinden dolayı kendini çok borçlu hissettiğini belirterek başlayan uzun
bir yazısıyla Aziz Nesin de katılmıştır. Sabahattin Ali’nin kişiliği ve
öldürülmesi üzerine Sabiha Sertel’in Roman
Gibi’si ve Zekeriya Sertel’in Hatırladıklarım
adlı anı kitapları ile Aziz Nesin’in ölümünden sonra yarım kalan dosyalardan
Ali Nesin’in hazırladığı Birlikte
Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim adlı anı-portre kitabında bulunan çok
değerli bir yazı dışında maalesef ciddi bir kaynak yoktur. Filiz Ali’nin Filiz Hiç Üzülmesin’inde ise Sabahattin
Ali, ancak on yaşlarında bir çocuğun, baba-kız ilişkisi içinde
hatırlayabildikleriyle sınırlı anlatılır.
Kendi kuşağında bu kadar çok insanı, üstelik
içlerinde birçok yazar, ressam, akademisyen olan bunca aydını yakından tanıyan
biri için neden bu kadar az kaynak var? Türk aydını, Sabahattin Ali cinayetiyle
korkutulmuştur. Ve aslında S. Ali’nin öldürülmesindeki amaç da tam olarak
budur. Hatta o kadar korkutulmuştur ki İstanbul’a cenazesinin getirileceği
söylenen gün, bu yakın çevresinin bir “provokasyon” endişesiyle dışarı çıkmaya
dahi korktuğunu Sabiha Sertel anlatır. Aziz Nesin, çıkardığı haftalık Başdan adlı derginin 18 Ocak 1949 tarihli Sabahattin Ali özel
sayısında birçok yazardan yazı istediği halde aralarında Rıfat Ilgaz’ın da
bulunduğu dört kişi dışında kimseden yazı gelmez. O kadar korkutulmuştur ki,
haklarında hiçbir yasaklama kararı olmamasına karşın yapıtları — 1966 yılında
basılan Yeni Dünya dışında —
1969-70’e kadar neredeyse tam 20 yıl Türkiye’de basılmaz.
Uydurma
“sanık” ifadelerine dayalı hikâyesiyle cinayet, kulaktan kulağa, tıpkı yazılı
kültür öncesi sözlü kültür aktarımlarında olduğu gibi öldürülme biçimine sürekli
bir şeyler katılarak anlatılır. Bu anlatımlarda cinayet aleti kimi zaman sopa
veya odun kimi zaman taş oluyor — bu,
Filiz Ali’de, Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel’de odun veya sopadır.
Sabahattin’in başının taşla ezilmesiyle cinayet kasıtlı biçimde daha bir hunharlaştırılır.
“Emniyet” kurgulu anlatıda öldürülme anında Sabahattin Ali’ye kitap okutturularak
sanki oraya sınırı kaçmak için gelen biri değil de piknik yapan birine
dönüştürülür. Ancak büyük
hikâyecimizin öldürülmesine dair bu hikâyelerde dikkati çeken bazı yönler
vardır: Bir yandan bu anlatı, M. Kemal Atatürk’e ait olup olmadığı tartışmalı
olan o, “yılanın başı” metaforuna gönderme yapılan ünlü “Komünizmin başı,
görüldüğü yerde ezilmelidir.” sözünü akla getirirken, öte yandan buna eklenen
okunmakta olan kitapla, her türlü muhalif aydın kimlikli tavrı, “yıkıcı neşriyatla” ilişkilendirerek kitabı
ve kitap okumayı “zararlı” bulan dönemin egemen düşüncesini yansıtmaktadır. Bu
düşünce o kadar etkilidir ki, karısı Aliye, Sabahattin’in evdeki kitaplarını
satarak bunlardan “kurtulacağını” söylemek zorunda kalmıştır. ( Osmanlı ve
Cumhuriyet boyunca kitabın ve kitap okumanın öyküsünü, kitap okurunun gördüğü
baskıları, yazımını bugünlerde bitirdiğim ve yakında yayımlanacak olan “Okumanın Büyülü Dünyası” adlı kitabımda
geniş şekilde ele aldım.)
Onun siyasal görüşlerine gelince, kendisi kesinlikle komünist olmadığı halde, Hitler
gibi alnına perçem düşüren Nihal Atsız’ın başını çektiği ırkçı-faşist
kesimlerce komünist olarak görülen bir aydındır. Burada, birazdan tekrar değineceğim
N. Atsız’ın, 1 Nisan 1944 tarihli Orhun dergisinde
yayınlanan, dönemin faşizan başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na hitaben yazdığı, S. Ali’yi ve dönemin önde gelen aydınlarını devlet
görevinden atılması için ihbar eden açık mektubu hatırlanmalı. Ancak 40’lı
yılların revaçta olan anti-komünizmi sadece ırkçı-Turancı akımla sınırlı
değildir. Sözgelimi iktidardaki CHP’nin tek parti rejiminin önde gelen yönetici
kadrolarının “sağ ve sol cereyanlara
karşı” gelenekselleşmiş hassasiyetinde de bunu görmek mümkün. Bu kesimin zaman
zaman (1950’den sonra da DP’nin) sözcülüğünü yapan Vatan gazetesinin başyazarı
Ahmet Emin Yalman, 19 Ocak 1949 tarihli yazısında başta S. Ali’nin yazarlığını,
kendi deyişiyle “fikri meziyetlerini”, övdükten sonra, dönemin egemen bakışını
da yansıtan şu satırlara yer veriyor:
“Neden
böyle? Çünkü kızıl barbarlığın tehdidine ve tezvirlerine maruz bulunan Türk
milleti beka gayesini her şeyin üstünde tutmaktadır. Bugün milletimiz için
Sabahattin Ali’nin bariz vasfı fikri meziyetleri değil, her nasılsa kızıl hastalığına
tutulmuş, Türk cemiyetine karşı gelmiş, bilerek, bilmeyerek düşman kundaklama
emellerine hizmet etmiş, diğer kıymetli fikir adamlarını baştan çıkararak
hastalığın sirayetine yol açmış bir adam olmasıdır.”
Ne
kadar bildik bir dil, değil mi? Yetmiş yıl önce yazılmış olmasına karşın sanki
bugün yazılmış gibi. S. Ali, yazar olarak ne kadar değerli olursa olsun, “kızıl hastalığı”na yakalanmış bir
hastadır. Peki, iyileşmiyorsa, ne yapmalı? Hapishanelerde yıllarca yatırıldıktan sonra ‘hasta’ hâlâ
iyileşmiyorsa ne yapmalı? Yapılacak şey, Sabahattin Ali’yi öldürerek ve 12 Ocak
1949’da başlayan, bir merkezden yapıldığı açık olan medya bombardımanı
yayınlarla ve mutlaka öldürülme biçimine vurguyla halka, fakat özellikle de ‘ilgilileri’ne adeta ilan edilerek
duyurulmuş ve gösterilmiştir.
Aziz
Nesin anlatıyor:
1948
Mayısının bir günü evime gelen polis savcılıktan istendiğimi söyledi. Gittim.
Savcı bir paket içinden ince altın çerçeveli bir gözlük çıkardı. Gözlüğün
çerçevesi ve camları kırıktı.
— Bu gözlüğün kimin olduğunu biliyor musunuz? dedi.
Hemen tanımıştım
Sabahattin Ali’nin gözlüğü… İşin içyüzünü anlayamadığım için, belki
yanılabilirim diye,
— Bilmiyorum… dedim.
Savcı
bu sefer paketten bir dolma kalem çıkardı:
— Bu dolmakalem kimin biliyor musunuz?
— Bilmiyorum,.9
Kana
bulanmış Puşkin’in Almanca bir kitabını, sonra yeşil mürekkeple yazılmış bir
defter
gösterdi. El yazısını
görünce,
— Bu yazı
Sabahattin Ali’nin… dedim, hep yeşil mürekkep kıllanırdı, el yazısını da
tanırım
Savcı, açık
kahverengi, damalı spor kumaştan ceket ve golf pantolonu gösterdi. Elbise kan
içindeydi. Çok iyi bildiğim Sabahattin’in elbisesiydi.
— Sabahattin’in elbisesi… dedim.
Savcı ağladığımı görünce açıkladı:
Bulgaristan sınırında köylüler bir ceset bulmuşlar, üstünden bunlar
çıkmış Sabahattin Ali’nin olduğu tahmin edildi. Yakın arkadaşlarına eşyalarını
gösterip soruyoruz.
“Yakın arkadaşlar”a,Türkiye Sosyalist Partisi genel başkanı
Esat Adil ile karı-koca Cimcozlar’a da aynı gün bu eşyalar sorulmuştur.
Aziz Nesin’in ifadesiyle Mayıs 1948’de özel eşyaları
gösterilen, ilk sorgu yargıcı Tarhan’a göre Haziran 1948’de bulunan ve
otopsi(!) sonucu Nisan başlarında öldürüldüğü tahmin edilmekle birlikte kimliği
teşhis edilemeyen (?) bir cesedin kimliğinin açıklanması için 1949 yılının 12
Ocak’ına kadar aylarca beklendiği anlaşılıyor. Peki aylarca niçin beklenmiş
olabilir? Çok açık: Birincisi ve en önemlisi, cesedin, artık üzerinde ölüm
nedeninin saptanamayacak bir hale gelmesi. İkincisi, bu birincisi olurken,
cinayeti üstlenecek birinin bulunması. Ve son olarak, bu ikisi olduktan sonra
da kamuoyuna açıklamak için siyasal bakımdan en uygun zamanın gelmesi. İşte tüm
bunların nihayet oluştuğuna kanaat getiren çete, 12 Ocak 1949’da tek merkezden
hazırlayıp yaydığı ‘haberler’le, aylar önce öldürdüğü yazarın ardından bir kez
daha saldırıya geçer. Aziz Nesin anlatıyor:
“O
günlerin birçok – hemen hepsi – fıkra yazarı, başyazarı, gazetecisi, Sabahattin
Ali’ye iğrenç biçimde sövmeye başladı. Sabahattin Ali’ye sövme yarışı,
yurtseverlik gösterisi biçimine girmişti. Bu ağır iğrenç sövgüleri yazanların
içinde, Sabahattin’le arkadaşlık etmiş olanlar da vardı. Öyle bir yılgınlık
dönemiydi ki, Türk edebiyatının övüncü olan bir yazara yapılan bu saldırılara
hiç kimse karşı çıkamıyor, cevap veremiyordu. Öyle kapkaranlık bir dönemdi ki, dinsel
ve ulusal geleneklerimizi de çiğneyerek bir ölünün arkasından sövenlere cevap
vermek, büyük tehlikeleri göze almak olurdu. Durum dayanılır gibi değildi.” (
Aziz Nesin, Birlikte Yaşadıklarım
Birlikte öldüklerim, s.335.)
Sabahattin’in
karısı Aliye’nin tanıklığı dönemin havasının ne denli boğucu ve aydınların ne
denli korku dolu olduğunu göstermesi bakımından önemlidir:
“Bir
gün Cevdet Kudretler beni evlerine çağırdılar. “Rasih Nuri İleri, sana
Sabahattin’den bir mektup getirmiş, hemen oku” dediler. Korku içinde idiler.
Beni odada yalnız bıraktılar. Mektupta şunlar yazılı idi.
“ Sevgili karıcığım, bu mektubu aldığın zaman
ben İtalya, Fransa veya Londra’da olacağım. Filiz’in okulu biter bitmez sizi
yanıma aldıracağım. Mehmet Ali Aybar ve Mahmut Dikerdem sizinle ilgilenecek.
Size İş Bankasında şu numaralı hesabımla para gönderiyorum. Rauf Çallılar da
size matbaa parasından gönderecek. Sen benim tutumlu karıcığımsındır, idare
etmeğe çalışırsın. Filiz’i ve seni hasretle binlerce defa kucaklar, dudaklarından
öperim.”
Mektup
hiç eksiksiz aklımda kaldı. Cevdet mektubu aldı, hemen sobaya atıp yaktılar ve
bana da bugüne kadar mektupta ne yazdığını sormadılar. Hâlâ hayret ederim. O
sırada Ankara’da çok terör vardı, ben ki sade bir kadınım, tanıdıklar, birkaç
ahbap hariç, bana selam vermeye korkuyorlardı… Mehmet Ali ve Mahmut da beni
arayıp sormadılar. Ankara’nın o günkü havası onlara da tesir etmiştir. Haklı
buluyorum. Türkiye o dönemdeki gibi korku havasına bir daha hiçbir zaman
gelmemiştir.”
Sadece biraz daha soluk alabileceği bir yere
gitmek düşüncesiyle sınırdan kaçmak isterken organize bir kötülük şebekesi
tarafından katledilen Sabahattin Ali’nin karısına yazdığı son mektubu, içinde
ne yazdığını dahi bilmeyen ve daha sonra da bilmek istemeyen ‘yakın dostu’
tarafından, okunur okunmaz sobaya atılıp yakılıyor. Herkes korkuyor, çok
korkuyor. İşte Sabahattin böyle bir ortamda kaçmaya çalışmıştı? Herkes gibi o
da korkuyor. Üçüncü kez hapse girmekten korktuğu için kaçıyor. Bu, temelsiz bir
korku değildir. Önünde, on yıldan beri cezaevinde yatan Nâzım örneği var ve
kaçma planları yaptığı son aylarda yakınlarına sık sık” Beni Nâzım gibi
hapishanelerde çürütemeyecekler!” diyor. Markopaşa’dan dolayı Üsküdar
Cezaevinde tutukluyken karısı ve kızıyla birlikte ziyaretine gelen Sabiha
Sertel anlatıyor:
“
Dergide (Markopaşa) yazdığı yazılar yüzünden Sabahaddin aleyhine savcılık
tarafından çeşitli davalar açılmıştı. Sabahaddin’i tevkif ettiler. Üsküdar
hapishanesinde yatıyordu. İkide bir ziyaretine gidiyorduk. Bir gün arkadaşlar,
karısı Aliye ile kızı Filiz’in babasını görmek üzere İstanbul’a gelmek
istediklerini, paraları ve gidecek yerleri olmadığını, bizde misafir kalıp
kalamayacaklarını sordular. Memnuniyetle kabul ettik.
Aliye
ile Filiz geldiler. Bir gün Sabahaddin’i ziyaret için beraberce hapishaneye
gittik. Sabahaddin bizi hapishane müdürünün odası yanında, küçük bir odada
karşıladı. Filiz’in boynuna sarıldı, çocuk gibi ağlamaya başladı. Babasının
ağladığını gören Filiz de ağlıyordu. Karısı, kızı alıp dışarı çıkardı. Yalnız
kalınca sordum.
-Sabahaddin
bu ne ha? Senin gibi bir adama ağlamak yaraşır mı?
Eğildi
ve yavaşça kulağıma fısıldadı:
-Bunlar
beni, Nâzım Hikmet gibi hapishanelerde çürütecekler. Aleyhime açılmış daha beş
dava var. Ben kaçmaya karar verdim. (…) Kaçacağım.” ( Sabiha Sertel, Roman Gibi, Demokrasi Mücadelesinde Bir
Kadın, Belge Yayınları, İkinci Baskı: 1987, s.366.)
Başka yakın dostları da Sabahattin’in o
dönemde (1947; 1948’in ilk ayları) ağladığına tanıklık ediyor. Öyle
anlaşılıyor, sinirleri iyice bozulmuştur. On beş yıl önce Sinop cezaevinde “ağladığın duyulmasın” diyen
Sabahattin’in bu kez ‘ağladığı duyuluyor’. Ülkede 1930’ların ikinci yarısından
itibaren başlayıp 1960’a kadar süren aydınlar üzerindeki baskıcı-boğucu hava,
1940’larda iyice ağırlaşır. Ülkede oluşturulan bu iklimin başlıca kilometre
taşlarını şöyle sıralayabiliriz:
1934
yılının 21 Haziran ile 4 Temmuz’u arasında Edirne, Kırklareli, Çanakkale ve
Tekirdağ’da yaşanan ve Trakya pogromu olarak nitelenen Yahudilere yönelik
kitlesel yağma ve şiddet. 1938 donanma ve Harp Okulu ve Donanma Davalarında,
daha çok Hitler Almanya’sının Türkiye’ye karşı izleyeceği politikayı yumuşatmak/yatıştırmak
için Nâzım Hikmet, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, Kerim Korcan ve
arkadaşlarına onlarca yıl hapis cezası verilir. 1943 Varlık Vergisi; bu vergi azınlıklara
karşı ekonomik ve toplumsal bir baskı aracı olarak çıkarılmış ve ( kesilen
parayı ödeyemeyen Rum, Ermeni ve Yahudileri taş ocaklarında zorla çalıştırma
dâhil) acımasızca uygulanmıştır. 4 Aralık 1945’te yüzlerce ırkçı-faşist
tarafından Tan matbaasına düzenlenen örgütlü saldırı. 2 Nisan 1948’de
Sabahattin Ali’nin öldürülmesi. TKP’lilerin topluca tutuklanıp işkenceden
geçirilmesi-‘1951 TKP tevkifatı’
olarak anılan toplu davada 187 komünist aydın tutuklanmıştır. Ve son olarak
‘6-7 Eylül Olayları’ (1955) olarak anılan başta İstanbul olmak üzere tüm yurtta
Rumların, Ermeni ve Yahudilerin ev ve işyerlerine yapılan yağma, tecavüz ve
öldürme olayları. (Bu, devlet aygıtı
içindeki örgütlü çete tarafından yönlendirilen saldırının ardından da mutat
‘komünist tevkifatı’ kapsamında yüzlerce aydın tutuklanır.)
4 Aralık 1945 günü yapılan saldırı, bu
baskıcı politikanın bir kırılma noktasıdır. Savaş boyunca anti-faşist bir yayın
politikası izlemiş olan Sertel çiftinin matbaası saldırıdan bir gün sonra
İkinci Dünya savaşı yıllarında devlet eliyle zengin olacakların adlarını
açıklayacağı günün arifesinde saldırıya uğramıştır. Stalin’in ünlü sorusunu
soralım: Bu, bir tesadüf müdür?... Nâzım, Bursa cezaevinde haber aldığı bu
saldırı üzerine o ünlü dizelerini yazar:
Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim
Akar suyun
Meyva çağında ağacın
Serpilip gelişen hayatın düşmanı…
Sana düşman
Bana düşman
Vatan ki bu insanların evidir
Sevgilim onlar vatana düşman
Ülkenin
içinde bulunduğu ve uzun yıllar süren bu boğucu hava, birçok aydının salt
canını kurtarmak için yurdundan ayrılmasına yol açmıştır. S. Ali’nin öldürülmesinden
birkaç sene sonra ( 17 Haziran 1951) Nâzım İstanbul boğazında bindiği bir
gemiyle Bulgaristan’a kaçar ve oradan da Sovyetler Birliğine geçer. Sertel
çifti, 9 Eylül 1950’de havayoluyla bir daha dönmemek üzere Paris’e kaçar.
Önemli hikâyecilerimizden Fahri Erdinç 1949 yılında iki arkadaşıyla birlikte
Edirne üzerinden Bulgaristan’a kaçar. Olağanüstü güzel insanlardan, bu iki
kardeşi tanıyan herkesin, Vedat Türkali’nin ifadesiyle ‘sevgiyle, saygıyla” söz
ettiği Ermeni İhmalyan kardeşlerden büyüğü olan Vartan, 1944 ve 1946 yıllarında
“tabutluklar”ıyla da ünlü San(a)saryan
handa sorgulanır ve aylarca tutuklu kalır (aynı yıllarda Aziz Nesin ve Sabahattin
Ali de bu ünlü işkence yerinde kalmıştır -bu mekânın bilinen konuklarından
sadece birkaçını anmakla yetiniyorum: Vedat Türkali, Mihri Belli, Ruhi Su,
Ahmet Arif, Attila İlhan); 1948 Temmuz’unda vapurla Marsilya’ya kaçar,
Fransa’da sekiz yıl kaldıktan sonra, 1956’da Budapeşte’ye, birkaç yıl sonra da
Sovyetler Birliği’ne gider. Kardeşi ressam Jak ise İstanbul’daki 1944-47
yılları arasındaki üç yıl tutukluluğun ardından 1949 yılında pasaportsuz olarak
Suriye üzerinden Beyrut’a geçer; birkaç yıl burada kaldıktan sonra belirli
süreler Polonya ve Çin’de kalır ve 1961’de Sovyetler Birliğine gider.
İşte Sabahattin Ali’nin yukarıda andığım birçok
aydın gibi, bir biçimde canını kurtarmak ve korkusuz bir yaşam kurmak umuduyla 31
Mart 1948’de İstanbul’dan bir kamyonla sınıra doğru yaptığı bu yolculuk, ne
yazık ki, devlet aygıtının içinde çöreklenmiş faşist katillerin alçakça
işledikleri bir cinayet sonucunda henüz 41 yaşında ve en verimli döneminde olan
bu çok kıymetli yazarımızın sonsuzluğa doğru çıktığı son yolculuğu olur.